Baba rızası ve imzasıyla da olsa kendisi de istemişti, eşini resminden çok beğenmişti. Gelin gelmeden mahalleye methi gelmiş, fısıldaşmalar başlamıştı. Sakin, kendi halinde, dürüst, neşeli ve şakacıydı.

Şakaları ile sadece komşularını değil bütün mahalleyi güldürürdü. Ayaküstü konuşmayı sever, anlattığı fıkralara önce kendi güler, kahkahası güzel yüzüne çok yaraşırdı. Çıtı pıtı oluşunu beğenmişti eşi. Pembe beyaz teninde bal rengi gözleri iri iriydi. Kahverengi örgülü uzun saçları, yazmasından dışarı taşardı hep. On beş yaşından yeni gün almaya başlayan Halime, bir evin bir kızı idi.

“Gelin olmak kolay değil kulağına küpe olsun” demişti annesi. Halime gelin, yardım severliği ile komşulara, uysal yaradılışının yanı sıra alçak gönüllü oluşuyla kayınpederine, sabırlı ve şefkat dolu olmasıyla eşine kendini sevdirdi. Ev halkına alışıp, benimsemesi uzun zaman almadı. Yaz, Halime için güzel geçmiş, sonbahar gelmişti.

Sonbahar biterken, kışın soğuk günleri baş göstermeye başlamıştı ki, mevsim değişikliği sanki evdeki değişimle sözleşmiş gibiydi…

Eşinin eski sıcak davranışları bıçak gibi kesilmiş ve eve uğramaz olmuştu. Oysa Halime gelin istasyondan trenin düdük sesini duyunca heyecanlanır, hasret içinde kocasının ayak sesini bekler, duyunca da yanakları al al olurdu. Trenlerde baş makinistti kocası, yedi gün ile on gün arasında uzun yola giderdi. Görevden döndükten sonra, resmi kıyafetlerini çıkarıp yıkanır paklanır, hemen arkadaşlarının yanına giderdi.

Kayınvalidesi bile, “Ara ki bulasın!” derdi.

“Babası da böyleydi sen de alışacan gelin! Ha biliyon mu? Arkadaşları isim takmışlardı. Yattı kalkmaz gitti gelmez derlerdi babasına da.”

Derinden iç geçirdi Halime gelin. Yüzündeki memnuniyetsizliği göstermemek için, yazmasını düzeltip yüzünü saklayarak mutfağa doğru yöneldi. Akşam yemek vakti yaklaşıyordu. Görümce ve iki kaynıyla hepsi büyük boğazdı. Mutfaktaki maltızın ateşini küllemişti, hemen kömürleri karıştırıp alevlendirdi. Su güğümünü ateşin üzerine aceleyle yerleştirdi.

“Evi ancak temizledim. Ne pişirsem ki. Kayınpederim yemeği beğenmezse laf eder şimdi.” diye mırıldandı.

– Halime gelin! Namaza duruyorum.

“Tamam anne!” dese de efkârlanmıştı, annesinin geçim ehli olacaksın diye nasihati hiç aklında çıkmazdı.

Her zaman bütün işi gelinin üzerine yıkan ev halkına hiç bir şey söyleyemezdi. Serde acemilik vardı. Bulgur pilavı çabuk pişerdi, hemen işe koyuldu.

Kocası yine on gün sonra gelecekti, uzun yola görevi gereği gitmişti, gittikten sonraki günleri kasvetli geçeceğe benziyordu. Hoş, kocası evde olsa bile çilingir sofrasından başını kaldırmayıp içecek, sonra uyuşacak, onunla tek kelam etmeyecekti. “Ne kayınvalidemi anlatabildim, ne kayınlarımı, ne de çeyizlerimi kendine çeyiz olarak alıp saklayan görümcemden bahsedemedim.” diye hayıflanarak söylendi. Kendi kendini teselli etmeye çalıştı.

Her zamanki gibi, ruhu yalnızlıklar içinde kıvranacaktı. Kalabalık, koca evde dertleşecek kimsesi yoktu Halime gelinin. Kayınvalide, gözü açılmasın diye konu komşuyu yanına yaklaştırmazdı. Kayınları kendine laf atsa araya girer “namahrem kızım,” deyip konuşmasına fırsat vermezdi.

Bir gün, sedire uzandı, nasılsa evde kimse yoktu. Sabah ezanıyla kalkıp ahır, bahçe, ev, yemek işleriyle yorgunluktan bitap düşmüştü. Göz kapaklarına ağırlık çökmeye başlayınca, biraz kestirip kalkarım diye aklından geçirirken tedirgin uyuya kaldı. Kayınvalidesinin sesi ile yerinden sıçrayarak uyandı, hemen toparlanıp ayağa kalktı.

“Gelinliği pekmez sandım yüreğimi yakmaz sandım.” dedi kayınvalide.

“Anne içim geçmiş,” dedi ama sesi cılız çıktı. Şalvarını düzelterek kaçar gibi mutfağa yöneldi. Sığınağı olmuştu mutfak, kaynanasına yakalanmanın ezikliği içinde boynunu büktü.

Ertesi gün şafak sökmeden kalktı, sabah namazını kıldı, sıra duaya geldi. Duasının kabul olunması için Allah’a yalvardı, kocası epeydir Akgül lakaplı bir kadınla arkadaşlık eder olmuştu. Aceleyle seccadeyi toplarken evin arap kedisi, önüne sevilmek için yattı.

– Sabah sabah işim çok, seninle oynaşacak halim mi var Arap?

Tek bir arkadaşı yok ki ona akıl danışsın, hasbıhal etsin. Kayınvalidesine sordu “Bu Akgül kim, neden bizim evimize geliyor?” “Aman gelin! Erkeğin elinin kiri” Dedi ama söylerken onun da yüzü kötü oldu.

– Kafanı yorma gelin! İnce ruhlu olma!

– İçimde acıdan da daha acı var, ana!

Derken yanakları al al oldu. Öfkesinden sesi yükseldi. Geceleri yalnız, gündüzleri yalnızdı, hayat rüzgârı buraya sürüklemişti. Defterinin kötü yazılmış olduğunu kabullense de, ilk defa isyan etmiş, gelinlerin büyüklerine hele kayınvalidesinin yüzüne, gözlerinin içine bakıp, cevap verip konuşması ayıptı, üstelik sesini de yükseltmişti. Evlerinin içine iyiden iyiye bir sessizlik çöktü.

Kaçış yerine, mutfağa gidip orada yalnız dertleri ile baş başa kalınca;

“Tövbe tövbe estağfurullah! O benim herifim!” derken gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Nefesini tutarak hıçkırıklarını engellemeye çalıştı. “Sevdiklerim… Evlatlarım, gitmeye kalksam baba evine, evlatlarımı bana vermezler, zaten onlar da burnumda tütüyor.” Düşündü günlerce, kafasının içinde muhakeme yaptı olmadı, gitmek çözüm müydü? O sırada çocuklarının cıvıltılı seslerini duydu. Evlatlarından vazgeçemeyeceğine kanaat getirdi. Eski neşeli halinden eser kalmadığı gibi, gittikçe suskunlaşıp içine kapandı, onların istediği gibi bir gelin olmuştu.

Yıllar su gibi akarken Akgül, kocasına hazırladığı çilingir sofrasının başmisafiriydi hep. Halime’nin işleri azalmadığı gibi her geçen gün çoğalıyordu. İki oğlunun üzerine bir de kızı olmuştu. Eşi yine on günlük uzun yoldan gelmişti. Halime gelinin kızına vermek istediği isimden farklı bir adı kızının kulağına ezanla okudu kocası. Her zamanki gibi onun istekleri yine göz ardı edilmişti.

Gel zaman, git zaman, yıllar akıp giderken, kızı gelinlik çağına geldi. Görücüler kapılarını aşındırıp duruyorlardı. Büyük oğlunu zaten evlendirip gelin almış, kendi de kayınvalide olmuştu. Geliniyle konuşmak istese de kayınvalidesinin araya girmesi ve gelinini kendi tarafına çekmesi uzun zaman almadı. “Aralarından su sızmıyor. Boşboğazlık ediyor geline” diye düşündü, gönlüne küstü. Yalnızlıktan, iyiden iyiye ev işlerine kaptırdı kendini…

Bir gün ilaç dolabının önüne bağdaş kurmuş oturmuştu. Gelini, kapıdan kafasını uzatıp

“Anacığım biz geldik.” dedi.

– Kapıdan ne bakıyorsun gelin, gel odaya gir!

– Anne ne yapıyorsun?

– İlaç dolabını temizliyorum kızım.

– Görüyorum! Ağzına attığın ne?

– Hap.

– Ne hapı?

– Bilmem ah yavrum.

– Bilmediğin hapı niye içiyorsun anne?

– Ah kızım, ziyan olup boşa mı gitsin?

– Zehirlenirsin anne! Bunların tarihi geçmiş.

Gelini, Halime anneye baka kaldı. O ise gelinine hiç bir şey olmamış gibi gülümsüyor, gelininin şaşkın bakışlar üzerinde, işine devam etti…

O gün Halime, kendi memleketinin mantısını yaptı oğluyla gelinine. Bir dahaki geldiğinizde mantı yaparım demişti, söz vermişti oğluna.

Kocasının arkadaşı Akgül de misafirliğe gelmişti. Zaten evden çıkmaz olmuştu. Misafire hizmette kusur etmezdi. Mutfakta işleri biraz uzun sürdü ve bitince, odasına gitmek üzere taşlığa çıktı. Gelini önüne geçti. Yüzü kıpkırmızı, gözleri yuvalarından çıkmış, kayınvalidesine bakıyordu. Taşlıktan odalara geçilirdi. Halime adım atar atmaz kollarını açarak önünü tekrar kesti.

– Gelin çekil önümden namaz vakti geçiyor.

– Anne! Dur!

– Ne oldu gelin? Neyin var?

“Akgül kadın babamla içerde!” derken kekeledi.

“Aman gelin! Boş ver!” derken tekrar yürümek için hamle yaptı.

Gelin önüne dikilerek yürümesine izin vermedi ve öfkeyle:

– Anne nasıl müsaade edersin! Niye eve alırsın! Oğlun yapsa ben kovarım!

Gelinin öfkesinin karşısında sakin sakin yürürken;

– Aman gelin… Belle ki kardeşi…

Güner Başaytaç