Önümde koskoca bir gece, simsiyah eteğini sürüyerek en nazlı tavrıyla ilerlerken sabahı nasıl ederim kuruntusunu üstümden bir türlü atamayıp soluksuz saniyeleri takip amacıyla bir yandan gözüm saatte, bir yandan karım bir an olsun uyansın diye bildiğim tüm duaları sil baştan okuyor, kalçalarıma batan sandalye ile yapışkanlığımı küskün küskün sürdürmeye, bir türlü alışamadığım ilaç ve ölüm kokan ara yoğun bakım odasının koridora kadar taşan kokusunu solumamak için taktığım maskenin gözlüklerimi buharlaştırmasıyla uğraşıp uğraşıp yorgun düşsem de gözümü hiç ayırmamam gerektiği söylenen monitörü bırakamamıştım vicdansızlığına zamanın.

Bugüne dek başıma gelen kötü olayların ikincisini tam on bir gündür burada yaşamamın, bu ıstırap kazanında kaynamamın tüm yorgunluğunun üstüne gecenin umut aşılayan objeleri yıldızlardan çaldığım pırıltıları sabaha serperek yeni bir güne başlamak isteğimin, neon lambalarından bazıları bozulduğu için bir yanıp bir sönen reklam panolarına benzemesinin gecikmemesiyle çok az da olsa enerjimin karıma geçmesini dilemekten başka bir şansımın olmadığının farkında, vizite için gelecek doktorlardan olumlu yanıt alamayacağım korkusuyla kahretmiştim acımasızlığına zamanın.

Karanlığının içinden sıyrılmayı beceren Ay’la başa çıkamayan gece, acı vermeyi marifet sayarak akreple yelkovanın sitemlerine aldırmadan yol aladursun Ay’ın beni -yıllardır unuttuğunu sanmıştım- bir gizemle hastane odasından çekip sarıp sarmalamadan on sekiz yaşıma hani bıyıklarım yeni terlemiş, yüzümdeki sivilceler birbiriyle yarış edercesine beyaz başlar verirken, sokak lambasının ardımdan kıs kıs niye güldüğünü anlayamayacak halimle büyükbabamın köşkünün önüne insafsızca bırakmasıyla elimdeki anahtarı kilide sokmaya uğraşmam ömrünü dedemlere adamış evlatlık Vahide’yi karşımda bulunca yarım kalmış, ayaklı saatin on ikiyi, gongunu on iki kez başımıza kakarak vurmasından evin duvarlarına kadar hoplamasının bir tesadüf olmadığına artık inanmış tüm şirinliğimi takınarak geç kalmışlığımı “N’yapayım tüm suç Ay’da, o da bu kadar güzel olmasaydı,” diye biraz sonra defne sabunu ile yıkayarak cildinin ikinci katmanına kadar sinmiş tütün kokusunu yok etmeye çalışacağım parmaklarımdan işaret parmağımla camdan, gök kubbede kristal bir avize gibi sallanmakta naz etmeyen Ay’ı gösterirken günün rutini “Kadersiz yavrum,” söyleminin bu kez en acılı halini duymaya artık dayanamayacağımı belirten mimiklerimle odama yöneldiğimde güzelleme yaptığım Ay’ın ardımdan seyretmesini fırsat bilmiş, bir an önce büyümem için beni çekip alacağına inanmak istemiştim prangalarından zamanın.

Yatağıma yatana kadar bir köşede beklese de yorgun bedenimi uykunun göğsüne bırakmadan önce odamı tamamen doldurmuş, kendisine yüklediğim iltifat dolu suçlamanın sevinçle karışık sitemkâr ışınlarını gecenin seçilen delikanlısı – dedeme göre hâlâ çocuktum- olmakla beni ihya ederken fon olsun diye teybe koyduğum İlhan İrem’den “Sensizliğin acısını sen nereden bileceksin, sen hiç sensiz kalmadın ki” şarkısıyla, ona memnuniyet yüklü yüzümden bedenime dağılan o elektriksel titreşimin uyuşukluğunun üzerimdeki etkisiyle pike ile çarşaf arasında med-cezirler yaparak yanıt verirken aniden açılan kapıdan eve geç gelmemin karşılığı haykırışlarla giren dedemi, ne Ay ne de elimi ayağımı bir yerlere sığdıramayan hallerimin beni düşürdüğü acınacak tabloya aldırmadan anneme kadar uzanan aşağılamalara karşı durmak için kekeleyerek verdiğim yanıtlar tutabilmişti ki, bastonun üzerime üzerime başlamasıyla aceleyle sokak kapısına yöneldiğimde ardımdan hayretle kalakalmış Ay’ın yanımda olmamasına kırgın –sonradan anlıyorum ki dünya yüzünde bir eşi daha olduğu içinmiş- biraz önce ardımdan gülen sokak lambasının yalnız ama dimdik duran mağrur ışığına “Tam benim gibi,” deyip sığındığımda kendimi çırılçıplak görmekten kurtulamayacağımı hissetmiştim ışık demetiyle üzerime inen tozlarında alaycı zamanın.

“İyi ki kız olmamışsın yoksa tam annen gibi olurmuşsun, bari baban yaşasaydı da sana göz kulak olsaydı” sözleri kulaklarıma yamyamların eline düşmüşüm de tamtamlar eşliğinde pişirileceğim kazana doğru sürükleniyorum acılığında oturmuşken gecenin iki buçuğu dememiş benim gibi sığınacak yer bulamayıp sokak lambasının sorgusuzluğu ile ünlü gölgesine kendini bırakmış o üç renkli kedinin sıcaklığını önce bedenime sonra yüreğime alıp annem hakkında doğduğumdan beri anlatılanların hiçbirine inanmadığımı haykırarak tekrarlamaya başladığımı, açılan pencerelerden edilen küfürler, belalarla farkına varmamla ayağa kalkıp fırlatılanların menziline girmemeyi bahane ederek kediyi kucaklamış peşimdeki çılgın rüzgârla nereye gittiğimi bilmeden deli gibi koşarken girdiğim dar sokağın, geceye borcu varmış da ortalarda görünmemek için başlarını eğerek üstüme üstüme geldiklerini sandığım evlerinin artık iyice dolan beni ağlatmaya başlatan korkutucu görünüşüne bir de aniden kolumdan -bu kadar hızlı açılıp kapanmakla neyi ispat etmek istediği anlaşılmayan- kapıdan içeri çekilmemle ister istemez pantolonumun önünün ıslanması eklense de bana evini açtığını söyleyen kadının şefkat dolu yüzünde yarım yamalak da olsa Ay’ı gördüğümde Ay’a olan tüm kırgınlığım geçmiş, gelecek saatleri kadının yaşamını dinlemekle geçireceğimi zannetsem de onun bitmemekte ısrarcı sorularıyla içine düşüvermiştim girdabına zamanın.

Ellerim, adını Umut koyduğum kedinin üç renginde dolaşırken tüm yanıtlarımı kadının yaşamına dönük “Ya sen?” sorusuyla bitirince her seferinde “Ben anlatırım sonra,” demesine razı olmanın pek mümkün olmadığını on yedi yıldır duyduğum anne özlemiyle anlasam da onun anneme söylenenler gibi bir kadına benzeyip benzemediğini iki yıl önce bakkalın oğlunun zamanı geldi diyerek malum evlerden birine zorla götürdüğü ama başım önümde çıktığım, yaşadıklarım bir kez daha aklıma gelmesin diye hemen sildiğimi zannettiğim oysa tam zamanı diyerek kaldığı dehlizden başını uzatan anılarımla tartıp duruyor, bu düşünceye beni neyin ittiğine hayret ederken bir çağrışım olmalı mutlaka diye zihnimden geçirip önüme konan tabaklardan, bardaklardan hiçbirine dokunmamamın sanki daha çok ilgi çekmeme sebep olmasıyla saçlarıma yönelen elinin verdiği cesarete dayanarak bir anda onun minik bir yastık gibi olan omzuna başımı koymak gereksinimi hissettiğimde bir ürpermeyle yanımdan sıyrılıp “Hadi saat dört oldu,” diyerek elime tutuşturduğu pijamalar ve dış fırçasıyla benim için hazırladığı yatağa doğru karma karışık duygularla giderken ertesi gün yaşayacaklarımın sinyalini, özgürlüğüne kavuşabilen bir sineğin alaycı tavrıyla yollamıştım ağlarına zamanın.

Kalktığımda geceden sıyrılmış gibi görünmeyen, pusa mahkûm bir günün sevimsizliğini, mükellef kahvaltı sofrasının örttüğüne tanık olmanın hazzıyla karşımdaki kadının yüzünde yusyuvarlak bir Ay görerek dünkü belli belirsiz görünüşün gecenin o siyah tülünü marifetmiş gibi devamlı oradan oraya savurmasına bağlayıp, Ay’a bir özür borcum olduğu düşüncesiyle tabağıma bırakılan poğaçaların sıcaklığındaki kızarmış ekmeğime sürülen tereyağın üstüne döşenen ayva reçelinin kalın tabakasının ardından yumurtamın başına vurulan kaşığın çıt çıt sesleriyle o gün görmeyi hiç ummadığım güneş ışınlarının ansın yanımıza seğirtmesi arkadaşlarımın ailelerinden özendiğim kavramı anımsatınca yine anne özlemi aklıma gelirken “Lafı uzatmayacağım, sen anladın anlayacağını, dün akşamki meraklı soruların boşuna değildi biliyorum. O kadar çok erkek geldi geçti ki hayatımdan ama seni belleğime kazınmış o ürkek serçe tavırlarından, neredeyim ben diye soran o masum bakışlarından anımsadım hemen,” diye başlayan “Artık burada kal, sınava hazırlan, seni dershaneye yollayayım, başka hiçbir şey düşünme, ne dersin?” sorusuyla devam eden sürecin, bir yılın sonunda benim uzak bir şehirde mimarlık fakültesine girmem ve onunla evlenmemize kadar sürüp giden sakin bir yaşama dönüştüğüne on bir gün önceye dek inanasım gelmese de artık biliyorum ki karşımdaki yatakta yatan karımın yüzünde yıllarca benimle beraber yaşayan Ay’ı göremememin acısıyla ömrüm boyunca unutamayacağım bu kazığını zamanın.

Sevgi Ünal