1960’lı yılların Türkiyesi, İstanbul’un Sultanahmet semti… Uzun yaz günlerinin ilki, Haziran ayının yirmi biri… Mahalleye gelen bir gazeteci bize poz verdirip resmimizi çekmişti. Aynı bu fotoğraftaki gibi gülümsememizi istemişti. Çocuksu gülümseme yüzlere yansımış. Çocuklar… Çocukluk… Çocukluğum…

Annem uzun yaz günlerini bahane ederek, yemekten sonra, “öğlen uykusu!” dediğinde canım sıkılırdı. “Oyunum yarım kaldı. Arkadaşlarım beni bekliyor!” desem de annemi kandırmak zordu, mecburen boyun eğerdim.

Yine bir gün ter içinde uyandım. Hemen ve hiç vakit kaybetmeden tokyolarımı ayağıma geçirdim. Annemin ve kardeşlerimin uyanmaması için yavaş hareket ederek, doğruca sokağa fırladım. Karolina beni beklemekten sıkılmış olmalı ki oyun oynadığımız arsada yoktu. Hemen yönümü evimin bitişiğindeki komşumuz Karolina’ların ahşap evine çevirdim. Sokak kapısı açık olan evin sahanlığını geçip merdiveni çıkarken, ahşap basamakların gıcırtısını duymuş olmalı ki, Karolina kapıyı açtı. “Senin olduğunu tahmin ettim. İçeri gel!”

İçeri adımımı atıp, merdivenlerin boğucu karanlığından kurtulduğum anda, evi saran hamur kokusunu hissettim ve Karolina’nın annesiyle yüz yüze geldim. Bana gülümseyerek, parmak işaretleriyle birlikte, dilinin zorlanarak döndüğü ağzının içinden kulağımı tırmalayan sesler çıkardı. Yüzüm yine kızardı. Annesinden çekindiğim için değildi kızarmam. Engelli olmasından ötürü onunla iletişim kuramamamın ezikliğiydi bu. Arkadaşımın yüzüne utanarak çaresizlik içinde baktım. O çoktan parmak hareketleriyle annesiyle iletişimi kurmuştu bile.

“Öğleden sonra işinden izinli eve geldi.” dedi. Bana dönerek, oturmam için ahşap yuvarlak sandalyeyi gösterip mutfağa gitti. Onu beklerken, evdeki limon kolonyasının kokusu içime işledi. Bu evin kendine has bir sessizliği vardı.

Karolina’nın annesiyle babası, sağır ve dilsizler okulunda tanışıp evlenmişler. Babası annesine göre sesleri çok az duyabilse de, annesi hiç duymuyormuş. Üç kız çocukları anne ve babaları gibi sağır ve dilsiz değillerdi.

Sofa ile odanın arasını bölen kapının vitray camlarını izlemek hep hoşuma giderdi. Pencereden içeri giren güneş ışığı, vitrayın bordo rengini parlak kırmızıya, koyu maviyi gök maviye, turuncuyu ise güneş sarısına dönüştürmüştü. Gökkuşağı renklerini keşfetmenin mutluluğu içindeydim. Sarı rengin yaydığı sarı huzmeyi başımla takip ederken, kapıda Karolina göründü. Elinde, bizim evlerimizde pişirmediğimiz, hamursuz ile mutfaktan gelen arkadaşım “ Haydi sokağa çıkalım.” dedi.

Yufka şeklinde ve tadında olan hamursuz ismi verdikleri yiyeceği yemem için bana uzattı. “Sizin hamursuzu ve kırmızı yumurtalarınızı çok seviyorum, hele de saç örgüsü şeklinde yaptığınız paskalya çöreğiniz var ya… Hepsinden çok da onu seviyorum.” dedim, tokyolarımızı giyerken.

Sokak çeşmesine henüz varmıştık ki, diğer çocuklar bizi görünce her zamanki gibi yanımıza koşarak geldiler. Karolina ile benim etrafımda halka oluşturmuşlardı bile. Konuşacak çok lafım vardı. Her yaz tatilinde, Ankara’ya teyzeme ve dayıma giderdik, yeni dönmüştük. Şehirlerarası yolculuğumu ve Ankara’yı, anlatırken, onu ne kadar çok özlediğimi anımsadım. Karolina “Musevi Ortaokulu’na bu yıl başlayacağım.” dedi. Ben de “Çemberlitaş Kız Ortaokulu’na gideceğim. Annem okula kaydımı yaptıracak.” dedim.

Karolina konuşurken, yüzünün kıvrımlarını, mimiklerini inceledim. Özlemişim. Güzeldi benim arkadaşım, hem de çok güzel! Siyah, iri dalgalı saçları çok parlak. Saç renklerimiz aynı olmasına rağmen benim saçlarım hem kısa hem donuk. Siyah, kıvırcık ve gür kirpikleri uzun. Dudaklarının dışa kıvrımının dolgun oluşu ve kahverengi gözlerinin iriliği ayrı ayrı güzeldi. Çocuktuk…

Aynı yaştayız. Onun babası gibi benim babam da öğretmen. Anne ve babalarımızın, selamlaşmanın yanı sıra, bayramlarda yazışarak anlaşmaya çalıştıklarını görüp mutlu olduğumu anımsıyorum. Babam ve annemin aralarında, işaret dilini bilmedikleri için, onlarla arzu ettikleri gibi iyi komşuluk yapamadıklarını konuştuklarını duymuştum.

Sokak çeşmesinin karşı köşesinde mahalle bakkalının duvarına yaslanıp boylarımızı ölçmüş, aynı boyda oluşumuza benim kardeşlerimi ve arkadaşlarımızı şahit tutmuştuk.

– Karolina bak annen çağırıyor!

– Gelmek istemiyorum!

Annesi, kulakları tırmalayan sesiyle, camdan yarı beline kadar sarkmış, el kol hareketleriyle “Gel!” anlamında, işaret ediyordu.

– Gitsene!

Canı sıkkın, ayaklarını sürüyerek, annesiyle rahatça iletişim kurabileceği yükseklikteki pencerenin altına yürüdü. Tabii, ben ve mahalledeki çocuklar da peşinden… Hararetli el ve parmak işaretlerine mimikler, ağız ve dil hareketleri de ilave olmuştu. Ana kız, konuşmaya başladılar. Konuşmalarını çözemedim. “Ne diyor?” diye sordum. Bana eliyle, bir dakika işareti yaptı. Diğer çocukların bu konuşmayı anlama ve yorumlama çabaları içinde, bekleyişlerine ben de katıldım.

Bir elinin avucunu açmış, diğer elinin parmaklarıyla avuç içine şıp şıp vuruyordu. Çamurla oynarken, köfte yaptığımız gibi… Arada bir boğazına işaret parmağı ile tık tık vuruyor, sonra da başparmağını işaret parmağı ile birleştirip poposundan yukarıya doğru ritmik el hareketi yapıyordu.

-Hep et et! Hep köfte köfte! Kuru fasulye isterim, kuru fasulye!

Bana dönerek; “Hangi yemeği pişireyim?” diye sordu. “Et ve köfte yemekten bıktım, akşama kuru fasulye pişirmesini istedim.” dedi.

Ablaları Niça ve Meri, benim iki büyük ablamla yaşıttı. Üç kardeş, üç kardeşle kan kardeşi olmak istedik. Parmağımızı kesip kan çıkaramadık, öyle kolay değildi. Canımız yanacaktı. Kimsede cesaret yok. Fikir en büyüğümüz Niça’dan çıktı. Saçlarımızı kopardık ve birbirine doladık. Ablalarımıza bakarak Karolina ve ben de aynısını yaptık. Kapımızın önündeki akasya ağacının dibine gömdük.

Sabah sokak çeşmesi başında buluşmak üzere sözleştik. Ertesi gün, beklemekten sıkılan oyun arkadaşlarımla “Ende tura güzellik.” oynadık. Gözüm Karolina’ların kapısında ama Karolina yoktu. Şaşkındım, onsuz hiç tadı yoktu oyunun…

Ablam öğle yemeğine çağırdı. Yemekte annem, “Gelinlik çağına gelmiş Niça’ları.” dedi ablama. Günlerdir anlayamadığım, çözemediğim, sorduğum zaman kaçamak cevaplar aldığım konu neydi? Annem suratımın asıklığından anlamıştı. “Niça evleniyormuş.” dedi.

-Karolin’i neden sokağa bırakmadılar. Peki?

-Sanırım İsrail’e gidiyorlar. Niça İsrail’li bir gençle nişanlanmış.

Babam, akşam beni karşısına aldı. “Komşumuzun, yani arkadaşın Karolina ve ailesinin Yahudi olduklarını da biliyorsun, değil mi? Yahudiler, Türkiye’de ve dünyanın her tarafında yaşayan soydaşlarını yeni kurulan ülkeleri İsrail’e çağırıyorlar. Götürebildikleri eşyalarını yanlarına alıp götüremedikleri mülklerini yani evlerini Türklere satıp gidiyorlar. Babası tek tek yazarak anlattı bana.”

Sessizlik oldu.

– Mecburlar mı gitmeye baba?

– Değiller tabii… Onların da vatanı burası. Burada doğdular, büyüdüler. Onlar da bizim yurttaşımız. Haklarından vazgeçiyorlar. Yavrum sen okulda yurttaşlık dersi göreceksin. Bunu bilmen gerek. Gitmek için sebepleri var. Doğdukları yeri, Türkiye’yi, tabii ki özleyecekler.

Günler sonra görebildim arkadaşımı.

“İsrail’e gidiyorum.” derken ağlamaya başladı. Birbirimize sarıldık. Gözyaşlarımızı silerek öpüştük. Bu gün bile koşarak uzaklaşması gözümün önüne gelir, içim sızlar…

Güner Başaytaç