Kadıköy’deki giyim mağazasının kapısından içeri adımımı attım. Ürkek çekingen halimin yarattığı tedirginlik, işe alınıp alınmadığımın heyecanı ile bütünleşince adımlarım sanki geri geri gitti ve ter bastığını hissedince ceketimin iç cebinden kâğıt mendili çıkarıp alnımı sildim. Mağaza müdürünün karşısına geldiğimde ellerimin titrer halini gizlemeğe çalışıyordum. Ağzından çıkacak ilk kelime benim için çok önemli olan tezgâhtar olmamı sağlayacaktı.

Babam günlük inşaat, bahçe işlerinde çalışıyordu. Annem ise iki kardeşim ve benimle ilgileniyor, fırsat bulduğunda Fenerbahçe semtinde evlere temizlik için gündelikçi olarak gidiyordu. Mağazada işe alındığım haberini verdiğimde, anneme, “Hiç olmazsa giydiği elbise parasını karşılar,” dedi babam. Fikirtepe semtinde, önceden gecekondu olarak yapılan evimizin bana düşen ufak odasına, giyim mağazasında işe girme sevinci ile girdim. Odamda ufak bir masa ve taburenin yanında boydan kendimi görebileceğim ayna vardı. Çerçevesi oymalı, belki de antika olan aynayı eskiciden anneme gündelik işlerinden biriktirdiği parayla aldırmıştım. Annem “Kardeşlerine kitap alacağım parayla ayna aldırıyorsun,” diye sitem etmişti. Kardeşlerim ikizdi, biri kız diğeri erkek. Lisede ilk yıllarıydı. Okumakla aram iyi olmadığı halde derslerinde yardımcı olmamı istiyorlardı. Bir gün ikisi de odamdan, ağlaşıp kapıyı vurarak çıkmıştılar.

Giyim mağazasında işe başladığım ay, ilk maaşımla taksitle ödeyebileceğim takım elbise aldım. Giymek için iş çıkışını dahi bekleyememiştim. Mağaza müdürü müşterilerin karşısında ilgim, davranışım ve temiz, titiz giyimim için daha ilk ayımda diğer tezgâhtar olarak çalışan arkadaşlarıma, hoşlarına gitmese de beni örnek gösterdi. Bu başarımı çekemeyen çalışma arkadaşlarım benden uzaklaşmışlardı. Yemek masasında, dinlenme saatlerinde ayrı oturuyordum. Günlük işe başlama, çıkış saatleri ve tatil günlerinde okuldan, mahalleden olan arkadaşlarımla karşılaştığımda benimle az konuşuyor, kendi aralarında konuşurken “Artist ne olacak,” dediklerini duyuyordum. Sürekli takım elbise giymem hakkımdaki düşüncelerini etkiliyordu. Bir defasında “Sanki yalıda oturuyor,” demişlerdi.

Odama girdiğimde, takım elbisemle büründüğüm havanın etkisinden çıkıyor, kendimle baş başa kalıyordum. Mağazada müşteriler, evde annem babam kardeşlerimle ilişkilerim, sokakta arkadaşlarımla karşılaşmalarım üzerime dağ gibi geliyordu. Masamın üzerinde duran az da olsa kitaplarım, okuldan kovulduğumu düşününce gözüme batıyordu. Fiziki yapıma, artist yakıştırmasına karşı kızların ilgisi, bakışları, “Sana âşık oldum,” diyecek kadar ileri gidişlerine anlam veremiyordum. Aynanın karşısına oturduğumda, dikildiğimde öteki çıkıyordu karşıma. ‘Öteki bana baktığında ne görüyor?’ diye düşünüyordum. Ötekinin moda olarak biçimlediği benim üzerimdeki takım elbiseydi. Başka bir zihnin gözlerini üzerimde hissedince kendimi eksik hissediyordum.

Bir gece aynanın karşısında saçımın bir teliyle uğraşırken, ortaokula başladığım günlerde, “Oğlum sen okuyup büyük adam olmalısın,” diyen babamın aldığı takım elbiseyle, geceleri dahi yattığımı hatırladım… Yorgun olmama rağmen gülümsedim. Sonra uykum geldi ve yatağıma uzandım. Bebek halimle annemin gözlerine bakıyordum. Annem de gözlerimin içine bakıyordu. Ağlıyordum ‘acıktın mı?’, düşüyordum ‘canın mı acıdı?’, gülümsediğimde ‘mutlu mu oldun?’ diyordu. Göz göze görülerek adını koyduğu duygularımın, zihnimde oluşumunu hissetim.

Odamın kapısı hızla vurulduğunda, ‘Ya şimdi! Nedendir görülmek ihtiyacım?’ diye bağırıyordum. Uyanmıştım. Annemdi kapıyı vuran, bebekmişim gibi kucakladı ve göğsüne bastırdı.

Muhsin Başaldı