Kadın sorunlarına yoğunlaştığı romanlarıyla ünlü, İtalyan yazar Dacia Maraini’nin, Napoli 1995 ve Sibilla Aleramo 1995 ödüllü Sesler romanının “Taksi, beni Santa Cecilia sokağındaki apartmanın bahçe kapısının önünde bıraktı.” gibi rahat bir tümceyle başlaması hoşuma gitti. Çünkü biliyordum ki gelecek sayfalarda huzursuzluğum artacaktı.

Romanın cinayete kurban giden karakteri Angela her çocuk gibi tertemiz doğmuş, çocukluğunu sekiz yaşına kadar yaşayabilmiş bir kadın. Oturduğu dairenin kapısında hiçbir zorlama yok. Çıplakken arkasından bıçaklanarak öldürülmüş. Romanda bazı konular şüpheliler tarafından saklansa da anılar ortaya döküldüğünde şöyle bir irkiliyorsunuz. Hoş, ülkemizdeki kadına bakış açısından böyle durumlara alışkınız. Hangi gün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde bir ya da iki kadının yaralandığını veya öldürüldüğünü okumuyoruz ki? Daha bugün, vücut geliştirme şampiyonasında dünya ikincisi olan bir kadının sevgilisi tarafından öldürüldüğü yazıyor. 2017’de 409 kadın, 2018’de 399 kadın öldürüldü Türkiye’de. Tacize, tecavüze uğrayanların sayısını varın tahmin edin.

Seyahatten döndüğünüz bir gün, karşı dairenizde oturan, görüşmeseniz de asansörde karşılaştığınız kadının bir cinayete kurban gittiğini öğreniyorsunuz. Ne düşünürsünüz? Ne yaparsınız? Üstelik bir radyoda program yapıyorsanız… Bir de tam o sırada müdürünüz katilleri bulunamamış kadın cinayetleri programı yapmanızı âdeta emretmişse… İşte bunları romanın anlatıcısı Michela yaşıyor. Olaya çok üzülüyor. O da yalnız yaşayan bir kadın. Sevgilisi Marco genellikle seyahat edip çok sık yer değiştirdiği için telefon numarası veremiyor. Yazar, romanı cep telefonu olmadığı 1994 yılında kaleme almış. Yalnız kadınların, evlerinde kendilerini güvende hissedebilmelerinin zorluğunu görüyoruz. Üstelik yanı başınızda bir cinayet işlenmişse Michela’in yaşadığı gibi geceler geçmez bir hale geliyor. Michela’in duyarlı olduğu bir olgu da kitaba adını veren “sesler”. Ona göre tüm eşyalar, örneğin basit bir sabun bile konuşuyor. Okura birçok eşyanın seslerini duyurmaya çalışan Michela, romanın sonunu, “Sesler devinen cisimlerdir ve her birinde bütün canlı varlıklarda olan anlaşmazlıklar, çözümleri güç karmaşalar vardır; ister güzel ister çirkin, ister zayıf ister güçlü olsunlar, bütün seslerde insanı duygulandıran ve bir kitabın sözcükleri gibi kolaylıkla susturulamayan, bir gece göğündeki takımyıldızlar gibi binlerce küçük noktayla dolu upuzun mavi damarlar vardır.” diyerek bitirirken acı olaylarla yorulan okuru giderayak tekrar düşünmeye yönlendiriyor.

Michela, evinde ne kadar korku içinde olsa da katili bulmak için elinden geleni yapıyor. Bazen müdüründen izinli ki o sırada müdür onu her yolla takip ediyor, bazen de izinsiz, şüphelilerin peşine düşüyor. Bir yandan da radyodaki arkadaşları, yapacağı programın konusuyla ilgili eski haberleri fotoğraflarla, kasetlerle ona ulaştırıyorlar. Uzun bir liste oluşuyor. Detayları keskin… Özellikle küçük kız çocuklarıyla ilgili “Giorgina, R.,7 yaşında. Irzına geçilmiş, boğulmuş ve Ombrone nehrinin kıyısına bırakılmış. Ayakkabıları iki yüz metre ötede bulunmuş. Olay aydınlatılmamış…” gibi haberler ve fotoğraflarının anlatımı yürek dağlayıcı.

Michela, araştırmaya aile bireylerinden başlıyor. Angela’ın bir ablası, bir de annesi var. Sevgilisi Giulio, cinayet gecesindeki tanıklarıyla aklanıyor. Aslında ablası Ludovica ile nişanlısı Mario’nun da tanıkları var ama kadının tutarsız konuşmaları, adamın da eski bir hükümlü olması düşündürüyor insanı. Anne Augusta, ilginç bir karakter. İlk kocası ölünce girdiği bunalımı ikinci evliliği ile atlatmış. Ama o kocası Gulauca’da on beş yıl sonra çok genç bir kadınla evlenerek onu terk edince tam bunalıma girmiş. Ellerine kadar yayılan cilt hastalığını şık giysilerine uygun eldivenlerle gizliyor. Katilin bulunmasını umursamıyor. Ludovica’nın yaşanılanları karıştırdığı ortaya çıktığında akıl hastanesinde yatanın Angela’ın değil de o olduğunu öğreniyoruz. Angela modellik, figüranlık yapmış ama sesini duyuramamış bir kadın.

Karakterlerden biri de hayat kadını Sabrina. Diğeri Sabrina’yı pazarlayan Nando. Sabrina, Angela’ın fahişelik yaptığını söylese de Angela’ın evinin anahtarı kendisinde olan Nando bunu inkar ediyor. Hem polis Sofia hem de biz okurlar bu garip giyimli, değişik yüzüklü Nando’dan şüpheleniyoruz. Sabrina’nın intiharıyla şüphelerimiz artıyor. Ama Nando, bir gece Angela’nın evinden masallarla dolu bir kaseti alıp Sabrina’nın cenazesinde kimseye görünmeden Michela’e veriyor. Bu çok ilginç geldi bana. Gelecek sayfalarda romanın kilit noktası olduğunu görünce yanılmadığımı anladım.

Michela masallardan bölümler paylaştıkça beynimde bir ışık belirdi. Yirmi masalın hepsinde bir kız ve babası mutlaka bulunuyor. Babaların hepsi hem seven hem yaralayan babalar. Hemen ensest geliyor aklıma. Aslında Michela’in yan dairesindeki cinayetten sonra huzursuz geçirdiği gecelerde, ölmüş babasının kendisini ziyaret ettiğini, bazı anılara döndüğünü, babasının ellerinden bahsettiğini okuduğum satırlar da bende ensesti çağrıştırmıştı. Zaten Michela, cinayet aydınlanmadan bile Angela’nın çocukluk fotoğrafına bakıp bakıp kendini onunla özdeşleştiriyor.

Angela’ın bu kasetin Michela’in eline geçmesini isteme sebebi, kendisine hayranlık duyması, radyo programlarını hiç kaçırmaması, onun gibi olmak istemesiymiş. Ama Michela’in sevgilisi Marco ile de ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Böylece Marco’da şüpheliler arasına giriyor. Tabii diğer bir şüpheli de üvey baba Gulauca. Romandaki çevre betimlemeleri çok hoşuma gitti. Bazen İtalya’nın sokaklarında, caddelerinde isim isim dolaşıyoruz. Michela, Gulauca’nın şehir dışındaki evini ararken kaybolduğunda ben de kayboldum sanki. Ama Michela kadar ben de bu ziyarette üvey babanın halim selim hallerinden huzursuz oldum. Bir şeyler saklıyordu sanki bu heykeltıraş. Üzerinde çalıştığı heykel Angela’ya benzese de “O değil,” diye ısrar ediyordu. Yazarın romanda sanat kollarına yer vermesini de sevdim. Satırlar arasında Picasso, Belatta, Van Gogh gibi ünlü ressamların tablolarının isimleri yer alıyor.

Her şey, bir gün, daha önce “Sevgilimden dayak yedim,” diye Michela’in evine sığınan ama yalanı ortaya çıkan Ludovica’nın üvey baba hakkında anlattıklarıyla ortaya dökülüyor. İnanıyorum ona. Önce onun, sonra Angela’ın başına gelen mide bulandırıcı şeylerin uydurulmasının zor olduğunu düşünüyorum çünkü. Ve tüm bunlara göz yuman bir annenin olabileceğini aklım almıyor bir kadın ve bir anne olarak. Angela’a ait bir tomar kâğıdı yaktığını öğrenince katil belki de anne diyebiliyorum.

Bu arada Michela’e verilen haber dizisi elinden alınmaya kalkışılıyor. Müdür, programı saygın birine vererek dinleyicilere daha profesyonel biçimde yaklaşabileceklerini öne sürüyor. Hâlbuki daha önce kadın dinleyicileri arttırmak için düzeyin düşmesini, ev kadınlarını daha çok ağdalı aşk, ölüm, ıstırap, dehşet öyküleriyle kanala çekebileceklerini, spor ve politika programlarına son vermeleri gerektiğini söyleyen yine kendisi. Aklıma bizim ekranların o saçma sapan programları ve büyülenmiş izleyenleri geliyor.

Anne, zihnimi kurcalarken aslında aklım o üvey babada… Cinayetin işlendiği gece, karısının bir kız çocuğu doğurduğu, hastane kayıtlarında çıkınca açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Bu arada Nando’da yakalanıp kan testi uymayınca şüpheliler arasından ayrıldı. Geriye Michela’in sevgilisi Marco kalıyor ki o da geri dönmek istemediğini, Michela’den ayrılmak istediğini söyleyince tüm şüpheleri üstüne çekiyor. Michela’in aklı, sevgilisinde niye kalıyor anlamıyorum. Kendisini kapı komşusuyla aldatan bir erkek var karşısında. Romanın başında annesini aldattığı için babasını öldürmek istediğini söyleyen Michela’i hayat bu kadar değiştirmiş demek ki diye düşünüyorum.

Zaman sadece insanları mı değiştiriyor? Kavramlar da değişiyor. Örneğin komşuluk kavramı. Ülkemizdeki durumunu biliyoruz. Artık değil komşuluk yapmak, apartmanınızda kimin oturduğunu bilmek bile imkânsız gibi. Romanda da iki yalnız kadın karşı dairelerde oturdukları halde birbirleriyle hiçbir iletişim kurmuyorlar.

Michela’in teybe kaydettiği şüphelilerin seslerini onlarca kez dinlemesi, onlardan bir şeyler çıkarma çabaları boşa gidiyor. Çünkü eline geçen bir tartışma programından anladığı gibi bu katiller, deli, hasta ruhlu insanlardırlar. Çok iyi rol yaparlar. Toplumda her alanda karşılarına çıkan kadın düşmanlığı yüzünden, hastalıkları kadınlara karşı saldırganlığa dönüşmüştür. Üvey baba Gulauca’da dış görünüşü, sesine kattığı özel bir ezgi ve kültürü ile insanları kandıran bir sapık olabilir savım kuvvetleniyor. Oysa adam, Michela’ya yolladığı kasette cinayet gecesi Angela’ın dairesinde olduğunu itiraf etse de katil olmadığını, o ayrıldıktan sonra gelen biri tarafından öldürülmüş olacağını anlatıyor. Hemen hani bu adam cinayet gecesi hastanede çocuğunun doğumundaydı diye düşünüyorum. Meğer hemşirelerin tembelliği yüzünden saatlerde bir karışıklık olmuş. Gulauca’nın da işine gelmiş bu durum. Karakollarda sürünmek istememiş. Adam, “Benim çok sevdiğim kızımdı “ o diyerek Angela için neredeyse ağıtlar yakıyor kasette. Yüreğim yumuşuyor. Tekrar eliyorum adamı şüpheliler listesinden. Ludovica’nın da öyle iğrenç ilişkileri nasıl uydurduğuna hayret ederek elektroşokun etkisine bağlıyorum tüm anlattıklarını. Marco’nun yakalanmasını bekliyorum.

Ama yazar öyle bir ters köşe yapıyor ki okuruna… Michela’i arayan Sofia, üvey babanın intihar ettiğini ve kanının katilin kan izine uyduğu haberini veriyor. Şokta mıyım? Biraz… Gulauca gibi insanların çift kişilikli olduğunu biraz olsun bildiğimden onun katil olduğuna eminken yazarın okuru ters köşe yapmasına bozulmuyor değilim. Ama romanın canlılığı açısından gerekliydi herhalde.

Roman bitti güya. Katil de bulundu. Rahatlamam gerekiyor ama içim oldukça huzursuz. Sebebi belli. Küçük kızlar, kadınlar hep tehlikedeler. Çoğunlukla en yakınlarından geliyor bu tehlike. Yoksa yalnız bir kadın kapısını yabancıya niye açsın? Romanın bitmesi, okumasının bitmesi oluyor. Kafamda bir süre geziyor benimle. Günlerce romanda sık sık konusu geçen mavi tenis ayakkabıları geliyor gözümün önüne. Bu arada romanın kadınları sık sık yokluyor zihnimi. Önceliği yazar alıyor. Dacia Maraini, üç yıl ailesiyle Japon toplama kampında esir tutulup yarı aç yaşamış. Güya İtalya faşizminden kaçmak için Japonya’ya taşınmışlar. Çocukluk travması yaşamış yazar. Ayrıca bu kadar roman, deneme, şiir, piyes yazmış, ödüller almış, İtalyan feminist hareketi öncüsü, kitapları birçok ülkenin üniversitesinde okutulan bir yazar olarak biyografisinde İtalya’nın ünlü şair ve yazarıyla yirmi yıllık beraberliğinin öne çıkarılması hangi statüde olursanız olun kadın olmanın zorluğunu açıkça gösteriyor. Bunun bir örneğini de Beyaz At romanının yazarı Elsa Triolet’in adının Louis Aragon’un karısı olarak geçmesinde görebiliriz.

Sonra Augusta yaralıyor beni. Hayatında bir erkek olacak diye kızlarını harcayan bir kadın örneği. Böyle kadınların ülkemizde de olduğunu biliyoruz. Ensest ilişkiler ortaya çıktığında evliliği bozulmasın diye kızını susturduğu anlaşılan veya kocasının tehditlerine boyun eğen kadınların haberlerini okuyoruz. Bunları kızına ve kendine yaşatmaktansa, ucunda ölüm bile olsa hiçbir tehdide boyun eğmemesi gerekmez mi bir annenin diye kahrediyorum.

Michela’e radyoda uygulanan mobing de iş yaşamlarında kadınların sık sık karşı karşıya kaldığı tutumlar. Michela, Marco Angela’ı öldürmedi diye seviniyor. İlişkisine devam etmesi yüzünden gurursuz bir kadın olarak görüyorum onu. Toplumumuzda da böyle susup kabullenen kadınlar var ne yazık ki var. Erkeğin elinin kiri olan olay, kadın yapsa çok kez yaşamının sonlandırılmasına sebep oluyor ne yazık ki…

Romanın en çok mağdur olanlarına geliyor sıra. Hem babalarının ölümü hem de babalarının yerine gelen adamın gündüz herkesin gıpta ettiği sevecen bir baba olmasına karşın, geceleri üstlerine çöken bir cellât olması, bu iğrençlikten hamile kalmaları ve narkoz almadan kürtaj olmaları o iki kızın nasıl hayatlarını karartmaz ki… Yaptıkları yanlış evlilikler, birbirlerinin eşleriyle ilişkileri, paralı cinsel ilişki kurmaları, affedememe duygularıyla mücadeleleri… Tüm bunlar, sadece onların hataları olamaz. Aynı, hayat kadını Sabrina gibi…

Romanın kadın karakterlerinden ikisi de insanlardan uzaklaşmış kendilerini kedilere adamış kadınlar. Çevremizde ne çok görürüz bu kadınları. Adeta kedilere sığınıp onlar için yaşarlar.

Romanın erkek karakterleri de zaman zaman gelmiyor değil aklıma. Nasıl bu kadar kötü olabiliyorlar soruları kafamı didikliyor. Michela, kadın cinayetleri araştırmalarında rastladığı kayıtları aktarmış. İki akademisyen erkek, erkek terörü hakkında tartışıyorlar. İlk akademisyen, erkeğin doğasındaki saldırganlıkla beraber, ırza geçme olayının erkeğin kendini koruma içgüdüsünden geldiğini söylerken diğeri, “Ya öyle değil de, karşı cinse egemen olmayı, kendini korumanın ilk ödevi olarak kabul eden tarihsel içgüdünün sapık bir ürünüyse?”diye sorarak özetle; erkeğin yapısındaki yaradılıştan gelen derin ve mantığa aykırı bir saldırganlığın eğitimle dizginlense de tam olarak yok edilemediğini, kış uykusuna yattığını ve bazı ortamlarda dışa vurulduğunu söylüyor. İyi yetişmemiş, davranışlarında aklını ve sağduyusunu kullanmaya alışmamış bir erkek, bu dışa vuruma karşı koyamazmış. Akademisyen, ırza geçmenin cinsellikle hiçbir ilgisinin olmadığını, kadını aşağılayıp onurunu kırmak isteğinden kaynaklandığını da ekliyor. Güçlünün zayıfa üstünlüğünü ispat etmesi… Savaşlardaki ırza geçmeleri, kanla kazanılan ve düşmanın onurunun kırılmasıyla mühürlenen bir üstünlük olayı olarak görüyor. Aklıma Kurtuluş Savaşı’mızdaki düşman askerlerinin yaptıklarıyla, bazı fotoğraflar geliyor. Çenemi ve yumruklarımı sıkmış buluyorum kendimi Hani biz kadınlar, “Erkek milleti işte!” deriz ya onlara kızınca; bunun çok ötesinde bir şeyler yapmak, söylemek gerektiğini düşünüyorum. Yine iş kadınlara düşüyor. Kadınların erkek çocuk annesi olur olmaz, onları kadına değer veren bireyler olarak yetiştirmesi için özel eğitim almaları gerektiğini düşünüyorum ki o erkekler doğanın onlara kurduğu kumpasın içine düşmesinler. Yani kadının çilesi bitmiyor… 

Kafam yorgun… Tüm bunlar zihnimde çarpışırken dönüyorum Nilgün Marmara okumaya yeniden.

   “uyanıyorum küstah sözcüklerle:

   Ey iki adımlık yerküre

   Senin bütün arka bahçelerini

                 gördüm ben!”

Sevgi Ünal