Bir yokmuş, bir yokmuş…

İstanbul’da bomboş bir otobüse binebilmenin şaşkınlığıyla yürüdüm. Kendimi arka tarafa, pencere yanındaki koltuğa bıraktım. Camdan görünen istiflenmiş kara bulutlar, başladı başlayacak bir sağanağın habercisiydiler. Koca şehiri çevreleyen kasvetli hava; yolda yürüyen, bekleyen, koşan insanların yüzlerine adeta nefeslerine sinmişti.

Otobüsün çalışan motorundan çıkan homurtuyu ayak sesleri takip etti. Sekiz, dokuz yaşlarında cılız bir oğlan, diğer tüm koltuklar boş olmasına rağmen yanımdakine oturdu. Dayanılmaz derecede kötü olan kokusu burnuma geldikçe ondan uzaklaşıyordum. Otobüs kalkmış, dışarıdaki havaya aldırmadan sakince yol alıyordu.

Yakında bir yerlerde bomba gibi patlayan gök gürültüsü aramızdaki sessizliği bozdu. İstemsiz kapanan gözlerimi açtığımda çocuğun bana sarılmış olduğunu gördüm. İçini çekiyor, git gide daha da çok sokuluyordu. Minik yüreğinin kanat çırpışını hissedebiliyordum. Bu temastan doğan merhamet içime yayılıyor, ondan gelen ağır koku yerini çiçek bahçesine bırakıyordu. Sıfıra vurulmuş kafasını usul usul okşadım. “Korkuyorum,” dedi. “Ben de,” dedim. Beklemediği cevap karşısında afallayan sesiyle neden korktuğumu sordu. “Gök gürültüsünden,” dedim. “Bir büyüğün onunla aynı şeyden korktuğunu söylemesi, çocuğun daha da meraklanmasına neden olmuştu. Böylece bu karanlık ortamda hem ona hem de kendime iyi geleceğini düşündüğüm masala giriş yaptım.

– Uzak ülkelerin birinde bir kadın yaşarmış. Bu kadın terzilikte o kadar ustaymış ki ülkenin her yerinden gelen insanlar elbiselerini diktirebilmek için birbirleriyle yarış eder, kapısına toplarca kumaş yığarlarmış. Başını kaldıracak zamanı olmayan kadın, diktikçe dikermiş. Yalnız kadının dikiş dikemediği tek bir zaman varmış. Ne zaman gök gürültüsü duysa, kalbi yerinden fırlayacak gibi olur, elindeki iğne kollarını bacaklarını delik deşik edermiş. Çünkü bizim terzi gök gürültüsüyle başlayan, zalim bir fırtınada denizde olan sevdiğini kaybetmiş. Kadının sevgisi o kadar büyükmüş ki gök gürültüsünü duyar duymaz onu kurtarmak için elindeki bütün kumaşları birleştirip gökyüzüne çıkmış. Bulutların üzerine kumaşlarını geçirip fırtınayı susturabilmek için gökyüzünü dikmeye başlamış. Bunu haber alan o ülkenin kralı, kadere karşı durduğu için kadını cezalandırmış. Ayağına bağlı bir prangayla yaşamaya mahkûm etmiş.

Nihayet susabilmiş; karşımdakinin küçük bir çocuk olduğunu, kömür gözlerindeki karmaşayı görünce hatırlamıştım. İçten bir ilgiyle söylediklerimi anlamaya çalışıyordu. Bir kez daha derdimi anlatma çabasıyla en çok neyi sevdiğini sordum. “Çikolata,” dedi. Masalı başka bir yola soktum.

– Bir çikolatacı varmış. Ünü tüm dünyaya yayılan sihirli bir çikolata yaparmış. Onu yiyen hayata ışıl ışıl bakar, bir daha eskisi gibi olmazmış. Çikolatacının yaşadığı yerin uzağında genç bir kadın yaşarmış. Ayağına bağlı bir prangayla dolaşır, uzaklara gidemezmiş. Günlerden bir gün bizim çikolatacı, prangalı kadının yaşadığı yere gelmiş. Kadın çikolatacının yanına gidip, onunla tanışmış. Sihirli çikolatayı alacağı sırada gökyüzü karışmış. Gök gürültüsü her yeri öfkeyle çınlatıyor, bir anlığına şimşeklerle aydınlanan hava tekrar karanlığa gömülüyormuş. Rüzgar kadının elindeki çikolatayı alıp, yere düşürmüş. Masal bu ya, çikolata pranganın kilidini de açabilirmiş.

– Peki, çikolatacı ne yapmış?

– O da… Neyse masalımız şimdilik bu kadar.

Nasıl da dünyanın en kötü masalını anlatmıştım. Bir de ard arda çikolata ve çikolatacı ile dolu bir yığın tekerleme gibi cümle kurarak çocuğun kafasını daha da karıştırmıştım.

– Fıranga ne demek?

Ayak bileğimi gösterdim. “Çok ağır geliyor,” dedim.

– Bir şey görmüyorum ama!

– Boş ver küçüğüm. Böyle şeylere kafa yorma sen.

Neler yaptığını sordum. Omuzlarını silkti.

– Sabahtan akşama kadar otobüsle geziyorum. Babam gönderiyor.

– Evde olman senin için daha güvenli değil mi?

– Bizim evimiz, sokaklar.

Artık onun sesinden başka hiçbir şey işitmiyordum.

– Otobüsteyken gördüklerimi, duyduklarımı babama anlatıyorum. Sen benim iki gözümsün diyor. O da bana her akşam senin gibi masal söylüyor. Hep aynı masalı. Bir varmış, bir yokmuş. Bir yavru fil varmış. Kör babasıyla beraber yaşarmış. Yavru filin çok güzel dişleri varmış. Kötü insanlar, dişlerini çalmak için onu öldürmek istiyorlarmış. Babası iyi kalpli periye gitmiş, olanları anlatmış. Peri de sihirli değneğiyle yavru filin dişlerini yok etmiş. Ondan sonra da bütün filler artık dişsiz doğmuşlar. Böylece hepsi kurtulmuş. Gökten üç elma düşmüş. Biri bana, biri babama biri de kara kediye.

Ellerini avuçlarımın arasına aldım. İsmini sordum. Dudaklarını kulağıma yapıştırdı.

– Aliye ama herkes Ali diye biliyor. Babam, erkeksen daha şanslı olursun diyor.

Pantolonunun aşağısını göstererek “ Benim de fırangalarım var,” dedi. Paçalarını yokladığımda, üç tane kot pantolonu üst üste giydiğini fark ettim.

– Tehlikelerden kaçmak için bana zaman kazandıracakmış. Hepsinin de ayrı kemeri var.

– …

– Peki, ben de yavru fil gibi kötü insanlardan kurtulamaz mıyım? Önce ölürüm, sonra da onun gibi eksik doğarım. Çişimi, kakamı nasıl yaparım ama. Ha abla?

Yanı başımızda çok büyük bir patlama oldu. Birbirimize sarıldık. Biz olduğumuz yerde kalırken, çevremizdeki tüm nesneler bir toz bulutunun içinde uçuşuyor, her şey sanki olması gerektiği yere doğru yöneliyordu. Renkler bir kaybolup, bir beliriyordu. Aliye’yi göğsüme bastırmış, bekliyordum. Otobüsün içi yavaş yavaş sakinleşti.

Mavi bir elbise giymişti. Uzun siyah saçlarını, çiçeklerden yapılma bir taç süslüyordu. Otobüsten indi. Babası Aliye’yi almaya gelmiş, kızına sımsıcak gülümsüyordu. El sallarken, “Artık korkmuyorum,” dedi.

Gökten üç elma düştü. Üçü de…

…………

– Bir şey söylemeye çalışıyor.

– “Korkuyorum,” diyor doktor. Zavallı çocuk…

– Nabız alamıyorum. Şoku hazırlayın.

…………

– Yine mi bir şeyler yazıyorsun? Anlamıyorum seni. Çık dışarı, gez dolaş. Yazınca ne oluyor ki?

– Belki birkaç kişi okur. Sen bile okumuyorsun gerçi.

– Şu çocuğun başına geleni duydun mu? Zavallı çocuk…

– Haberim var.

……………

Şuraya iki gözü iki çeşme ağlayan yüz emojisi. Ardından iki tane kızgın yüz. Olmadı, araya birkaç tane şimşek ve üzgün yüz yerleştir. Şimdi daha iyi görünüyor. Zavallı çocuk… Hamilelik fotoğraflarını kime çektirsek acaba? Sekizinci ay çok özel. Şu ünlü fotoğrafçıya gitmeli. Ayla’nın karnını en iyi o çeker. Masal gibi atmosfer yaratıyor adam. Çok tuzlu ama olsun. Prensesimize her şey feda.

 

Gülayşen Erayda