Hangi gazete açmıştı o yarışmayı tam net hatırlamıyorum. Galiba Hürriyet’in eki Kelebek’teydi. Tarih 1973-75 arası olmalı. Katılanlar aşk’ın tarifini yapacaklardı; en iyi tarifi yapan ilk üç kişi ödüllendirilecek, mansiyon kazananlar da olacaktı.

Hani o şarkıcıları, artistleri gazete eklerinden, dergilerden takip ettiğimiz ergenliğimizin ilk yılları. Bedenlerimizin keşfine ayıplarla, günahlarla ket vurulmuş, biz de basında yer alan güzeller üzerinden iz sürüyoruz. Çocuk dergilerinden genç dergilerine terfi etmişiz. HEY en gözde dergimiz. Bir de usul usul genç kız, kadın dergilerine yanaşıyoruz. Adını tam çıkaramadığım bir dergi var anılarımda mesela; kapağında her zaman çok güzel bir kadın ve çok güzel bir erkeğin romantik bir renkli çizimi yer alıyor. Kadın sarışınsa erkek esmer, kadın esmerse erkek sarışın oluyor genelde. Dergide güzellik tüyoları, zayıflama reçeteleri, sinema, tiyatro, ses sanatçılarının yaşamından dedikodular, ucundan kenarından cinsel bilgiler, nakış motifleri, her zaman iki sayfayı kaplayan şık bir çizimle taçlandırılmış Cartlandvari aşk öyküleri yer alıyor. Barbara Cartland yok satıyor o yıllar. Aşkı inceden merak etmeye başlamışız.

Başlamışız da bizim evde bir albay var. Kendisi dâhil herkesin en son yakıştırdığı meslek olan askerliğe kendi deyimiyle fukaralık nedeniyle kapağı atmış olan, babasız büyümüş, çocuklarına bir maaşla sağlayabileceği eğitimden başka bırakacak hiçbir şeyi olmayan bu albayın bir de korkusu var. Ya canavar gibi okuyan kızları birisine kapılıp da tahsillerini terk ederlerse, sonra da bir erkeğin eline bakmak zorunda kalırlarsa, kalacak mal mülk olmadığından yaşamlarını bağımlı ve çekerek geçirirlerse. Yumuşacık albayın iki kızı üç oğlu var. Oğlanlar nasıl olsa kendilerini kurtarmak zorundalar, bir şekilde hallederler ama ya kızlar. Onlar çok önemli.

Albay korkusunda da çok haksız değil aslında. Halaoğlu Hulki’nin güzeller güzeli kızı eczacılıkta pırıl pırıl öğrenciyken kaçtı o çalgıcı çocuğa, meşhur atasözümüzü haklı çıkartırcasına. Bir daha da ne okul, ne mezuniyet, ev kadını oldu, oturdu kaldı. İşte o Hulki Amca’nın kızı yüzünden olanlar bize oldu. On yaşımdan itibaren dinledim çok sevdiğim babamdan, ‘üniversite bitene kadar bu evde aşk, evlilik lafı duymak istemiyorum. Okulunuzu bitirin, ekmeğinizi elinize alın, sonra ne halt edecekseniz edin.’

Hani bağırsa çağırsa tehdit etse, ergen tepkisi olarak merak edeceksiniz nedir bu aşk, meşk… Ama albay bu sözleri sehpanın etrafında kardeşlerimle babamızı yakalamaya çalışıp da hep beraber kovalamacadan yorgun düşüp nefes nefese oturduğumuzda söyledi. Albay bu sözleri iftar sofrasında bize komik hikâyeler anlatırken söyledi. Albay bu sözleri kız kardeşimle bana vals öğretmeye çalıştığı sırada söyledi. Albay bu sözleri Jan Valjan’ın karakterini tartışırken söyledi. Albay bu sözleri son üç kuruş parasını kitaplara yatırdığında söyledi. Albay bu sözleri uzak illerin birinde babasız geçen çocukluğunu anlatırken söyledi. İşte böyle bir albaydan gelirse bu sözler size de dinlemek düşer…

Düşer de aşk’ı izlemek de yasak değildi ya. Hatta kafanıza kazınanlardan ötürü bazen küçümseyerek izlemek. Şimdi bir kere daha geriye gidelim ve o yıllardaki başka bir alışkanlığa, ergen kızların anket defteri tutma alışkanlığına dönelim. Defterin sahibi ilk sayfaya özlük bilgilerini yazar, resimler çizer ya da gazete veya dergilerden kestiği fotoğrafları yapıştırarak kendine göre düzenlerdi. Sonraki sayfaya numaralayarak bir dolu soru yazardı. Defteri her akşam bir kız evine götürür, soruları yanıtlar, gelir başka bir arkadaşına devreder, böyle böyle birkaç zaman sonra defter dolu olarak asıl sahibine dönerdi. Eli yatkın kimi kızlar, sadece soruları yanıtlamakla kalmazlar, defteri güzel resimlerle de donatırlardı. Daha beceriksizler ya da üşengeçler ya bir iki resim yapıştırır, ya da arkadaşlarına ayıp olmasın diye görev misali sadece soruları yanıtlarlardı. Sorular ise ad, soyad, yaş, girmek istediğiniz üniversite, en sevdiğiniz ders, en sevdiğiniz öğretmen gibi masum sorulardan başlar, ‘hiç âşık oldunuz mu?’, ‘kaç kere âşık oldunuz?’, ‘aşkın tanımını yapar mısınız?’ diye yaramazlıklara doğru ilerlerdi.

Şimdi tekrar bizim gazetenin yarışmasına dönelim. Gazeteye doğal olarak bir yığın yanıt yağar. Gazete de içlerinden üç tanesini seçer, ödüllendirir, belki beş on tane de mansiyon vardır; beğenilen tanımlar gazetede yayımlanır. Sonra yazının içinde bir yerlerde ‘bir de mizahi tanım yapanlar vardı’ denilip, espri mahiyetinde gelen bir iki aşk tanımını da verir gazete. İşte bu fakirin aklında o güzelim aşk tanımlarından hiçbiri kalmaz da o mizahilerden bir tanesi kalır yalnızca ki kanımca bu da o albayın eseridir.

‘Aşk turşu suyuna benzer, çok içersen miden ağrır, içmezsen canın çeker.’ İşte o yüzdendir anket defterlerine hep bu tanımı yazmam. Bazen de yalnızca ‘aşk bir turşu suyudur’ diye kısaltmam. Bazen de ‘canım aşkı turşuladı’ diye dalga geçmem.

Eh be albayım, hem aşklarını yaşayıp hem okulunu bitiren onca kız varken ben turşumsu yaşadım o yılları, birine kapılır da ayaklarımın üzerinde duramam, erkek eline bakarım diye. Gene de harika geçen çocukluğum adına sana kızamazken, yıllar sonra öğrenecektim turşu da olurmuş bal da, bu aşk denen meret!

Asil Şenol Topçu