1973 yılında babam demiryolları müfettişlik sınavını kazanmıştı. Eşyalarımızı kamyona yükleyip bindiğimiz kuşetli vagonda annem bizi uyandırdığında Ankara Gar’a yaklaşmak üzereydik. Kardeşim huysuzluk yapıp mızmızlanmaya başlayınca; babam sanki lunaparktaki çarpışan arabalara bineceğimizi müjdeler gibi; “hadi bakalım çocuklar, evimize banliyö treniyle gideceğiz” dedi. İlk kez duyduğum “banliyö” sözcüğünü kıymetli bulmuş, hemen sahiplenmiştim.
Evimizin tren hattının yakınında olmasına seviniyor, Nesbit’in Demiryolu Çocukları gibi bir elimde tereyağlı ya da reçelli ekmekle çayırların ötesindeki demiryoluna uçarcasına koşarak bir çırpıda ulaşmak, ahşap traverslerin üzerinde seke seke yürümek, başımı çelik raylara dayayıp yaklaşmakta olan tren seslerini işitmek için sabırsızlanıyorum. Ev hipodrom istasyonuna yakındı. O zamanlar demiryolu çalışanları çoğunlukla tren hattına yakın semtlerde otururlardı. İstasyonla aramızda Demiryolları Hastane binası, binanın etrafında dört yanı duvarlarla çevrili, içinde tek katlı mütevazı bir bahçıvan evi bulunan hayli geniş bir bahçe vardı. Kiralık evimiz, hastane duvarına yakın bir sokaktaydı. Mahalle, sağ ve sol yamacındaki uzun iki yolu ve bu yolları kesen onlarca sokağı ile cetvelle çizilmiş gibi nizamlı idi. Yollardan biri demiryolu hattının hemen yanı başındaydı ve araç trafiği diğer yola nispetle burada azdı. Birlikteyken kahkahalarla güldüğümüz bir arkadaşım vardı. Neşesi bulaşıcıydı ve ben de ilk adımı atamayan ama bukalemun gibi kolayca başkasına uyum sağlayabilen bir çocuktum. Karamsar ve endişeli tabiatım onunlayken değişir, kabına sığmayan, eğlenmek için can atan, bambaşka bir insana dönüşürdüm. Demiryolu kıyısındaki leylak kokulu yolu en çok onunla birlikte yürüdüğümüz anlarıyla; gülmekten çenemizde, karnımızda oluşan o buruk tat ile hatırlıyorum. Sonraki yıllarda çelik raylar pek çok halime tanık oldu, ancak dimağımda en çok o neşeli anların tortusu kaldı.
Hastane bahçıvanı çok konuşmayan, iri yarı, uzun boylu bir adamdı. Alnındaki ve yanaklarındaki derin çizgileri bir silginiz olsa da silebilseniz hayli biçimli yüz hatlarını, kamburu çıktığı için kısalan bedenini doğrultabilseniz boylu poslu halini görüp beğenebileceğiniz bu Balkan göçmeni ihtiyar; bütün gün bahçede çimleri biçer, çiçekleri ağaçları sular, kurumuş otları ve yaprakları toplar, bir köşeye kurduğu bostandaki sebzelerin büyümesini izlerdi. Belki de onun haberi bile yoktu ama biz mahallenin çocukları onunla adeta köşe kapmaca oynar; bir gün ona görünmeden evinin arkasından sürüne sürüne hastaneye varır, bir başka gün bahçenin uzak bir köşesine ondan gizli diktiğimiz sebzelerimizi sulamaya giderdik.
Mahallemizin bir zamanlar bataklık olduğunu, sonradan kurutulup yerleşime açıldığını söylerdi eskiler. Belki de bu yüzden bu denli ayrıksı, hudutları etrafındaki semtlerden keskin çizgilerle ayrılmış, muhkem bir yerdi. Burada kozasını sessizce ören bir tırtıl gibi güvendeydim ve bir gün büyüyüp uçmak için sabırsızlanıyordum. Mahallenin çocuk aklımla tahayyül ettiğim masumane ve şirin halinin, gerçek durumuyla pek de örtüşmediğini ise ancak büyüdüğümde öğrenecektim. Neredeyse herkesin birbirini tanıdığı ve dedikodunun kanıksandığı mahallemizde evler iki ya da üç katlı ve bahçeliydi. Bir örnek sıra sıra dizilmiş, arkasında bahçeleri olan işçi evleri, Küçük çaplı müteahhit işi mütevazı yapıların ardı sıra uzanırdı. Ankara’da evlerin zemini o zamanlar genellikle siyah mozaik taş olurdu. Ovula ovula aşınan bu taşlara yakından ve biraz uzunca baktığınızda kimlere, nelere benzetmezdiniz ki; kimi öpüşen sevgililer, kimi gül demeti, kimi gülen bir çehre, kimi ise alev saçan bir ejderha olurdu.
Üst katımızda oturan ev sahibemiz eşini yıllar evvel kaybetmiş yalnız yaşayan bir kadındı. Evinin mobilyaları, koltukları çok şık ve gösterişliydi. Çeşit çeşit içkilerin dizili olduğu aynalı dolap, evini olduğundan büyük ve aydınlık gösteriyordu. Küçücük bir balkonu vardı; bu kırmızı kiremit duvarlı köşe balkon, ipek sabahlığıyla kahvesini içen ev sahibemizin varlığı ile daha bir güzelleşirdi sanki.
Sezen Hanım’ın misafiri hiç eksik olmazdı. Bu misafirler annemin gün komşuları ya da bize akşam ziyaretine gelen ahbaplarımız, aile dostlarımıza hiç benzemezdi. Şık, frapan ve genellikle saçları sarıya boyalı kadınlar, yakışıklı ve bakımlı adamlar, parfüm kokuları ile apartmana adeta çıkartma yaparlardı. Kahkahalarını, yüksek perdeden sohbetlerini, pikaptan yükselen müziğin sesini, davetsiz bir misafir gibi alt kattaki odamda sessizce dinlerdim. Bu evdeki eğlenceli geceler ve ardından geç uyanılan sabahlar; birbirine dolaşmış, sonsuz ve huzursuz bir sarmal; adeta “Burjuva’nın Gizemli Çekiciliği” filmindeki telaşla yürüme ve bir yere varamama hali gibiydi. Doğrusu huzursuz olan bu sarmalda yaşayanlar değil, uzaktan gizlice izleyen, yani bendim. Burnumun dibinde ait olmadığım, belki de hiçbir zaman ait olmayacağım esnek, rahat, gevşek bir yaşam vardı ve ben ilk defa bizim gibi nizami, kuralcı, orta halli olmayan insanların nasıl yaşadığını görmüş, kendi halimizi sorgulamaktan ve belki sonra da küçümseme ihtimalinden korkmaya başlamıştım. Şimdi hatırlamıyorum, elime sihirli bir sopa alıp onları değiştirmeye niyetlenmiş miydim? İç sesim “Hey siz, kendinize gelin! Oturun bir köşede ve sessizce müziğinizi dinleyin. Daha az için ve erkenden yataklarınıza gidip uyuyun. Sabah gün doğmadan kalkıp kahvaltınızı edin ve annem gibi evinizi kendiniz temizleyin” diye haykırmış mıydı?
Taşınalı henüz bir yıl dolmuştu, bir gün Sezen Hanım oğlunun oturacağını söyleyerek, evinden çıkmamızı istedi. Dedikodunun yararlı olduğu durumlar nadiren de olsa olur. Sezen Hanım’ın evini erkek arkadaşına kiralayacağı fısıltısı yayılmıştı. Bu durumda evden çıkmamamızı, bizi zorla çıkaramayacağını ısrarla öğütleyenler oldu ancak babam hiçbirini dinlemedi. Sezen Hanım’a gücenmişti ve bir an evvel taşınmak istiyordu. Mahalleyi bir yandan büyükler diğer yandan çocuklar kapı kapı dolaşmamıza rağmen kiralık ev bulamayınca kentin kıyısına kurulmuş, gecekonduları ile ünlenmiş bir semte taşındık. Banliyö tren istasyonuna uzaktı yeni evimiz.
Oya Kaya