Eve gelir gelmez bilgisayarımı açtım, ekranda akan yazıları gözümü kırpmadan okumaya başladım. Hep böyle olurdu; ne vakit vehmine kapıldığım bir hastalığın ismini girsem; Google hazretleri kutsal korku kaynağına dönüşür, okuma esnasında gerçek manasıyla kendi kendimi yememi, tırnaklarımı dibine dek kemirerek kanatıp, sonra da acı içinde kıvranmamı izlerdi; turp gibi sağlıklı olduğum ortaya çıktığında da, bu kez eşimin dilinden kurtulamazdım; adım hastalık hastasına çıkmıştı bir kere.

Bu kez farklıydı; eşimin öngörüsü tutmuş, nihayet araya araya kendime bir hastalık bulmuştum, hem de ne hastalık! Hastaneden bugün elime tutuşturulan rapor, sonuç kısmındaki o üç harf ile (ALS), kalan ömrümü ölçüp bir çırpıda önüme koydu işte. Ekranda akan ‘sağ kalım süresi’, ‘göz kırparak iletişim’, ‘beş yıl’ sözcüklerini okurken; hızla doğrulup ayağa kalktım; odada kısa bir tur atıp tekrar oturdum; sandalyede kâh öne doğru kaykılarak bezgin bir halde dakikalarca kaldım; kâh kollarımın arasına aldığım başım ve tüm bedenimle masanın üzerine gömüldüm. Mimiklerim acı içinde kıvranan insanlara özgü karamsar bir tablo sergiliyor. Bu halimle Rodin’in cehennem kapısındaki figürlerine benziyorum.

“Buyurun sizi tanıştırayım, siz ve yeni hastalığınız” diyor kutsal endişe kaynağım. “Hayır hayır, tanışmak istemiyorum, bu işte bir yanlışlık var, mutlaka var. Hem ben… Ben hep sağlıklıydım. Son check-up’ımda aile hekimim; ‘Siz hiç alkol kullanmıyorsunuz galiba Eda Hanım; kolesterol, karaciğer değerleriniz, hatta tüm değerleriniz fevkalade’ ” dedi. “Hem benim yaşımda, benim gibi fit, zayıf kaç kadın var? Muhakkak bir yanlışlık olmalı. Orada ne yazıyor bakayım; ALS hastalığının zayıf olanlarda daha sık görüldüğü!”

Okuduklarımdan iyice dehşete düştüm; mousu tıklayarak; imlecin ardından, satırlar arasında deli gibi savruluyorum; bacağımda oluşan his kaybının delaletini, belimdeki disk kayması yahut lanet olası başka bir hastalıkta bulma umuduyla yazılanları okurken; bir yandan da içimden bildiğim tüm duaları aynı nakaratta tekrar edip duruyorum. Kendimi, düştüğüm bu izbe, karanlık dehlizden kurtarmaya çalıştıkça, ekranda okuduklarım yüzünden daha da dibe batıyorum. Şimdi korkum yerini panik atağa bıraktı; kalbim göğüs kafesimi tırmalıyor, kulaklarım zonkluyor, nefes alamıyorum; ani bir hareketle yerimden kalktım; yarın için bu alanda isim yapmış başka bir doktordan da randevum var; bir doktorun teşhisiyle her şey bitmiş olamaz; hemen pes etmemeliyim; bu geceyi akıl sağlığımı yitirmeden atlatabilsem! Ayağa kalkmalı, bedenimi harekete geçirmeli, ilk önce endişeli düşüncelerimin sesini kesmeliyim.

Yarın gideceğim özel hastanedeki saat 11.45 randevumda da aynı tanının konulacağını için için biliyorum. Gündüz üniversite hastanesinin doktoru, mekanik bir ses tonuyla, önce üzüntüsünü bildirdi; ardından beş ay içinde yürüyemez hale geleceğimi, sonra da his kaybının hızla kollarıma ve bedenime ulaşacağını sözledi. Bir yıl içinde göz kaslarım dışında hiçbir yerimi oynatamayacağım. Aynı mekanik ses, ayrıntıları bölüm asistanları ile görüşmem gerektiğini de sözlerine ekledi. Bir sis perdesinin ardından baktığım doktora salya sümük ağlarken, boğuk anlaşılmaz sesler çıkararak “neden ben?” dedim.

Bilgisayarımı kapattım, çalışma odamdan hole geçtim. Eşim mutfakta olmalı, seslenmedim, anahtarımı almadım, cep telefonumu da. Cüzdanım çantamda, cüzdanımı da çantamı da almadım; pırlanta bilekliğimi ve elmas yüzüğümü çıkarıp bilgisayarın yanına koydum. Kapının arkasında duran çekecek ilişti gözüme; onun yardımıyla bir çırpıda geçirdim spor pabuçlarımı ayağıma. Kabanımı unuttum; aklımda üşümek yok zaten; ağlamaktan şişmiş yüzümle, henüz hastalığımdan haberdar olmayan eşime yakalanmak istemiyorum. Asansörü beklemedim; merdivenleri hızla, ikişer üçer basamak birden atlayarak sokak kapısının önüne indim. Serin bir şubat gecesi; poyraz kentsel dönüşüm yıkıntılarından toz taşıyor boyuna. Korkarım oysa o tozlardan; asbest vardır içinde diye sararım sıkıca ağzımı yün şalımla ve kabanıma sarınır ve çantamın askısına tutunurum elimle. Yün kazağım, fitilli kadife pantolonumdan başka bir giysiye ihtiyacım yok artık; engin koyu bir geceye açılmak için olabildiğince hafifim.

Yolda bir taş bir de sopa buldum; birini bir elime diğerini öteki elime aldım. Issızdı evimden sonra bir müddet gidilen yol ve bu ıssız yolda mahallenin köpekleri geceleri toplanır; liderlerinin ardı sıra dolaşırlardı. Yaşadıkları korunun kıyısı boyunca peşimden koştular. En öndekini tanıdım; gözleri kanlı olanı; en çok havlayanı. İki gün önce, öğle vakti koruda dolaşırken yanımdan geçmiş, ben de başını okşamış, sırtını sıvazlamıştım. Sanki o kadın ben değildim, tanımadı beni. Caddeye çıkan dik yokuşun parke taşlarını tırmandığımda, havlamaları iyice duyulmaz oldu.

Cadde kalabalık değil; kimse ne yaz akşamlarında olduğu gibi yavaş, ne de benim kadar hızlı. Kayak pistinde, batonuyla kıvrılarak hızla ilerlerken, kenarda biriken kalabalığı topyekün bir ışık huzmesi gibi gören kayakçı gibi; gittikçe hızlanan tempoda ileri geri savurduğum kollarımdan güç alarak geçiyorum bulanık görüntünün içinden. Gözlerim ara ara sulanıyor, kolumun yeniyle yanaklarıma akan yaşları siliyorum. Ceplerimi yokladım, bulduğum mendille gözlerimi kuruladım, görüntü berraklaştı. Sokak lambasının aydınlattığı kebapçıyı; kebapçının önünde, yolda, çöp kovasına sırtını dayayıp oturan Suriyeli aileyi gördüm. Sokak lambası, kebapçı ve Suriyeli anne beni bekliyorlardı. Kaçırdım gözlerimi sokak lambasından, kebapçıdan ve Suriyeli anneden, yoluma devam ettim.

İyice hızlandım; ip atlar gibi, sek sek oynar gibi hızlandım; kendimi durduramadım. Kırmızı ışıkta bile durmadan; arabaların arasından kıvrıla kıvrıla korkusuzca geçtim. Birkaç cılız, birkaç kalın, birkaç güçlü korna çığlığı işittim, üstüme alınmadım. Tam da olmam gereken yere geldim; köprünün üstündeyim. Aşağıda otoban boylu boyunca uzanıyor. Sadece gelen ve giden araçların far lambalarının sünmüş uzamış ışık demetleri oynaşıyor göz bebeklerimde. “Kırmızıları mı seçsem beyazları” dedim içimden; ben nasıl seçilmiştim? Şimdi aşağıya kendimi bıraktığımda; sonrasında yaşananlar, zerre kadar ilgilendirmeyecek beni. Son anda; bir arabanın ön camına yapışmış ya da oraya çarparak pinpon topu gibi yere savrulmuş; hatta üzerinden geçen mebzul miktarda tekerlek izleriyle iyice yassılıp incelmiş bedenime, dehşet dolu gözlerle bakan o arabanın şanssız sürücüsü, dilerim acemi çıkmasın diye düşündüm yine de.

Vazgeçtim… Henüz çok erken… Hem bu konuda biraz araştırma yapmalıyım; başkalarının canını yakmadan bu işi becerebilmeliyim. Yürümeye devam ettim. Aşağı mahalleye varınca, evin dönüş yoluna yokuş aşağı kendimi saldım; biraz sonra bir çöp kovasının yanında, bir mama kabının başında bir tekir gördüm. Bir kirpi, bir karga ve bir salyangoz da az ötede onun yemeğini bitirmesini bekliyorlar. Kedi doydu ve çekildi; sonra sırayla kirpi ve salyangoz da karınlarını doyurup, otların arasında kayboldu. En sona karga kaldı, o da gagasıyla bir parça yiyecek kaptı, yükseldi, bir çatıya kondu. Karganın ardından göğe bakınca dolunayı gördüm. Tanrım, ne kadar parlak ve ne denli büyüleyici! Bundan sonra her dolunay gecesi sokağa çıkacağım; bir bitkiye dönüştüğümde de; birilerinin beni sokağa taşımasını isteyeceğim.

Köpekli dönüş yolunda benden ve köpeklerden başka kimse yok. Onlar duvarın tepesinde, ben iki metre altında havlama sesleriyle kaldığımız yerden yürümeye devam ediyoruz. Eve vardığımda, anahtarımı yanıma almadığım için zili çaldım. Eşim karmakarışık bir suratla kapıyı açtı, öyle habersizce, hiçbir şeyimi almadan çekip gitmem onu hayli telaşlandırmıştı; sonra kedimizin evden kaçtığını söyledi. Elimize fener alıp telaşla Rama’yı aramaya çıktık. Köpeklerin onu bizden önce bulmaması için dua ettim.

Oya Kaya