Yaşam yolculuğunun acemi sürücülerine…
Çocukluğun dünyasında arkadaşlarımla mutluluğumuzun büyüklüğünü vurgulamak için kullandığımız “sevindirik olma” içinde olduğum durumu tanımlayan en doğru ifadeydi. Yıllardır yolunu gözlediğim arabaya sonunda kavuşmuştum. Neredeyse katlayıp, yastığımın altına koymayı isteyebilecek kadar çocuksu bir coşkuyla karşılamıştım onu. Evet kullanılmıştı, sıfır kilometre değil çok çok kilometreydi ama benim için her haliyle makbuldü. O zamana kadar sadece kimlik olarak kullandığım ehliyetteki fotoğrafım bile bu değişikliğe şaşırmışçasına pozlanmış gibiydi. Soluğu hemen yollarda almış, bir yandan arabaya alışmaya çalışırken bir yandan da sürüş pratiğimi arttırmaya gayret etmiştim. On beş gün mahalle aralarında, dar sokaklarda sıkı manevralar yaparak geçmişti.
Hafta sonu Sapanca’da yapılacak masa tenisi turnuvasına oğlumla beraber katılacaktık. Son dakikada gelen bir haber, -arabasıyla beraber gideceğimiz arkadaşımın işi çıkmıştı- tüm hesaplarımı alt üst etmişti. Ufukta tek bir çözüm görünüyordu: Arabayla tek başıma gitmek. Doğrusu ben sürücü olarak, oğlumla kendimi oraya götürecektim. Bilgisine güvenerek danıştığım herkes zaten dümdüz bir yol olduğunu, nasıl vardığımı bile anlamayacağımı söylemişti. Kafamı boşaltmak için bilgisayarda oyun oynarken, yola arabayla çıkıp çıkmamaya karar vermeye çalışmıştım.
Üzerine vuran yeni bahar güneşiyle ısınmış arabaya bindik. Oğlum arka koltuktaki yerini aldığında kara üzüm gözlerine bakarak, kendimden emin gülümsedim. Yolculuğun başında güneşten yayılan rehavet bize nazlı nazlı eşlik etti. Dilovası bölgesine girdiğimizde ansızın gökyüzü karardı, dolu ile karışık deli dolu bir sağanak bastırdı. Silecekler son sürat çalıştıkları halde yağmurun hızına yetişemiyorlardı. Yoldaki araçlar dörtlülerini yakıp, yavaşlamışlardı. Burnumun ucunu göremiyor, gittikçe yükselen panik duygusuyla başa çıkamıyordum. Cama düşen her damlanın hücrelerimdeki çınlamasından, uykusunun geldiğini söyleyen oğlumun sesini bile zar zor duyabildim. En sağ şeritte yavaş yavaş gidiyordum. “Zikzaklı sağlamak” diyebileceğim o müthiş sürüş biçimine de orada tanık oldum. Hızlarını azaltmak gibi bir kaygıları olmayan arkamdaki bütün tırlar ve dev kamyonlar; önce soluma oradan da bulunduğum şeride zıplıyorlar, önümdeki araçla aramızdaki küçücük boşluğa arsızca sızıp, beni fren yapmaya zorluyorlardı. Daha önce hiç oynamadığım bir bilgisayar oyununda gibiydim. Hem önüme aniden çıkan o devlere çarpmayacak hem de yoluma hiç durmadan devam edecektim. Bu zorluklarla uğraşırken arabayı durdurup dışarı çıkmak, yağmurun altında ıslanmak için delice bir istek duyuyordum.
Bu güçlü arzu beni eline geçirmiş durumda yol alırken, hayatımıza kırmızı bir araba girdi. Aramıza bir devin sızmasına karşın, mesafemizin açılmasına asla izin vermeden usta bir rehber gibi, tırısta giderek bana eşlik etti. Tırısta diyorum çünkü Sapanca levhasını görür görmez sinyalimi verdiğimde, hedefime yaklaştığımı anlayan kırmızı arabanın sürücüsü, o çılgın yağmura rağmen öyle bir gaza bastı ki gerçek hızının ne olduğunu oracıkta anladım.
Kontağı kapatır kapatmaz oğlum uyandı. Turnuvanın yapılacağı salona çoktan gelen arkadaşlarımın yanına gittik. Kötü hava koşullarından ötürü bizi çok merak etmişler, aradıkları cep telefonum da açılmayınca iyice endişelenmişlerdi. Çevremizi öyle bir sarıp sarmaladılar ki yolda çektiğim tüm zorluğu unutturdular. Maçlarım bittiğinde olan olmuş, grubumdaki herkese yenilmiştim. Sonunculuğumu kutladığım akşam yemeğinde, bir yandan rahatlamaya çalışırken bir yandan da geriye nasıl döneceğimi düşünüyordum.
Sabahı sabah ettim. Hava çok güzeldi ve çanlar benim için dönüş vaktini çalıyordu. Arkadaşlarım maçlarına devam ediyorlardı. Kuyruğu dik tutma çabasıyla onlara bir şey hissettirmeden vedalaştım. Birkaçının maçlarını bırakıp, birlikte gitme teklifini de güzelce reddederek arabaya bindim. Sapanca’dan İstanbul yönüne döner dönmez yine aynı gök gürültülü sapasağanak başladı. İlk karşılaştığım engeli kolayca aştım. Doğa koşulları ile gelen ilk hamleyi savuşturmuştum ama oyunun kuralları da değişmiş gibiydi. Dev kamyonların dev tekerleklerinin tam ortasından çıkan uzun mızraklar üzerime üzerime tehditkâr geliyor, boş bir anımı yakalamaya çalışıyor gibiydi. Bir mızrağı atlatır atlatmaz diğeri yetişiyor, aramızdaki amansız mücadele tüm hızıyla devam ediyordu. Sağ şeritte kalmanın bizim için çok daha maceralı olacağına karar verip, kontrollü kontrollü önce orta, oradan da en sol şeride geçtim. Rahat bir nefes alıp, arka koltukta uyuyan oğluma göz ucuyla bile baktım.
Çalışmayan radyonun yerine geçip, şarkı mırıldanmaya başladım. Artık kırmızı arabanın rehberliğine ihtiyaç duymuyor, yolumda kendi başıma gidiyordum. Oynadığım bilgisayar oyunlarında şifreleri çözüyor, hapis olduğum odalardan kaçmaya çalışıyor ya can kazanıyor ya da canımdan oluyordum. Kendi canımla beraber oğlumunkini de yanıma aldığım kahredici bu oyundan dışarı çıkmak ve yağmurla bütünleşmek düşüncesi yine aklıma düşmüştü. Kurmaktan hiç vazgeçmediğim hayallerime bir de gözümün önünden akıp giden hayatımın filmi eklenmişti.
Düşündüklerimin arasında gözlerimi kamaştıran ışık demetini fark edip dikiz aynasına baktım. Arkamda ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz araçlık bir konvoy oluşmuştu. Anlaşılan sol şeritteki film izleme süremi epeyce abartmıştım. Hemen sağ sinyalimi verip orta şeride göz kırptım. Oradaki yerimi alır almaz, tüm araçların kapalı olması gereken camlarının, hırçın yağmura rağmen açılmış olduğunu fark ettim. İşte tam burada oyuna ses de eklendi. Yanımdan hızla geçen araçlardan sarkan koca koca adamlar, umumi tuvalet kapılarında görmeye alıştığım kendince kafiyeli iki dizeciğin benzeri şeyleri söylüyorlardı. Birkaç tanesine elimle özür işareti yapmayı denediysem de bu barış çubuğunun bir işe yaramadığını görünce o yöne bakmaktan vazgeçtim.
Gittim de gittim. “İstanbul İl Sınırı” levhasına ulaştığımda kendimi çok yorgun hissediyordum. Sadece yüz kırk kilometrecik olan mesafeyi bin yüz kırk kilometre yol almış gibi yaşadığım maceranın sonuna gelmiştim. Durabileceğim ilk servis alanına yöneldim.

Dışarı çıktım, yağmura durdum. Vardığımı haber vermek için aramıştım. Açmamıştı telefonunu. Bir umut akşama kadar aramasını beklemiş, hiç ses seda çıkmayınca onun için ne kadar önemli olduğumu anlamıştım.
deli dolu rüzgarda yağmura durdum
yağdım yağdım yağmur oldum
yanaklarımdan süzülen
dumanlı gökyüzünden düşen
acıyla tatlı birbirine karıştı
kulağımda oğlumun uykulu sesi dolaştı
– Geldik mi anne?
– Geldik geldik canım, oyun şimdilik bitti. Bir üst seviyeye geçtim galiba.
Gülayşen Erayda