Öyle derler; yaşanmışlıklar ve onların izleri insanları yorarmış. Ruhları kadar yıpranıp çökermiş bedenleri de. Ha, bir de bunu yüzlerinde bazıları artık hafif yarık haline gelmiş o anlamlı çizgilerden anlarız. Kaç gece uykusuz kalmışızdır kafamız bozulup. Kaç zaman kaşlarımız çatık, dişlerimiz kenetli gezmişizdir bizi gücendirdikleri için. Veya maaş gününe kadar nasıl geçineceğim diye kasılıp durmuşuzdur. Yine de yıllar hiç anlamadan geçmiş, evlatlar büyümüş, okullarını bitirmiş olurlar. Bir de bakarsınız düğünlerinde dans ediyorsunuz. Sonra da gelsin tatlı torunlar… Tıpkı benim gibi. Babaannesinin tatlısı…
Bir pazar günü telefonum çaldı. Arayan Bebeğim’di.
– Tatlım, ben artık başa çıkamıyorum bu ellerimin titremesiyle. Şimdi de sağ bacağım titremeye başladı. Çay, kahve, yemek, fare… Onlardan vazgeçtim. Bak sabahtan beri gazetedeki bulmacayı bile çözemiyorum. Pes ediyorum, dediğin doktora gidelim.
Böyle başladı mavi gözlü, gümüş saçlı babaannemin hastalığıyla tanışmamız. “Bebeğim,” derim ona. Ufak tefek, cimcime görünüşlüdür. Hani o yaşanmışların izleri var ya biraz önce bahsettiğim işte onlarla doludur yüzü. Günlerini şehit derneklerinde geçiren, yaşına rağmen, şehir dışında bile olsa şehit aileleri için yapılan her etkinlikte yer alan bebeğim için tüm bunlar “yaşamak” demekti. Günlerini böyle geçirebiliyordu ama ya geceleri… Uykusuzluğun zirve yaptığı, bundan yüz bulan anıların, birer birer zoraki konuk olduğu kara geceler, onun için kâbustan beterdi. Öyle gecelerin ertesi günü bile babaannemi çok uzaklardaki bir şehit ailesinin evinde görebilirdiniz.
Bir gün Bebeğim’in ellerinin titrediğini fark ettim. Bu duruma hiç aldırmasa da zamanla hareketlerinin yavaşlamasıyla evden çıkamaz oldu. Sosyal medyada arkadaş olduğumuzdan tüm geceyi ekran karşısında geçirdiğini sabahları anlayıp hemen telefon eder geceleri yatağında olsa belki uyuyabileceğini, durumuna çok üzüldüğümü söylerdim. O da “Kabul etmesem de yaşlıyım artık işte. Uyku bana lazım değil. Hem biliyor musun bu titreyen ellerle fare kullanmak ne kadar vakit alıyor?” diye tekrarlayıp dururdu.
Doktor lafını ağzıma aldırmıyordu bile. Gurur yapıyordu sanki bedenine. Ama bazen “Ayaklarım sanki benim değil,” gibi tümceler kaçırıveriyordu ağzından. “Biri şehit, iki evladını toprağa vermiş bir anne ne kadar iyi olabilir?” diyorlardı babaannemle ilgili kaygılarımı anlattığım insanlar. O zaman binbaşı amcamın ölüm haberini aldığımız gün aklıma düşerdi. Babaannemin hastanede olduğu haberiyle koşmuştuk. Meğer öğlene doğru, içinde askeriyeden ve sağlık hizmetlerinden görevlilerin olduğu bir grup, babaanneme şehit haberini vermişler. Babaannem baygın bir şekilde kapıda bekleyen ambulansa taşınırken mahalle sakinleri duydukları haberle şok olmuşlar. Sonradan “Bir gün önce bir anda yüreğimin üstüne koca bir kaya oturdu sanki. Meğer evladım o an şehit olmuş. Kapıyı açtığımda grubu görünce her şeyi anladım; sonrasını hatırlamıyorum,” diye hiç dinmeyen gözyaşlarına yenilerini eklerdi. Ne yazık ki çok kısa bir süre sonra babam kalp krizi geçirip aramızdan ayrılınca üzüntümüz bir kat daha arttı. Ben babamı kaybetmiştim ama Bebeğim, iki evladını kaybetmişti.
El titremeleri Parkinson hastalığını aklıma getirdi ilk önce. İnternette okuyunca belirtilerin bu hastalığa uyduğunu gözlemledim. Şimdi tek sorun, Bebeğim’i bir nöroloji uzmanına götürmekti ve o buna razı olmuştu artık. İçimde sevinçle örülü bir buruklukla sabahı zor yaptım.
Kapıda eşimle beni karşıladığında gözlerindeki mahzun ifade yüreğimi deldi. Mağlup olmuş kabul ediyordu kendini, biliyordum. Ailemden hayatta kalan tek varlığımı tanımaz mıyım ben? Doktor muayenesinde önerilen bazı hareketleri tam olarak yapamayınca canım sıkıldı. Genel bir sağlık taraması önerisiyle odadan çıktık. “İlaçlara başlamadan bir görelim babaannenizin durumunu madem uzun süredir sağlık kontrollerini yaptırmamış,” diyen doktorumuzun sözleriyle Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet edin,” vecizesi aklıma geldi. Hemen Bebeğim’e söyledim bunu. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Sabahki hüznün gölgesi bile kalmadı. Sevinerek devam ettim konuşmama. “ Dur,” dedim “Ben bu sözü senin salonuna çerçeveletip asayım, ”Benim bu hallerime gülmekten katılan babaannemin kafeteryada çay içerken elindeki fincanın titrediğini kimse fark etmedi. Kaç zamandır içine kapanan, yüzü gülmeyen Bebeğim’i güldürmüştüm ya o gün için bu sevinç yeterdi bana.
Kan değerlerini inceleyen doktorumuzun, babaannemin kolesterol dışında görünen bir sorunu olmadığını, ilk muayenesindeki teşhisinin Parkinson olduğunu söylemesine şaşırmadım desem yeridir. Şimdi bunu Bebeğim’e anlatmak ve verilen ilaçları düzenli kullanmasını sağlamak kalıyordu geriye. Söylediklerimi dinleyen babaannemin donuk yüzünü bir gülümseme yaladı geçti.
– Ben sana dedim ama değil mi turp gibiyim diye. Hem de bayır turpu gibiyim.
– Tamam da Bebeğim artık inadı bırak, bu bayıra biz de taşınalım.
– Kaç kere söyledim tatlım. Siz yeni evlisiniz; benim ne işim var aranızda.
– Bak dikkat etmiyorsun söylediklerime; bize taşın demiyorum artık. Biz buraya geleceğiz. İtiraz yok!
Ne olduysa bu kez kabul etti ve biz alelacele taşındık onun yanına. Aynı evde yaşamaya başladıktan sonra fark ettim ki babaannemin ağrıları vardı ve bundan doktora bahsetmemişti. İlaç tedavisi, bir müddet sonra ağrılarının azalmasını sağladı. Fakat sağ tarafındaki hareket azlığı artmaya başladı. Geçen birkaç yıl içinde belli aşamalarda ilaç değişikliği yapıldı. Babaannem artık ilaçsız yaşayamıyordu. Üstelik ilaçların yan etkisiyle artık yerinde duramayan, elleri ve başıyla dans eder gibi hareketler yapan bir kadın olmuştu.
Doktor, en son gittiğimde ilaç yardımı konusunda artık yapabilecekleri bir şey olmadığını söyleyince çaresizlik boynumu yağlı bir ilmek gibi sıktı. “Ama” diye konuşmasına devam eden doktorun “Ameliyat gibi bir olanak var elimizde artık,” dedi. O an sevineyim mi panik mi olayım bilemedim.
Beyin ve ameliyat… Ürkütücü bir ikiliydi benim için. Bir de babaannemin halini düşündüm bu sözcükleri duyunca. Doktor konuyu detaylandırmaya başlayınca biraz rahatladım. Duruma göre kafada bir ya da iki delik açılan, yapılan iğnelerle hiç acı duyulmayan bir işlemden bahsediyordu. Uzun sürse bile son bir-iki saatinde hastanın uyutulduğu bir ameliyat olduğunu, babaannemin iyileşeceğini öğrenmek içime su serpti.
Ameliyat uygun görüldükten sonra her şey hızla gelişti. Ameliyattan çıkan doktorumuz “Ne anılar dinledim babaannenizden bilseniz,” diyerek beni şaşırttı. Artık Bebeğim’in beyninde iki elektrot, göğsünde bir pil vardı ve elleri, ayakları, başı titremiyordu. Yürürken kollarını da sallayabiliyordu. Yemeğini biz yedirirken artık kendi yiyebiliyordu.
Büyümüştü Bebeğim birden.
Şimdilerde “Artık torun istiyorum,” diye tutturuyor. Annem babam benim evladımı görememişler ama o görmek istiyormuş. Bir ayağı çukurdaymış. “Hadi canım,” diyerek öpücük yağmuruna tuttum onu.
– Tamam, tek derdin torun olsun pilli Bebeğim benim. Sen torununun torununu görürsün merak etme; tabii bu öpücüklerimden boğulmazsan.
İki ay sonra, yaz tatili için uçağa binerken, babaannemin, üzerindeki aletin ayarı etkilenmesin diye güvenlik kısmından geçmeyerek elindeki doktor sertifikasını havalı havalı görevliye uzatmasını bir görebilseydiniz.
Sevgi Ünal