Babaannemin odanın camını açmasıyla hanımeli çiçeklerinin mis kokusu odaya doluyor. Annemin sesini duyuyorum. “Yeter artık, karnın ağrıyacak.”

Pencereden, kardeşimin kıvırcık saçlarının hanımeli çiçekleriyle bir olmuş halini görünce dayanamayıp gözümde çapağımla bahçeye koşuyorum.

Çiçekleri avuçlamış. Gözlerinde sinsi bakışları, inceden gülümseyen incecik dudaklarının ben yaklaştıkça açılan hali ve altından çıkan eksik dişler… Dişlerin arasından çıkan tıs tıs sesleriyle tamamlıyor konuşmasını; “Sana bırakmadım.”

Ona doğru koşarken kaçıyor. Kaçışıyla çiçekler bana kalıyor. Yandaki boş arsadan bizim bahçeyi ayıran demirlerin altındaki betona basıyorum. Yukarı tarafta açan bir çiçeği koparıp alt tarafını baş parmağım ile işaret parmağımın arasında sıkıp çekiyorum. Bir damla bal birikiyor içindeki tomurcukta, hemen ağzıma götürüp çekiveriyorum balı.

Annemin bağırışlarıyla içeri girip yüzümü yıkıyorum. Ardından bahçeye kurulan kahvaltı sofrasında baş köşeye oturuyorum.

Elimde kahve fincanı, dibinin telvesi kalmış, parmaklarımın arasındaki sigara, kendi kendine yanıp bitmiş, ucunda upuzun bir kül birikintisi kendime gelir gelmez düşüyor masanın üzerine.

Sabahın köründe aklıma eski mahallem düştü. İstanbul içinde yaptığım üç vesait değiştirmeli şehirler arası kıvamındaki yolculuğumun sonunda çocukluğumun geçtiği binaya geldim.

Bizim apartmanın hemen yanındaki iki katlı evin yerine altı katlı, camlı bir iş yeri binası yapılmış. Giriş kata açılan lüks kafelerden birinde oturdum. “Yıkılmadım ama yaşamaya mecalim kalmadı” diyen eski apartmanımız, gözlerime yansıyan güneş ışığının etkisiyle çakmak gibi yanıp sönüyor. Bir eski haline dönüyor, bir şimdiki haline geliyor.

Az önce sigaramın dibini getiren hanımeli çiçekleri şimdi yerinde yok. Bahçeye açılan kapı, duvar olmuş, üzüm asmasının büyüdüğü çardak sökülmüş, gölgesinde piknik yaptığımız ceviz ağacı kesilmiş, duvar kenarında büyüyen o güzelim ortancalar solup çalıya dönmüş.

İçtiğim ikinci kahvenin kokusuyla komşularımızın şen kahkahalarına dalıyorum.

Annem masayı kurmuş yine Nesrin teyze elinde likörü girişten sesleniyor.

“Kahveleri pişir, geldim.”

Bir anda doluşuyor apartmanın kadınları bahçenin yarısı beton, balkon kısmındaki masanın etrafına. Birinin elinde çikolatası, diğerinde bir kutu tereyağlı kurabiye, bir diğerinin elinde tatilden dönerken herkese aldığı şile bezi, işlemeli fiskos masası örtüsü.

Annem; ceviz ağacının altına büyükçe bir çul seriyor. Koca bir borcam tepsi içinde kek, bir başka tabakta börekler, meyve suları getirirken, apartmanın çocukları ceviz ağacının altına doluşuyoruz.

Bahçenin etrafında yükselen duvarların üstündeki sarmaşıkların yaprakları kıpırdıyor. İçinde koşuşturan kertenkeleleri gören çocukların çığlıklarına, annelerin bağırışları karşılık veriyor. Korkularını unutuveriyorlar. Kenarda duvar dibinde boydan boya ortancalar açmış; pembe, beyaz, mor çiçekler. Bahçenin her yanına dağılmış gül ağaçları üstünde rengârenk güller açmış. Annem elinde bir bıçak çiçeklerin olgunlarından kesip komşularına küçük buketler yapıyor, herkesin evi rengârenk olmalı. Komşumuzun oğluyla iddiaya tutuşuyoruz; kim bahçenin yan arsaya denk gelen tarafındaki dut ağacına çıkıp diğer taraftaki duvarın üstüne çıkacak?

İkinci kahvemin de dibi gelmiş. İstemsizce sol elimle sağ kolumun üzerindeki lekede elimi dolaştırıyorum. O iddianın hatırası… Dokundukça gülümsetiyor, içimi ısıtıyor.

Babam elinde poşetler bahçe kapısından içeri giriyor. Meyve almış. Babaannem “uykuluklar gelmiş,” diyor. Yatmadan önce meyve yemezse uyku tutmazdı. O gece meyvesini yiyip erkenden yatıyor. Ben gece kuşu, salonda kitap okuyorum. Bazen kitabı unutup, hayal kurup şiirler yazıyorum.

Gecenin bir yarısı kıyamet kopuyor, benim şiir yarım kaldı, müzik sesi bir anda mahalleyi inletiyor. İbrahim Erkal, canısı diyerek, canından can koparıyor mahallenin. O bitiyor başka bir şarkı, o bitiyor başka bir şarkı. Bahçeye çıkan babam, etrafı kolaçan ediyor. Yan tarafta arabasını park eden Lütfi amca, camlar açık arabanın içinde şarkısını dinliyor.

Ertesi sabah apartmanın kadınları bahçede hem kahve içiyor, hem gece dinledikleri konseri konuşuyorlar. Birinin yüreği güp etmiş, ötekinin aklı gitmiş, diğerinin çocuğu ağlayarak yatağına gelmiş, bir başkasının kocası çıkıp dövecekmiş de zor tutmuşlar.

O gece bir konser daha! Bu sefer açılışı Küçük Ceylan’la yapıyoruz. Susmuyor ki uyuyalım. Babam polisi arıyor. Kırmızı mavi ışıkların gölgesinde Lütfi amcayı dürtüyorlar. Uyanmıyor. Ailesinden de çıkıp bakan yok. Belli ki utançlarından perde arkasından izliyorlar. Polisler teybi kapatıp gidiyor.

Son gece Bülent Ersoy’la konser başlıyor. İkinci şarkıda babam gidiyor, dürtüyor, sallıyor, sesleniyor. Lütfi amca ölüm uykusunda, hiç tepki yok. Babam eve geri geliyor. Yüzünde yarı sinirli, yarı keyifli bir gülümseme, elinde arabanın teybi. “Yarın ne yapacak bakalım?” diyor. Hepimizde bir korku, huzursuzluk… Evin kadınları uykusuz bir gece geçiyoruz. Babam da uyku mışıldıyor.

Sabah olduğunda babam işe gittikten sonra, bahçede yarı uykulu, esnemeler eşliğinde kahvaltı yapıyoruz. Bir bağırtı kopuyor. Ardından bir nara. “Teybi kim aldı lan?”

Kulaklarımız tıkalı, dudaklarımızda fermuar çekili, kahvaltıya devam ediyoruz. Devam eden hayatın içinde günümüz akıp gidiyor.

Gece, yeni teypten yükselen sesle uyanıyoruz.

Eşeği saldım çayıra

Otlaya karnın doyura

Gördüğü düşe hayra

Yoranın da avradını”

Zeynep Pınarbaşı