Haziran ayının Tirilyelilere hayatın farklı taraflarını getireceğinden hiçbirimizin haberi yoktu. Sedat amcamız, ismini Hayat koyduğu kedisi kucağında, sağında solunda koluna girmiş iki polis memuru ile birlikte, ekip arabasına doğru mağrur ve başı dik bir halde yürüyordu. Arabaya binmeden önce her birimizin gözlerine hiç bakmadığı kadar içten, bir şeyler anlatmak istercesine baktı. Hasibe teyzemiz -kimimizin teyzesi, kimimizin ablası, kimimizin de bacısı ama hikâyemizi anlatırken -ondan teyzemiz olarak bahsedeceğiz- telaşla meydandan dükkâna  koştururken ayağından fırlayan terliklerine aldırmadı. Arabaya binmeden yetişti elbet ama polisler ona yanaşmasına izin vermedi. Sedat amca Hayat’ın başını okşayarak arabaya binerken Hasibe teyzeye seslendi.

-Cevaplarım asma katta Hasibe. Buraya kadarmış, hoşça kal!

Hasibe teyze, giden polis arabasının ardından bakakaldı. Araba soldan köşeyi döner dönmez  aceleyle sahafa girdi, asma kata düşe kalka çıktı. Bizler de arkasından koşturduk. Şu durumda ona müdahale etmeye hiçbirimiz cesaret edemedik. Biliyorduk, durduramazdık. Ne aradığını, nereye bakacağını bilmeden delirmişçesine bakınıyordu. Kitapları raflardan çekerek düşürmeye, her yerin altına üstüne bakmaya çalıştı. Eğer Sedat amca orada bir şey olduğunu söylüyorsa onu bulmalıydı.

                        ***

Sedat amca beldemize geleli henüz bir yıl oldu. Tirilye’nin ana caddesinde genelde sokağa sıralı, yan yana yerleşik evlerinin en eskilerinden, harabe halinde, iki katlı bir binasına taşınmıştı. Kerpiçten bina, son demlerini yaşarken çıkagelen bu yabancıyla yeniden doğmamıştı elbet ama kendine bir yoldaş bulmuştu. Üst katta yemek yiyor, uyuyor kalan tüm saatlerini ise alt kata açtığı sahafta geçiriyordu. Virane binanın dükkân bölümü asma katlıydı. Sedat amca bizim esnaflardan çok önce uyanır, sakince evinden çıkar, dükkanın kapısında belirirdi. Pas lekelerinin güzelliğini bozamadığı turkuaz demir kapının, üç yanında bulunan göçüklerin arasına kitaplar sıkıştırdığı gün, hepimiz ne yaptığını merak ederek seyre dalmıştık. Asık suratı ve bizi dikkate almayan umursamaz tavırları yüzünden hiçbirimiz ona yanaşmaya cesaret edemedik. Velhasıl kitapları öyle bir yerleştirdi ki boşluklara, bir tanesi yerinden oynasa iki katlı binanın yıkılacak vaziyeti vardı. Biraz içine kapanık biri. Evine girip çıkanı, arayıp soranı da yoktu. Aylarca bir günaydından, iyi akşamlardan gayri tek laf çıkmadı ağzından.

Her sabah dükkâna girer, kendine okkalı bir Türk kahvesi yapar, kapının önüne attığı iskemlesine oturur,  kahvesini yudumlarken etrafına boş gözlerle bakardı. Uzun kaşlarının altına gizlenmiş gözlerine taktığı yuvarlak gözlüğü, miğfer görevini görürdü. Kahvesi bittiğinde, bıyıklarıyla, uzun keçi sakalının arasında kalan dudaklarını peçeteyle siler, asma tavanlı sahaf dükkanının içine tekrar girer, akşama kadar oradan çıkmazdı. Kapısı her zaman açıktı. Merak içinde olan bizler, caddede sırayla volta atar, çaktırmadan ne yaptığına bakardık. Yukarı, aşağı sürekli kitaplarını düzenlemesinden başka bir şey göremezdik. Düzenlerdi düzenlemesine de dağınıklık içerisindeki raflarda üst üste kitapların kimi çapraz, kimi dik, kimi ters dururdu. Tıpkı dalgalı saçları gibi. Hiçbirimiz hâlâ anlayamadık düzensizliği ile ne yapmaya çalıştığını.

Geldiğinden itibaren hepimiz onu konuşur olduk. Bu merak denen şey ruh sağlığı yerinde olan insanı dahi hasta edebilecek güçte bir virüs. Öyle ki artık aramızda yaptığımız her konuşma, Sedat amca hakkında yaptığımız farklı komplo teorileriyle kaotik bir hâl alıyordu. Kahvede toplandığımız bir akşam, kasabalılar olarak ufak bir hediye alıp, “hayırlı olsun,” demek için cesaretle sahafımızı ziyaret kararı aldık. Ne götürelim diye fikir alışverişi yaparken, gençlerden biri büyük bir nazar boncuğu götürelim deyince, kahvede kahkahalar uçuştu. “Adam gelmiş Tirilye’nin yıkılmak üzere olan en eski binasından birini almış, içine tek bir masraf yapmamış, o virane yere, virane bir dükkân yapmış, adamın ahı gitmiş vahı kalmış, biz ona nazar boncuğu mu götürelim? Çok yaşa emi!” söylemleri kahkahalarımızı artırdı. Cami imamı tespih götürelim deyince, bize de eğlencenin hası çıkmış oldu. İmamın utançtan iyice kızaran pembe yanakları şarap rengini almıştı. En sonunda kasabamızın, okula gitmeden okuma yazma öğrenmiş, okumadığı kitap, dergi kalmamış aydın kadını Hasibe teyze, evde baktığı kedisinin doğurduğunu ve yavrulardan birisini ona hediye edebileceğimizi söyledi. Armağan işi onaylanınca sabah sekizde yine kahvede buluşmak üzere sözleştik.

O sabah Sedat amca kitaplarıyla uğraşırken, yavaş yavaş kahvenin önünde toplanmaya başladık. Hepimiz iki dirhem bir çekirdeğiz, sanırsınız  bayram kutlaması yapılacak. Hele Hasibe teyzemiz, yaşamın her acısıyla onar yirmişer grileşen kısa saçlarını güzelce taramış, siyah bol pantolonun üzerine mavi beyaz çizgili uzun kollu bluzunu giyinmiş, kucağında kırmızı kurdele ile süslenmiş hasır bir sepet içinde boncuk kahve rengi gözleri ışıldayan siyah-beyaz kedi yavrusuyla gelmişti. Muhtarımızda geldiğinde kadro tamamlanmıştı.

-Hadi bakalım, diyerek meydandan sahile doğru yürümeye başladık.

Açık olan turkuaz demir kapının önünde yığıldığımızda kimseden ses çıkmıyordu. Önde Hasibe teyze, yanında muhtar, imam, arkalarında hepimiz üçerli, beşerli sıra vaziyetindeyiz. Muhtar hafifçe öksürüp sesini açtı.

-Selamın Aleyküm, müsaade var mı?

Sedat amca, ahşap dört basamaklı bir merdiveni yüksek kitaplığa dayamış, üst raflardaki kitaplarla uğraşıyordu.  Henüz içeriye girmemiş olmamıza rağmen içeriden gelen hem çok tanıdık, hem çok yabancı olan kokuyu hepimiz ciğerlerimize kadar çekmeye başladık. Biraz dedelerimiz, babaannelerimiz gibi, biraz annelerimizin uzun zamandır açılmamış çeyiz sandığı kokusu gibi… Belki de tam tarifi geçmiş zaman kokusu.

Sepetteki kediye ifadesizce bakan Sedat Amca

-Buyurun, derken ciddiyetini hiç bozmadı, yavaşça basamaklardan aşağıya indi.

Hep birlikte itişerek içeriye daldık, dalmasına da adım atacak yer kalmadı. Büyük bir kamyonla geldiği ilk gün, kolileri taşıyan hamallar eşya değil kitaplarını taşıyorlarmış meğerse.  Beyaz kireçli duvarlar; sokakta yaşayan, çöp karıştıran, ayakları çıplak ufak çocukların, kâğıt toplayan insanların siyah beyaz fotoğraflarıyla doluydu. Bir köşede sararmış dergiler, mecmualar üst üstte yığılmış, çocukluğumuzun kartpostallarında tanıdık yüzlerin ve şehirlerin gençlik vaziyetleri ayaklı tel bir rafa asılmıştı. Asma katın tırabzanları arasında eski bir gramofon, üst üste konmuş pek çok plak, kitap kalabalığında göze çarpan diğer şeylerdi. Biraz daha dikkatle bakınca, yanında duran eski kırmızı berjer, bedeni bronz uzun bir ayaklı abajur anlamlı gelen eşyalar olmuştu. Pek çoğumuz o güne kadar gerçek bir sahaf görmemiştik. İnternetten görüntüsüne rastlayanımız da pek azdır.

Ayaküstü nasılsın, iyimisinler, neden burada olduğumuza dair açıklamalar devam ederken sıra hediyemize geldi. Hasibe teyze bir adım öne çıktı.

-Herkesin bir yarene ihtiyacı var. Ayrıca bildiğim kadarıyla kedisiz sahaf olmaz. Bizim buraların sokak kedileri cahildir biraz. Öyle sahaf kokusu falan da bilmezler. Onların tek bildiği, kasaptan gelen ciğer kokusudur. O yüzden bekleme gelirler diye.   

Sepeti uzattı. Sedat amca belli ki isteksiz. Yine de sepeti eline aldı, annesinden ayrılmış yavru kediye bakmadan sepeti dergilerin üzerine bıraktı. Kasaba tarihinde böyle ruhsuz bir adam görülmemişti. Sevindi mi, üzüldü mü? Bilemedik.

Hasibe teyzemizin çözemeyeceği adam yoktu. Merakını gidermek için gereken yüzsüzlükse onu da yapardı. Kocası öleli yıllar geçmişti. Ailenin en büyüğü, en saygı göreniydi. İnsan tek başına devrim nasıl yapar sorusunun cevabıydı.  Özene bezene yaptığı zeytinyağlarını, reçel ve turşularını gelen turistlere satarak kimseye minnet etmeden yaşıyordu. Tatlı dilinin, kültürlü konuşmalarıyla, anaç tavrının müdavimleri çoktu. Sadece onu görmek için Tirilye’ye gelenler olurdu. Şimdi ona gelen turistler Sedat amcaya uğramadan gitmez olmuşlardı. Sedat amca onlarla da çok konuşmazdı ama Hasibe teyze kolundan tuttuğunu onun sahafına getirirdi. Fotoğraf çekmek isteyenler, sosyal medyada yayınlamak, reklamını yapmak isteyenler çok oluyordu ama Sedat amca kabul etmiyordu. Kapısının üstüne, duvarlara “Fotoğraf çekmek yasaktır,” yazıları asmıştı. Biz kasabalılar, zaman zaman ondan kitap satın alıyor, bazen de kiralıyorduk. İlk başlarda sırf meraktan, belki iki çift laf eder diye gidip geliyorduk ama nerede! Elimizde okumayacağımız kitaplar, cebimizde eksilen paralar… Bir müddet sonra paramıza kıyamadığımızdan, daha önce aldığımız kitaplara göz gezdirir olduk. Aylar geçtiğinde dükkana girdiğimizde gördük ki Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Nietzsche, Dostoyevski, Balzac ve daha niceleri hep birlikte Sedat amcanın peşinde kasabamıza gelmişler. Buradan aldığımız koku da onların yürek kokusuymuş meğer. Hani derler ya taşlar yerine oturdu diye, zamanla okudukça öğrendikçe kasabada da taşlar yerine oturdu. Merakımız Sedat amcadan, kitaplara doğru yer değiştirdi. İçimizde onunla gerçek bir diyalog kuran tek kişi Hasibe teyzemiz oldu. Geçmişini, neden burada olduğunu öğrenemedi belki ama bize dostluğun ne demek olduğunu bir kere daha gösterdi. Kadın ve erkekten dost olur muymuş demeyin, onlar öyle bir dost oldular ki, gıptayla bakar olduk. Başka yerde olsalardı çok dedikoduları çıkardı çok…

                        ***                                           

Hasibe teyze en son kırmızı berjerin minderini kaldırdı. Berjerin iskelet astarının bir köşesinde fermuar olduğunu fark etti. Fermuarı açtı, içinden büyük bir albüm çıktı. Elleri titreye titreye albümü kucağına aldı, yere oturdu, tırabzanlara sırtını yasladı. Sığabildiğimiz kadarımız yanına usulca yaklaşıp, sıralandık, bulunduğumuz yere oturduk.  Duvarlarda bulunan fotoğrafların benzerleri ama tamamı aynı iki çocuğa ait olan fotoğraflar vardı. Kimi fotoğraflar kalabalık insanlarla çekilmiş belli ki. Yine de  iki çocuğun fotoğrafı kesilerek ayrılıp albüme öyle konmuş. Dokuz ya da on yaşlarında görünen çocuklar boylarından büyük, kilolarının beş-on katı ağırlığındaki yüklerini iki tekerlekli araçlarına yüklerken, koca koca karton kutuları katlarken, ellerinde sigara akşamın karanlığında içinde ateş yakılmış bir varilin etrafında ısınırken, üzerlerine üç beden büyük gelen eski paltolara sevinçle sarılırken, top oynarken, fotoğraf makinesi ellerinde fotoğraf çekerken… Hasibe anne gerçekle kovalamaca oynuyordu. Gerçek kaçıyor, o da mutsuz ebe çocuk edasıyla peşinden gidiyordu. Sayfaları dikkatlice, inceleyip bir anlam çıkarmaya çalışırken eski gazetelerden kesilmiş aynı habere ait pek çok kupür buldu. “Köprü altında cinayet! Katil ya da katilleri aranıyor! Kafasına sert bir cisimle vurularak öldürülen kişinin kimliği araştırılıyor! Cinayete kurban giden kişinin evli ve iki çocuk babası olan bir taksi şoförüne ait olduğu ortaya çıktı!  Polis her yerde katili arıyor! Bir hafta önce bulunan cesetle ilgili yapılan açıklamalarda; maktulün kanında uyuşturucuya rastlanması, vücudunda ereksiyon halinin tespit edilmesi katilin kadın olabileceği yönünde şüpheleri artırdı!”

Hasibe teyzenin yüzünde beliren ifade, bir şeyler bulduğunu anlatıyordu. Çocukların son fotoğrafı ile cinayet haberinin yapıldığı fotoğraflara tekrar tekrar baktı. Fotoğrafların üzerinde çekildiği tarihler yazılıydı. Sesini kontrol edemeden söylendi.

-Demek bu çocuklar cinayet gecesi oradaymış.

Albüme bakmaya devam ettiğinde bir belge gözüne çarptı. İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Bölümü-Profesör Sedat Minör’e bağış olarak teslim edilen beş adet fotoğraf makinesi teslim makbuzu. Son sayfaya geldi. Sayfayı çevirdiğinde küçük bir haber kupürü daha gördü.

“Sedat Minör ve “Çöplüklerden Çıkıp Fotoğrafla Yaşama Dönmek” projesi kapsamında fotoğraf çekme sanatını gönüllü olarak öğrettiği kâğıt toplayıcısı çocuklar iki yıllık çalışmalarını tamamladılar. Sergi açmak için sabırsızlanıyorlar.”

İmam dayanamadı, hepimizin sesi oldu.

-Ne olmuş Hasibe, birini mi öldürmüş Sedat?

Ufak ufak kendi aramızda fısıldaşmaya başladık. Belli ki gazete haberlerindeki adamı o öldürmüştü. Artık tek düşüncemiz neden öldürdüğü oldu. Albümü kapattığında en arkasına keçeli mavi kalemle düştüğü notu gördük.  

“O akşam tesadüfen oradaydım. O çocukların kılına zarar gelmesini Tanrı istemedi, ben de izin vermedim. Saklanan ben değildim, aslında onları gizledim.”

Özlem Budak