Ne yaptım ben? Şehri terk ederken bu soruyu zihnimden çok karnımda hissediyordum. “Elveda güzel şehir!” dedim. “Seher vaktin akşamın kadar güzel.” Arabamızı kovalarmışçasına hızla uzaklaşan ağaçlar, üstündeki tabelaları okuyamadan geçtiğimiz binalar… Özellikle mobilya mağazaları. İçleri alelacele elden çıkarmaya kalktığımız koltuklar, yatak odası, yemek odası takımları dolu. Hani satamayıp da son gün eskicinin ölmüş eşek fiyatına aldıkları…

Acele ediyoruz. Sanki birer suçlu gibi, hayır hayır bir suçlu gibi bu şehri terk etmek… Oysa kaç aydır ne hayallerim vardı; yeni bir hayat, monotonlaşan ilişkimde yeni bir soluk. Belki gerçekleşecekti ama içimdeki korkuyu yenmeye gücümün yetmeyeceğini çok kuvvetli hissediyordum. Yıllardır televizyonda seyrettiğim Uzay Yolu dizisindeki bilinmeze yolculuğun bir başkası mıydı başıma gelen?

Ne kadar hızlı gitsek de yollar bitmiyor gibi geliyordu. İnsanlar, şehrin çarklarında ezilmeyi günlük hayat olarak adlandırmaya hazır, evlerinden çıkmaya başlamışlardı. Onların araçlara koşuşturmalarını görünce kaskatı halimden gevşeyip kendimi arabanın koltuğuna bıraktığımı fark ettim. İşte onlar gibi olmaktan kurtulmuştum. Aybaşını beklemek yoktu artık. Trenlerde akşamdan kalmış adamların anason kokulu ağzına yirmi santimlik mesafelerde ezile büzüle işe yetişmelere paydos demiştim. İnsan konservesi otobüslerde kendimi yabancı bir madde gibi hissetmek bitmişti. İki ay önce beş kuruşumuz kalmadan yapmak zorunda olduğumuz oğlumun sünneti geldi aklıma. Takılan altınlar olmasaydı ertesi gün dımdızlak ortada kalmıştık. Parasızlık kötü. Bunları düşünürken yol boyunca mantar gibi bitmiş gökdelenlere gözüm takılıyor. Paramızın yettiği yer, kırk metre kare bile yoktu; kışın ısınmaz, yazın yanardı, o yüzden siz göğü delerken yanınızda olamadım ama şurada bir saat sonra ben nasıl deleceğim o göğü görün bakalım diyorum kasıla kasıla yükselen gökdelenlere… Onlarsa içimdeki korkuyu biliyor gibi arkamdan el salladılar alay ederek. Yavaş yavaş evler, ağaçlar azaldı. Güneş kendini göstermenin telaşındaydı. Hafiften bir mide bulantısı yoklayınca ‘daha şimdiden olmaz, saçmalama’ dedim. Sonra ilk tecrübem aklıma geldi ve susturdum zihnimi; nasıl olmaz yaşayan sensin, ilk günden son güne kadar çeken kimdi dedim.

Güneşe rağmen sanki yağmur yağacak gibi bir hali vardı havanın. Belki de bana öyle geliyordu. Yağan yağmur gözyaşlarımı gizler diye düşündüm de ondan. Hayatında doğru dürüst şehir içinde bile gezmeyen kadın, kadere bak nerelere, ne koşullarda gidiyordum. Gezmeyi hiç sevmeyen biri olarak yine de her salı sinemaya götürürdü babam bizi. Yazları da bazen plaja. O zamanlar İstanbul’da denize giriliyordu. Biz etrafı brandalarla çevrili, kadınlar tarafından girerdik, babamsa açıktan. Bir vakit sonra görevli kadın bağırırdı, “Melek Hanım, kocan çağırıyor,” diye. Hemen toparlanır babamın yanında alırdık soluğu. Kadınların kapalı alanlar ardına mecbur edilmesini bir çocuğa kanıksatmak ne kadar kolaydı.

Şimdi havaalanına adım atma zamanıydı. Uçağa ilk kez binecektim. Havada dolaşmak ilginç olmalıydı mutlaka. Normal bir zamanda olsam çok heyecanlanırdım, oysa yüreğimde yeni bir heyecana yer kalmamıştı. Eşyaların elden çıkarılması, götürülebilecek olanların bavullara paylaştırılması, biletler, peronlar, geçişler, indir, bindir, kaldır derken kocam ve oğlumla uçaktaki koltuğumuzdaydık. İkisinin de yüzü benden asıktı.

Uçağın hareketiyle yeni heyecana birazcık yer açılıverdi yüreğimde. Hop etti bir şey. Ama sanki karnımda. İşte uçuyordum, işte yeryüzüne havadan bakıyordum. Küçükken bana babamın köpüklerini gösterip bak çamaşır yıkıyorlar dediği dalgalar, işlerini bitirmiş boydan boya sermişlerdi çamaşırlarını gökyüzüne. Maviyle beyazın uyumu, hem denizde hem gökte aynıymış meğer. Bazı bulutlar, bir gelinliğin eteği gibi salınırken bazıları mavi karyolaya serilmiş kuş tüyü yatak misali pofuduk pofuduk yerlerinden kıpırdamıyordu. Aşağıdaki binaların, yolların, ağaçların biz yükseldikçe birer oyuncağa dönüşünü izlemek ne zevkliydi. Oğluma gösterdiğimde omuz silkti. Siniri geçmemişti herhalde. Kocamsa alt dudağını ısırıp durduğuna göre ondan daha sinirliydi. “Bak,”dedim oğluma “Biz Güliver, aşağıdakiler Güliver’in kıyısına vurduğu ülkenin minik insanları gibi,” Küçük bey hiç ilgilenmedi sözlerimle.

Sahi benim de elim, kolum her yerim bağlı değil miydi Güliver gibi? Ben de yeni bir ülkeye gidiyordum ama kıyıya vuracaktım kocamın dediğine göre. Sonra da beni ellerine geçirenlerin insafına kalacakmışım. “Seni deney tahtası yapsınlar da gör!” diye boşuna dememişti belki de… Korku, yine aklıma düşüp beyaz bulutların arasından sıyrılarak keskin bir buz gibi boydan boya çizdi yüreğimi. “Madem ilgilenmiyorsun cam kenarından kalk” dedim oğluma. O yana geçince gökyüzü tamamen benim oldu. Önce çok sevdiğim martı gibi hissettim kendimi… Sonra göç eden bir leylek… Şimdi göç zamanımdı benim de. On senenin üstüne sünger çekme zamanı. Yeni ev, yeni eşyalar, yeni insanlar, kırmızı bir araba beni bekliyordu şuradan iki saatlik bir uçuş sonrasında. O an unutmak istediğim yeni bir bebek tabii ki…

On yıl sonra kocamın çalıştığı banka, onu Almanya’da görevlendirince o rahat koşullarda ikinci bir çocuğum olsun istemiştim. Hamileydim işte. Ama ne kocam, ne oğlum bu haberden memnun oldu. Memnun olmak ne kelime kahroldular. Oğlum kardeş mardeş istemem diye tepinerek ağlarken, kocam bir kelime Almanca bilmeyen benim başıma gelecekleri sayıp döküyor, bir yandan da sağlık sigortası olmadan orada doğum yapmanın servet değerinde olduğunu, paramız yetişmezse kim bilir hangi koşullarda doğum yapacağımı, o bebekten ne hayır geleceğini başıma kakıp duruyordu.

Ne yapabilirdim? Karnımda benim dışımda kimsenin istemediği bir bebekle bekle beni, bekle bizi Almanya demekten başka. Yavrum yola çıkmıştı bir kez. Uçağın camından gördüğüm mavi beyaz hayal tarlasının, benimle aşağıya inip yaşamıma katılmasını diledim o an.

Sevgi Ünal