Usta bir ressamın fırçasından çıkmış göz alıcı sisli manzaranın içinde nokta nokta mavi pembe minelerin, sert yapraklarının koynundaki sütbabalarının, gelin başlı papatyaların, kendiliğinden yer yüzüne fışkırmış meyve ağaçlarının yalancı baharda dallarından aceleyle fırlayan beyaz, kırmızı renkleriyle ve kokularıyla insanları sarhoş eden çiçeklerinin; ürpererek titreyen yemyeşil çimenlerin nazlı akan derenin yanındaki sazlıkların yakınında bulunan onlarca yeşil yapraklı ağacın arasında tek başına kırmızı yapraklı bir ağaç yaşıyordu.

Durduğu yerden boynunu uzatarak çevreye bakıyor, kendi renginde başka ağaç göremiyor, “ben neden farklıyım? Belki de farklı yerdeyim” diye düşünüyor, şansızlığının işareti olarak masmavi gökyüzünde tepesinde her zaman kara bir bulutun dolaştığını görüyordu.

 Yıllar geçtikçe serpilip, genişlemiş yapayalnız yaşıyordu. Dallarına kuş konmuyor, rüzgârın verdiği cesaretle etrafına yapraklarıyla “hışır, hışır” diye sesleniyor, dönüp bakan olmuyordu. Seyrek olarak aç kalmış kargalar dallarına kondukları zaman “burada yemek yok,” diye kızarak, bazı kötü kalpli kargalar da ince dallarında sallanıp, dallarını kırarak gidiyorlardı. Eğilip baktığı zaman yanında bulunan palmiyenin parmaklarını gererek büyüdüğünü, diğerleriyle ahenkli rengiyle ona nispet yaptığını görüyordu.

Karşısındaki koyu yeşil, uzun parmaklı, pembe katmerli çiçekleri olan zakkum ağacını çok seviyordu. O da yanındaki aldatıcı dört yapraklı yonca şekilli beyaz çiçekleri olan zakkumla ilgileniyordu.

Kırmızı yapraklı ağaç kızdığı zaman “iki zehirli birbirlerini ne kadar çok seviyorlar,” diye düşünüyor, onları kıskanıyordu. Pembe çiçekli zakkum, kırmızı yapraklı ağaca biraz ilgi gösterse, ona bulunduğu yerden göremediği denizi anlatacaktı; “denizin ufka kadar uzanan mavi veya yeşil, hiddetlendiği zaman kapkara olan sonsuz sularının sıra sıra gelerek, ağzındaki köpüklerini saçarak, karayı yutmak için nasıl saldırdığını, durgun zamanlardaki kıpırtılarını, gündüz güneşle el ele veren pırıltılarını, gece ay ışıklarını saldığı sırada koynunda büyüttüğü mehtabı anlatırdım” diyordu.

Aykırılığına rağmen onun da bir ağaç olduğunu, pembe çiçekli zakkumun nasıl anlamadığına şaşırıyor, içindeki sonsuz sevgisinin yalnızlık abidesi olan gövdesini yararak göstermek istiyordu.

Sonbaharda esen sert rüzgarla dağılan yaprakları, yeşil yapraklı ağaçların sararmış, kızarmış veya kararmış yaprakları arasına karışınca, değişmeyen renginin duruşuyla gurur duyuyordu. Bu durumu yeşil yapraklı ağaçlar görmezden geliyor, zakkum ağacı zehirli yaprakları dökülmediği için gururlanıyor, ona değer vermiyordu.

Her bahar yeniden doğunca “belki dış görünüşümü değil, gönlümdeki sevgiyi görür de beni sever” diye ümit ediyordu. Bu düşüncesi günler, aylar, yıllar geçiyor gerçekleşmiyor; mutsuz yaşıyordu.

Karşılık bulamayan ümitsiz sevgisine dayanamaz olduğu bir yaz ortasında, susuzlukla hayatına son vermeye karar verdi. Sonbahara kadar dayanabildi. Kuruyan gövdesinin dallarındaki buruşan yaprakları, esen şiddetli rüzgarla ölüm uçuşuna geçerek onu terk ettiler. Arkalarından olduğu yere sessizce devrildi.

Sonra gelen baharda pembe katmer çiçekli zakkum ağacı filizleriyle birlikte uyandığında onun yokluğunu fark etmedi bile.

Nebahat Alptekin