Siyah çerçeveli gözlükleri kemikli burnunun üzerine oturmuş, siyah gözleri önündeki kitabın satırlarını sabırsızca takip ediyordu. Okuduğu satırın uzun cümlelerini sanki sonsuz evrende iki düşüncenin üst üste çakıştığı büyülü bir anmış gibi döndü, tekrar okudu. “Atmosfer değişikliklerinin ve keyfi zaman dilimlerinin beni etkilemesine asla izin vermem. Afyon çubuklarının ve Malezya kristallerinin tekrar kullanıma sokulmasına hiçbir itirazım olmaz, ama onlardan daha çok zararlı ve ayrıca yavan burjuva aletleri olan saat ve şemsiyeyi asla kullanmam.” Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde – Swann’ların Tarafı romanının karakteri Bloch bir kez daha sarhoş etmişti onu. Oysa daha aynı sayfanın başındaki tesirinden bile kurtulamamıştı. Sırılsıklam misafir olduğu evden içeri girince Bloch’a havanın dışarda nasıl olduğunu sormuşlar, “Beyefendi, yağmur yağıp yağmadığı hakkında size bilgi vermem mümkün değil. Fiziksel koşulların dışında yaşamak konusunda çok kararlı olduğumdan, duyularım bana bu konuda uyarıda bulunma zahmetine katlanmıyor.” demişti. Aldığı düşünsel hazdan memnun kitabın satırlarında gezinen gözleri daha bir sabırsızlıkla ilerlemeye başladı. Birçok duygusal, düşünsel haz cümleciklerini geçip beş altı sayfa ilerlemişti ki işte o an kendi basit yaşantısı ile kitabın yüzyıllar önce yaşayan karakteri arasındaki bütün yollar kesişti, bütün çıkmazlar birleşti. Kitabın anlatıcısı hayran olduğu yazar Bergotte’un cümlelerindeki hislerle kendi hislerinin aynı olduğunu ve bunları benzer şekilde ifade ettiklerini fark etmiş, “birdenbire, benim mütevazi hayatımla gerçek alemin zannettiğim kadar birbirlerinden ayrı olmadıklarını, hatta bazı noktalarda kesiştiklerini düşündüm ve duyduğum güvenle, mutlulukla neden sonra kavuşulan bir babanın kollarında ağlarcasına, Bergotte’nin sayfalarının üzerine gözyaşlarımı akıttım.” demişti. İşte şimdi Arif de (Bloch’un yanındakilerin anlamlandıramadığı için geri zekalı ya da aciz bu diye isimlendirdikleri) kendi varlığının özgünlüğüne dönmüş, mutluluk gözyaşlarını Marcel’i çok duygusal bulduğu için dışına değil, içine akıtıyor; başkaları tarafından garip bulunan ama onun inanılmaz bir kararlılıkla taviz vermediği orada buraya serpiştirilmiş fikirlerini bulup çıkarıyor, sevip, okşayıp, parlatıyordu.
Birden bu duygusal bütünlüğü fiziksel haliyle birleştirmek istedi ve kitabın sayfalarını geriye doğru hızla karıştırmaya başladı. Fiziksel olarak nasıl birisiydi Bloch? Evet, fiziksel olarak da birbirlerine çok benziyorlardı; aynı siyah saçlar, aynı siyah gözler, aynı kemikli burun… Bununla inanılmaz gurur duydu. Yahudi olmasını hatırladı canı sıkıldı; o Yahudi, ben Müslüman, zor bir sentez diye düşündü.
Annesinin “yemek hazır!” sesiyle irkildi. Kitaba daldığından saat kullanmadığı için ona öğle yemeğinin belirleyicisi olmaktan başka bir şey ifade etmeyen ezan sesini kaçırmıştı.
O okulda okuduğu felsefe derslerinin heyecanını daha ilk senesinde tüketmiş, beyni ve duygularının aynı kendi hayatında her nesnede olduğu gibi anal değil, dijital bir uydu alıcısı gibi birçok noktadan görüntüsünü çizmiş, onları gökyüzündeki uydu gibi sinyaller evrenindeki yerine oturtmuştu. Ne eksik, ne fazla.
Annesi, “okula gitmiyor musun?” diye sorduğunda, “sıkıldım artık!” dedi “zaten her şeyi biliyorum” ama birden bugünkü Blosh’la özdeşleşme keşfini surlar üzerinden ikinci bir kale gibi yükselen okulundan zafer kazanmış bir komutan edasıyla boğazdan geçen, duyan ama cevap veremeyen gemilere haykırmak istedi. Aynı farkındalık, başka bir bilinçle okuluna gitti. Okul bahçesinde oyalandı, gençlerin heyecanlı ergen tartışmalarını çocukça bulup bahçede dalgın dalgın yürürken arkadaşıyla karşılaştı, severdi bu çocuğu birbirlerinin tam zıddı karakterde olmalarına rağmen. O ne kadar derinde olmayı seviyorsa diğeri o kadar ana odaklanmış, o kadar coşkulu, o kadar umursamazdı. Tüm kuralları bilir onlarla oynar, sorgulamaz, yanındakilerle neşe yumağı halinde dolaşırlardı; onun çoğu arkadaşını tanırdı ama bu kez yanındaki kızı ilk defa görüyordu. “Tanıştırayım, Hande…” dedi arkadaşı, bunu derken bakışları bir an kızla karşılaşmıştı. O bakışlar; o an uzaydaki bütün uyduların kızın çevresinde dönmesini, her anı kayıt altına almalarını, tekrar tekrar bu görüntüleri izlemek istedi, onca uydu bundan faydalı başka ne yapabilirdi ki? İkisi arkadaş mıydı, sevgili mi? O bakış nasıl bir şeydi? O olmayasıca bakış.
Onunla tanışırken kızın durduğu yerden güneş ışınları gözüne yetmiş derecelik bir açı yarattığına göre akşamüstü saat beş civarı olmalıydı ama sonrasını hatırlamıyordu işte… Daha sonra da hiçbir şeyi hatırlayamadı zaten, kızın ela gözlerine vuran ışık huzmesinden başka… O huzme onun zaman ile zaten olmayan bağını kesmiş, onu ilk kez bilmediği, gözlerini kör eden ışıltısıyla artık ancak el yordamıyla anlayabileceği yeni bir dünyaya atmıştı. Bu yenidünyada anlamlandırdığı her kelime yeni bir varlık bulacak, kusursuz mantığıyla işlediği her nesne, garip şekilsiz yaratıklara dönüşecek, mantığının anlamlandırdığını ruhu, ruhunun teslim olduğunu aklı reddedecekti… Yaratıklara diyoruz çünkü her şey canlanıp konuşacaktı artık onunla… Hande buradan geçti mi diye papatyalara sormak mı ararsın artık, onun spor ayakkabılarıyla üstüne basıp ezdiği çimleri kıskanmak mı?
Ama O şu anda kızın gözlerine ışık yapan huzmenin doğru açısının derdindedir, yüzyıllar öncesinin evreninin boşluğuna atıldığından habersiz.
“Gariptir bizim Arif” dedi Tunç, bahar gününde ciddi kıyafeti ve siyah gözlükleriyle kendilerinden çok daha büyük duran Arif’i süzen kızın bakışları bunlardan başka bir gariplik aklına gelmemiş olacak ki tekrar Tunç’a yöneldi. “Hadi ona bir şey sor bakalım” dedi, kız daha şaşkın aklına gelen ilk soruyla “hangi bölümde okuyorsunuz” deyiverdi.
Arif boş boş kızın yüzüne baktı, baktı… Kız da onun boş bakışlarının anlam kazanmasını bekledi, bekledi… ama olmadı; dağıttığı dünyasını toparlayamadı, sessizliği Tunç bozdu, “bak işte yine devreleri bozuldu, neyse arkadaşım hayat bizi bekliyor, özellikle bu havada! Görüşmek üzere…” deyip kızı hafif bir dokunuşla kendisine doğru çekti ve yanından uzaklaştılar.
Arif kendi kendine konuşmaya başladı, “Eğitimin ayrıştırılmasına karşıyım; felsefe diyelim, içinde tıp yok mudur? Mantık? Ya da sanat; coğrafya, kültür, resim, müzik, fotoğraf hepsi değil midir? Hibrit bir eğitim olmalı evet, artık her şeyin her şeyi biçimlendirdiği ve aslında bizatihi yaratılışın her halini içinde barındıran insanı sadece bir kalıba sokmak onun sınırsız doğasını şartlandırıp bölmektir ki, bu da parçalara ayrılmış bir resmin sadece bir kısmını seyretmeye benzer.” Ama gitmişlerdi işte.
Binaları mutsuzlukla geçip kendini zaferini ilan edeceği tepelerde buldu. Sabahki keşfi anlamını yitirmiş, boğazdan geçen gemiler artık kendi bildikleri dille selamlamışlardı onu, başkalarının bildiği sularda sadece kendilerinin hissettiği uçsuz bucaksız yalnızlıkla.
Eve gitmeye karar verdi, ayakları her bir otunu her bir taşını ezbere bildiği yolu o kadar dalgın yürüdü ki, birden kendini sahilde buluverince şaşırdı. Binmesi gereken boş otobüslere binmeyip kalabalık olduğu halde bilmem neden, belki de o anda onu boğan düşünceden kurtulmak için, dolu ve kendi gideceği yerle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını sonradan fark ettiği otobüse attı kendini.
Eve gidince tek kelime konuşmadı, aynada gördüğü kemikli burnu, siyah saçları onu rahatsız etti. Eski dostunda kendini bulmak için, dün okuduğu kitabı eline aldı ama o uzun cümleler sık sık, bir bakış, bir boşluk anı ve Tunç’un gülüşüyle kesiliyor o parmaklar kıza dokunuyor, dokunuyor… Sonra cümleler bulanıklaşıyordu işte. Kitabın sayfaları arasında bir can yoldaşı gibi görmeyi umduğu Bloch da yok olmuştu şimdi, kim bilir yedi cilt arasında hangi sayfaya sıkışmıştı? Belki de hiç yoktu artık, canı sıkıldı, kafasında birbiri ardınca akan endişeli düşüncelerden yatağındaki her yer nasibini aldı ve bir süre sonra vücudu bu anlamsız savaşı kaybedip kendini uyku denilen o bilindik huzura bıraktı.
Gecenin bir yarısında kan ter içinde uyandı; her şey sırılsıklam olmuş, şimdi soğuyan ıslaklık onda garip bir tedirginlik yaratmıştı. Bir an kendine gelemedi; o böyle gecelere alışkın değildi, yatar, yattığı anda uyur ve her şeyini bildiğinden emin olduğu dünyaya doğardı her sabah.
Bilinci yavaş yavaş yerine geldi, Hande… Bu isim, nasıl büyük bir haz ve acı veriyordu ona. Kalbi hızla ve korkuyla çarpmaya başladı, rüyasından tek tük hatırlamaya başladığı sahneler birleşti. Bloch ağaçların adeta yeşil bir çağlayana dönüşüp bu çağlayanın çeşit çeşit çiçek kokularını Hande’nin ayaklarına serdikleri Combray yolunda yürüyor, zenginliği ve asaletinden emin elindeki kitaplarla şaşkın şaşkın bakınan kızı etkilemeye çalışıyordu. Yanlarından geçen at arabasını durdurup kızın önünde nazikçe eğildi. Arif nefesini kesmiş rüyanın devamını hatırlamaya çalışıyordu, evet Hande arabaya binmişti! Kalbine bıçak saplandı, benim gibi babası emekli memur olan birisini ne yapsın dedi, gidip gelen, kopan birleşen düşüncelerinin bulanıklığında, ve birden gerçek, zamanı kesip tüm aydınlığını taşıdı güne. Bu sadece bir rüyaydı, kendi kendine güldü, 19. yy ve Hande! Ama mutluluğu saniyeler kadar kısa sürdü, şimdi içindeki kötü aşk iblisi onun kulağına 21.yy ve Tunç kelimelerini fısıldıyordu, işte o an anladı, her şeyini bildiği yuvarlacık dünyanın aslında o iblisin elinde oynamayı en çok sevdiği topu olduğunu.
Sabah nerdeyse yarım saatini banyoda geçirip, siyah dik saçlarını onları tarayan eli yorgunluktan yanına düşene kadar hayatı boyunca görmediği şekillere soktu. Ama saçlar bu yıllar sonra getirilmek istenen düzene isyan ediyor, tek bir saç teli bile isyanda diretse bütün çabaları boşuna gidiyordu. Kahvaltı da gözü duvar saatine, (böyle önemli bir konuda sadece kolundaki kol saatine güvenemezdi) hiçbir şeyinden emin olamadığı dünkü buluşmanın tekrarını yaşarım umuduyla, (zaten bir şey yiyemiyordu) sadece vaktin geçmesini bekleyerek geçirdi… Mantığı boş anları kolluyor, arada bir iç sesi her şeyin bir yanılsama olduğunu tekrarlıyordu. Bugün gördüğünde dünkü duygularını hissetmesi olanaksızdı. Ne yani, çok mu güzeldi? Kaşsa kaş, gözse göz, herkeste vardı ve okuduğu bölümde dahil kızın bir daha onda hayranlık uyandırmasına imkan yoktu; güneş yapardı bazen böyle oyunlar, karanlık kasvetli bir deniz üzerinde bir an gülümser insanlara o gülüşün sarhoşluğunu yaşatmadan daha karanlık bir buluta yar olur kaptırır giderdi kendini, yüzünden tebessüm geçmeden kara bulutun gazabına uğrardın. Birden hava güneşli olmasına rağmen şemsiye almalıyım diye hatırlattı kendine, kendi ıslanmaktan keyif alabilirdi, ama Hande’yi bulursa, yağmur yağarsa o üşütebilir, hasta olabilirdi. Tüm bu olmayası ihtimaller ona çok olası geldi.
Okula giderken adeta heyecandan kalbi yerinden çıkmak üzereydi, okulda Hande’yi ararken tam beş kişiyi ona benzetip (ne diye bu kocaman okulu kazanmıştı sanki. Türkiye sıralamasında ilk beşe girip bu okulu kazanması ve burada Hande’yi araması sınırsız ormanda daldan dala konan periyi araması kadar zor geliyordu ona. Bu dereceyi yapmasını kaderinin korkunç bir gazabı olarak görmeye başladı. Hande ve o ufacık bir okulda, yok daha iyisi bir sınıfta… ) en sonunda aramaktan vazgeçip karnının doyurmak için gittiği yemekhanede gördü onu, ve daha önce neden burada hiç göremediğini anladı. O okulun yemekhanesindeyken, hızlı yemek verilen yerde yemek yemeyi tercih eden kızın gülücüklerine sırtını dönmüş, yemek görüntülerinden hangisinin lezzetli olduğu anlamak için harcadığı çaba Hande’nin ömrüne ömür katacak zamanını ondan çalmıştı.
Ani bir hareketle onun olduğu yere yöneldi ve aslında hepsini Hande’nin dikkatini çekmek için yaptığı gereksiz birçok hareketten sonra amacına ulaştı. Hande bir an tereddütten sonra onu dolu tepsisiyle (aslında aldıkları ve tatları hakkında en ufak bir fikri yoktu) masasına davet etti. Daha önce amblemlerini görünce bile ürperdiği küresel markalar önünde Taç Mahal gibi yeniden canlanıyor, dünkünden daha da güzel ve hoş bulduğu kızı dinlerken daha önce kokusundan nefret ettiği şu anda ellerine bulaşan saydam bulanık sos, bu mabedi aşkın en kırmızı rengine boyuyordu.
Hande, “Dünden daha farklı görünüyorsun” dedi, “saçların böyle daha güzel olmuş.”
Dünyadaki bütün kavim savaşları anlamını yitirmişti; o tek tel saç isyanından vazgeçirilerek yere serilmeliydi, aşkın önünde.
***
Kötü aşk iblisi dünyayı hızla savurdu elinden; uydu aniden çıktı yörüngesinden, ama yine de gülümsedi, kendi dili, frekans kazanmıştı oyunu.
Şaheser YILMAZ
NOT: Uydunun ayak izi, dünyayı kaplayan uydu sinyallerinin harita üzerinde çevre çizgileri ile gösterilmesidir. Öyküye ismini veren aşkın ayak izi; frekans olarak gökyüzü ve dünyadaki benzer bölgelerin kesişmesi olarak ifade edilebilir.
Başka bir bakış acısıyla da ayak izi uydudan dünyaya, dünyadan çimlere basan ayak izine kadar kontrol alanı ve sonuçları belli eylemler olarak kullanılmış ancak aşkla birlikte çimlere basan sevgilinin ayak izinin kıskanılmasıyla ayak izi metaforik bir anlatıma dönüşmüştür.