Afrodisias’a fotoğrafçıdan evvel geldim. O, köyde gezinirken, köy ahalisine sorular sorup, fotoğraflarını çekerken, kalabalığa karışmadan sessizce onu izlemekle yetindim. Sonra yine geldi ve ardından diğerleri geldiler.
Anadolu’nun kasabalarına, köylerine yaptığım gezilerde, elimdeki kamerayı görür görmez yüzünü örtüsü ile saklayan kadınlar olurdu. Fotoğraflarını çekmeme izin vermedikleri, yabani tavır sergiledikleri için içten içe onlara kızar, gücenirdim. Ancak bir yandan da mahremiyetlerini korumakla iyi yaptıklarını düşünürdüm. O insanların dini kaygılardan ziyade, ruhlarını makinaya kaptırmamak için fotoğraf çektirmek istemedikleri duygusuna kapılırdım. Hayli uzun zamandır gezilerimde yanımda fotoğraf makinası taşımıyorum. O köyden sonra başladı makina ile aramızdaki soğukluk.
Fotoğrafçıya poz veren köylüler objektife bakarken, çekilenin, merak edilenin kendileri olduğunu düşünüyordu. Deklanşöre basıldığı anda kadraja giren bu insanlar, kilometrelerce ötedeki birilerine kaderlerini de teslim ettiklerini bilemediler. Fotoğrafçı tesadüfen karşısına çıkmış olağanüstü güzellikteki arkeolojik kalıntılara ve onun üzerinde kurulmuş bu “garabet” köye kayıtsız kalamazdı.
Fotoğrafçı Geyre civarında kaybolduğu yerden sağa dönerek köye varmış, bense ondan bir yıl evvel aynı yerden aksi istikametteki ormana ulaşmıştım. Yaşadığım şehrin koyu gri atmosferi altında nicedir nefessiz kalmış, bir sabah, nereye gideceğimi bilmeksizin kendimi yollara vurmuştum. Tek düşündüğüm gitmekti, bu şehirden uzak olsun da, neresi olursa olsundu gideceğim yer. Uzaklarda bir başıma geçirdiğim ilk üç hafta iyi gelmişti bana. Daha sakin, basit ve pratik bir adama dönüşmeye başlamıştım. Köyün yakınında olduğunu sonradan öğreneceğim ormanlık alanda yalnız yaşama tecrübem, yardan aşağı düştüğüm gün sona erdi. Uçurumun tam orta yerinde, cılız bir ağacın dalında tartılıp duran bedenimin soğuk toprakla buluşmasına ramak kalmıştı. İnsanların genellikle can havliyle yaptığı gibi, yaşama tutunacak sağlam bir kaya falan aramadım. Koyu lacivert göğe asılı yıldızları üzerime çektim ve kaderimin son sözünü fısıldamasını bekledim. Lakin kafamın içinde günlerce yanıp söndü o yıldızlar. Öldüm mü, öldüm mü, diye durmaksızın sayıklıyordum. Ölmek buysa, o kadar da korkunç değildi öte yandan. Bedenim hafiflemiş, sinirlerim gevşemiş, eskiden beynimi sürekli tırmalayan, o dinmek bilmez ince metalik cızırtılar kesilmişti. Yattığım yer mezarım mıydı? Yatak, duvarlar, tavan, her yer topraktandı. Demek eski zamanlardaki gibi oda büyüklüğündeydi burada mezarlar. Üstelik bedenim çürümediğine göre ruhum boşlukta uçuşup durmayacaktı sonsuza dek. Bir anda nasılsa yaşıyor olabileceğim ihtimalinin de varlığını düşünüp kolumu çimdikledim, acıdı! Yaşıyordum galiba ama bu tuhaf yerde ne işim vardı benim, neden bir hastane odasında değil de buradaydım? Bir köşede yanan odun ateşinin alazı, mezarın ya da odanın ortasındaki devasa genişlikte ve yükseklikteki mermer sütunu arada bir aydınlatıyor, sonra mezar ya da oda yeniden derin bir ölüm sessizliğine gömülüyordu. Sorguya çekilmek için oraya mı çıkacaktım, ya da sorgucular daha yüksekte dursun diye mi dikilmişti bu sütun? Bütün bu sorular önemliydi belki, ancak mermer sütuna dokunma, serinliğini ve pürüzsüz dokusunu hissetme isteğim bir an için her şeyi unutturdu.
Sütuna yaklaşmak için tüm gücümle yerimde doğruldum ve öne doğru uzandım. Tam o sırada kapı açıldı. İçeriye dolan gün ışığı ile gözlerim kamaşmış, sersemlemiştim. Ellerimle yüzümü siper ederek bir süre hareketsiz bekledim. Tekrar açtığımda karşımda tirşe rengi gözleri ile dik dik bakan, parlak beyaz tüylü bir keçi ve yamacında, yanakları, burnu soğuk yanığından olmalı, çatlamış ve kızarmış, küçük çekik gözleri güleç yüzünde adeta bir çift çizgi gibi görünen orta yaşlı bir adam duruyordu. Keçinin tüyleri hayli zamandır kırkılmamış olmalıydı, uzun ve dalga dalgaydı. Her kıpırdanışında, etrafına adeta binlerce gümüş pul saçılıyordu. Elimi uzatmamla birlikte ürktü, birkaç kez sıçradı, adama iyice sokuldu ve kesik kesik melemeye başladı. O da eğilmiş, sanki dikkatle keçiyi dinliyor, üstelik arada bir başını sallayarak onaylıyordu. Burada neler oluyor, ben nasıl bir yere düştüm, dahası yaşıyor muyum soruları beynimde pervane böceği gibi hızla kanat çırpmaya başladı. Endişe pınarından su içmeye devam etmek yersizdi, sonradan adının İsrafil olduğunu öğreneceğim adama az evvelki keçi ile olan muhabbetini sordum. O ise gayet sakin bir ses tonu ve ege şivesinin kıvraklığıyla köydeki bütün hayvanların sıra dışı yetenekleri olduğunu anlatmaya koyuldu. Kara tavuk kayıp eşya bulucu, benekli inek ninnici, boz eşek haberci, Akkız, yani biraz önce arz-ı endam eden keçi ise iz sürücü ve şifacıydı. Öte yandan Akkız kaybolduğumu ve yaralandığımı kilometrelerce öteden hissetmiş, İsrafil’i ve Boz eşeği yanıma o getirmişti. Hemen oracıkta keçinin ağzında gevelediği şifalı otları bacağıma sarmışlar, sonra üçü birlikte beni köye kadar taşımışlardı. İsrafil’e göre her şey taşların marifetiydi. Taşların hayvanları etkilediği gibi, insanları da etkilediği söylemek ise pek doğru olmazdı. İsrafil gibi birkaç çoban dışında köylü eski köylüydü. Fakat hayvanlar, nasıl demeli, belki biraz daha insan gibi, yaptıkları iyilikler de hesaba katıldığında hatta melek gibi olmuşlardı. Öte yandan insanlardan bağımsız hareket edebiliyorlardı, kulu kölesi değillerdi insanın. Civar köylerin çobanları, zavallı malları görür de onlara uyar diye, nice zamandır bu köyün yanına, yamacına bile uğramaz olmuştu. Köy kurulduğundan beri bir tanesi bile kendini kestirmemişti. İnsanlar da çok uzun zaman önce et yeme sevdasından vazgeçmişlerdi. Şehre gidenler merak edip tadıyordu bazen, ancak arkadaşının, dostunun etini yemiş gibi hissedip pişman olanlar çoğunluktaydı. Buranın keçi ve koyunları süt ve yünlerinin toplanmasına ise ses etmezlerdi. Gerçi Akkız uzunca bir süredir izin vermiyordu kırkılmaya. Haksız da değildi hani. İsrafil, benim de onun gibi parlak, gür saçlarım olsa uzatırdım vallahi diye kıkırdamıştı.
Yaralanmamın üzerinden iki ay geçti, gücüm kuvvetim yerine gelmeye başlamıştı. İyileşmekte olan bacağıma yük olmamak için taşıdığım asanın yardımıyla ağır aksak köyü dolaştım. Köy meydanındaki kahvede, üzerine yeşil çuhadan örtüler serilmiş mermer sütun parçaları etrafında kümelenmiş ahali, okey, pişti, pişpirik oynuyordu. Okey taşlarını sanki hiç düşünmeden, öyle hızlı atıyorlardı ki takip etmekte zorlanıyordum. Bir müddet onları izledim, hemen sıkılırım bu oyunlardan, vedalaşıp yanlarından ayrıldım, ara sokaklarda dolaşmaya başladım. Arka mahallelerde de mermer heykeller, sütunlar, lahit ve freskler vardı. İnsanlar başka bir dünyanın artıkları ile yaşamayı kanıksamış, sütunların, heykellerin, devasa Afrodit büstünün yanından, paralel bir Evren’de dolaşır gibi geçip gidiyorlardı. Oysa ben, neredeyse aşkla, hayranlıkla dakikalarca gözlerimi ayırmadan seyrettim Afroditi. Sabah uyanır uyanmaz onu özlediğimi duyumsuyordum. İsrafil’in annesi Cennet ana, daha sonra, yattığım sütunlu odayı bana verdi, bir oğlu da ben olmuştum. Şehre dönmek istemiyordum. Kalabildiğim kadar kalıp, unutulmak, kopmak istedim geçmişimden. Toprak evin yıkıldığı ve köyün taşındığı güne dek o odayı yuvam bildim.
Bir gün Cennet Ana’ya antik kentin üzerine köy kurulmasını tuhaf bulduğumu söyledim. “Ah oğlum biz seçmedik ki burayı, doru kısrak Yazgülü ile sürmeli deve Seher Yeli’nin kararıdır buraya yerleşmek. Atalarımızdan böyle işitir, böyle biliriz biz” dedi. Osmanlı devleti iskân politikasını yürüttüğü yıllarda bu köyün Yörük obasına da yer göstermiş. Göçerler develeri, atları, katırları, inek ve küçükbaş hayvanları ile önce o gösterilen yere, konmuşlar. Konmuşlar konmasına da duramamışlar orada. Hayvancağızlara bir haller olmuş. Havasız, rüzgârsız, sivrisineklerin cirit attığı balçık arazili o yerde yapamamışlar. Develer habire tepinmekte, atlar huzursuzca kişnemekte, inekler yemeden içmeden kesilip yattıkları yerden bel bel etrafa bakmakta, keçiler, kuzular gözleri aka aka, aksıra tıksıra meleşmekteymiş. Oba beyi haftasında toplayın göçü demiş, bu böyle olmayacak. O güne dek hep baştacı ettikleri hayvanları seçermiş otağ kurulacak yeri. Yazgülü ile Seher Yelinin ardı sıra düşmüşler yola. Aydın civarında hava kararmış, Oba beyi konalım, geceyi geçirelim demişse de, Yazgülü ve Seheryeli inatla yürümeye devam etmiş. Bir müddet daha yürüdükten sonra karşılarına bir kral yolu çıkmış. Seferden dönen muzaffer komutanlar gibi kral yolunu ağır ağır adımlayıp, sonuna geldiklerinde durmuşlar ve çökmüşler oldukları yere. Bey konmak için uygun bir yer olmadığını anlamış anlamasına ama gece vakti koca obayı daha fazla yürütmek mümkün olmamış. Sonra da benimsemişler bu efil efil esen verimli toprakları, kalmaya karar vermişler.
Talih mi, umursamazlık mı, gözden ırak olmak mı bilinmez, fotoğrafçının geldiği güne dek kimse de ses etmemiş onlara. Cennet Ana, “o taşlar bize emanetti, dinletemedik kimseye. Biz kurda kuşa yoldaş olduk yüzyıllarca, o taşlara bizden zarar gelmezdi” derdi.
Sonra neler olduğunu siz de biliyorsunuz. Köy taşındı, yerinde kazı çalışmaları başladı, hala da devam ediyor. Ben köyün yeni yerine hiç gitmedim. Ayrıldığım şehre geri döndüm. Geçenlerde o ünlü fotoğrafçının sergisine gittim. Bu kez kameranın arkasından baktım fotoğraflara, bir şehirli gibi incelemekti niyetim. İsrafil’i aradı gözlerim, bulamadım. Sonra bir sürü fotoğraf içinden Akkız’ı seçmeye çalıştım, hiçbirini benzetemedim. Sıradan bir keçi sürüsüydü.
Oya Kaya