Bulutlanmıştı gözleri, kirpikleri kavuşur kavuşmaz başlayacaktı sağanak. Gurbete gidenlerin hüznü düşmüştü küçük bedenine. Bilmediği bir yaşamın yolcusuydu.  Bolluk içindeki hayat ile tanışıklığı sadece iştahla izlediği filmler kadardı.

Ablasına bakınca ağlayacaktı biliyordu, önce direndi, dayanamayınca dikti gözlerini onun gözlerine. Ondan koskocaman üç yaş büyük ablasının gözleri yerin döşemesinde, sessizce içini çekerken sarkıttığı alt dudağından süzülmüştü kelimeleri, “Başkasının kardeşi olmaya mı gidiyorsun?” Dayanamadı Suna, kavuştu kirpikleri, başladı yağmur.

Diken üstündeydi baba, fıldır fıldır gözleri, Suna, büyük kızı ve karısı arasında mekik dokuyordu. Karısı ateş açacak bir asker gibi tetikte, kocasına nefretle bakıyordu.  Tehlikeyi sezmiş adam, kızı ile biran önce bu evden çıkmak, emaneti yerine ulaştırıp parayı almak istiyordu. Hâlbuki düne kadar ne kadar hevesliydi bu kız, “Penceresinden kuşların göründüğü yüksek yüksek evlerde oturacağım,” diyerek ne çok seviniyordu.  Tam da giderayak ne oluyordu şimdi? Ateş hattındaki adam, hiç olmadığı kadar sakin durmaya çabalıyor, çocuğunu lunaparka götürecekmiş gibi hallere bürünüyordu. Biran önce gelseler, veda işi de sakince bitse diye bakıyordu.

Suna birden yerinden fırladı, bir eli ile annesinin diğer ile ablasının elini tuttu. Ablası pek tutturmazdı elini, ille büyüklük taslar, pek yüzgöz olmazdı. Bu sefer sımsıkı kenetlendi kardeşine. Hatta biraz acıdı bile Suna’nın elleri ama içi sevindi.  Vadedilen onca hediye, onca güzellik, uçtu gitti aklından. Bir annesinin kucağı, bir ablasının elleri kaldı hatırında.

– Gitmek istemiyorum, baba ne olur götürme beni!

Traşlı yüzüne kan hücum etti adamın, özenle arkaya biryantinlediği saçları diklendi tepesinde.  Görevli olduğu apartmanın sakinlerine davrandığı gibi bir ikiyüzlülükle,  sesine en kibar tonunu takınarak konuştu.

– Yavrucuğum niye böyle yapıyorsun? Bak söz verdik herkese, biz seni ziyarete geliriz sık sık, merak etme.  Hem bir sürü hediye bekliyor seni.

Çelimsiz anne,  dallı güllü entarisinin içinde silkindi.  Yüreğindeki fitil ateşlenmişti bir kere. Çocukları, avuç içi kadar odanın, olabilecek en ücra köşesine doğru götürüp, dikildi kocasının karşısına.

Adamın sinsi burnu isyanın kokusunu aldı, karısının bir şey söylemesine fırsat vermeden, omzunun üstünden sakince etti lafına. Bire bin katıyor, kızın hayallerini yalanlarıyla körüklemeye çalışıyordu.

– Her yanı pembe, prenseslere layık bir odan olacak kızım.

Ayrılık vakti gelince, onu neşelendiren ne varsa Suna’nın gözünde bir balon gibi patlayıp işe yaramaz olmuştu. Yalvarırcasına baktı babasına.

– Gitmesem olmaz mı baba?

Anne bambaşka bir hale büründü, bakışlarına yırtıcı kuşların bakışı yerleşti, dimdik baktı kocasına.  Artık onu öldürseler bırakmayacaktı kızını.

– Tamam, gitmeyecek çocuk, istemiyor işte!

Kapı zili, çocukların umutları orta yerinden kesercesine odada çınladı.  Suna’nın sesi,  “Anne” diye titredi. Ablası ile biraz daha sıkı sarıldılar birbirlerine. Anne taviz vermeyen bir sesle “Hayır,” diye tekrarladı. Adamın ağzından, çaresiz öfkeli bir küfür savruldu.

– Ne diyeceğim ulan ben albayın şoförüne. Çocuk oyuncağı mı bu? Rezil ettiniz beni, rezil. Sözünden dönen şerefsiz miyim ben,  ha söylesenize, şerefsiz miyim?

– Sanki her sözünü tutarsın da…

Suna’nın ablası diklendi babasına:

– Ben kardeşim olmadan ne yaparım, hiç düşündün mü?  Onu ne kadar özlerim sen bunu bir kere olsun düşündün mü baba?

Bir süredir içinde tuttuğu ama artık dizginleyemediği öfkesi ile konuşmaya devam etti.

– Sen satacaksın kardeşimi biliyorum ben!

Etraftaki söylenenler kızın kulağına geldiğinden beri babasından nefret ediyordu. Ama korkuyordu hiddetinden, sesini çıkaramıyordu. Kardeşinin sevinci, annesinin sessizliği de eklenince,  sus pus etmişti dilini ama şimdi çözülmüştü dili, artık susmaya hiç niyeti yoktu.  

Adam, karşısındaki ayaklanma karşısında duyduğu şaşkınlığından silkindi. Suna’ya gözlerini dikip üstüne yürüdü. Kolundan tutup zorla götürmeyi planladı ama bu işin sonunun iyiye varmayacağını hesap etti. Hıncını almak için kolunu kaldırıp vuracağı sırada kapı tekrar çaldı.  Adam havadaki kolunu indirip, işaret parmağını sallayarak sessiz bir tehdit savurduktan sonra,  kapıya yöneldi.

Odadakiler, adamın hiddetinin bütün sonuçlarına katlanmaya hazırdı, yeter ki Suna gitmesin. Zaten nasıl kabul etmişti, kendine inanamıyordu. Kızı için de iyi olabilir diye kandırmıştı kocası. Hâlbuki annesiz iyi olur muydu çocuk?

Koltuğa oturdu, kızlarını iki yanına alıp, sıkıca sarıldı. Dışarıdaki konuşmaları duyamıyorlardı ama kadın biraz önce üzerlerine atmaca gibi saldıran adamın şimdi iki büklüm ezilip büzülerek en düşük perdeden konuştuğuna emindi. “Beter olsun,” diye geçirdi içinden. “Yerin dibine girsin, inşallah.” Çocukların yanında ağlamak istemiyordu, içinde bir kasırga vardı ama onları daha çok korkutmak istemiyordu. Dik durması lazımdı. Hiç olmadığı kadar dik durmalıydı.

Suna’nın annesi o lanetli günü hatırladı. Kocasının onu kandırdığı, o yaşanmamış olması gereken günü. Yerin dibindeki evlerinin kapısından kafasını eğip girişini,  loş evlerini aydınlatan yüzünü, yeni gelin gibi kıpır kıpır oynaşlı haliyle mutfağa gelişini hatırladı.  Bütün gün on üç numaranın temizliği ile canı çıkmış, son gayret yemek hazırlamaya girişmişti. Balkondaki Suna’yı kollamak onun tükenmeyen sorularına cevap vermek de cabası.   “Anne biz neden böyle bir evde oturmuyoruz, bir gün oturur muyuz? ”  sorularından başlayıp,  “Bizim de balkonumuz olsa keşke, büyüyünce sana böyle bir yer alacağım” hayallerine kadar aklına ne gelirse sıralamıştı. İçi acımıştı, bütün güzelliklere heves eden kızının isteklerine karşılık verebilmeyi ne çok isterdi.

Adam  “Başımıza talih kuşu kondu hanım,” diye başlamıştı söze. Nermin ağzını büküp inanmaz gözlerle kocasına bakıp, talih ile kendini yan yana düşünmek şöyle dursun, kocasının ağzından hayırlı bir şey çıkmasına inancı zayıf olduğundan sakince “Ne oldu?” demişti.

– Bizim amcaoğlu yok mu hani, askerden yeni gelen. İşte onun bir komutanı varmış, albaymış. Onun küçük bir kızı varmış. Kıza arkadaş olsun diye küçük bir kız çocuğu istiyorlarmış. Her türlü ihtiyacını karşılarız, okula da burada gider,   çocukla ilgilensin, oynasın yeter demiş.  Olsa olsa dört saat uzaklıkta buraya… Hem yazık o çocukcağız da yalnız kalmamış olur.  İyi de bir para veriyorlar. Bizim de hayatımız kurtulur, ben olur dedim.

Öylece bakakalmıştı kocasının suratına. Köpüklü ellerindeki bardak, avuçlarından kayıp,  mutfağının zemini ile buluşunca bir şangırtı sesi yankılanmıştı rutubet kokulu duvarlarda. Daha ne kadar kırılırdı bir insanın hayalleri?  On yıllık kocası karşısında ilk tanıştıkları zamanki gibi dimdik duruyordu.  Yıllar tozunu değdirmemişti, dünya yansa umurunda olmayan bu adamın yüzüne. İş görünür gibi yapıp kendini yormamayı pek iyi bilirdi. Apartmanın yükünü, çocukların yükünü yerin altındaki bu iki göz odada taşıyan kadın, şimdiden adamın anası gibi görünmeye başlamıştı. İstanbul sevdası var diye düşmüş peşine gelmiş, iki güzel lafına kanmıştı.  

Okumayı yeni öğrenen Suna, ablası ile yerdeki sehpanın yanına çökmüş ders çalışırlardı. Abla, bir öğretmen edasında yardım ederdi kardeşine,  bazen kaşlarını çatıp, “Bunda anlamayacak ne var?” diye söylenir ama doğrusunu yaptırana kadar sabrederdi. Çikolatanın en çok fıstıklısını sevdiğini bilir, annesi aldığında en çoğunu ona verirdi.

O vebalı günde gürültüye koştuklarında,  annelerinin “Bir şey yok, gidin çalışın dersinizi,“ deyişine Suna “Tamam,” deyip dönmüş ama ablası bir şeyleri ters gittiğini daha o gün anlamıştı.-

– Sen ne diyorsun adam, ben vermem çocuğumu kimseye.

– Çocuğa sor hele bak sana ne diyecek, ağzı gözü zenginlikte, şaşaada görmüyor musun?

Adam, hiddetle ağzından dökülen cümlelerini frenleyebilmek için derin bir nefes alıp, sakince devam etmişti.

– Hanım o da rahat eder, biz de rahat ederiz. Hem evlatlık veriyor değiliz ya, çocuk gene bizim çocuğumuz.

Sonraki gün adam, küçük kızını karşısına almış, bu yaşına kadar bir kere bile anlatmadığı masalları iştahla Suna’ya anlatmaya başlamıştı. Kızının heves ettiği ne varsa hepsini tıkıştırmıştı bu masalın içine. En güzel partilerle karşılanacaktı, pembe kabarık tülden bir elbise ile başkahramanı olacaktı bu partinin. İstediği her oyuncağın sahibi olacaktı,  bebek evi bile olabilirdi.  Hem ondan iki yaş küçük de bir kız olacakmış, ona da ablalık yapacakmış.  Zaten böyle tatlı, böyle uslu, güzel bir çocuk olmasa onu isterler miymiş hiç?  Prensesler gibi karşılarlar mıymış? Hangi çocuk kanmaz ki masallara?

Çocuk işte; varmak kısmını düşünmüş ama evden gitmek kısmı uçmuş gitmiş aklından.  Günler geçmiş, ayrılık vakti gelip düşmüş evlerinin orta yerine.  

Baba içeri döndüğünde,  hayallerini suyun dibine kadar gönderen ev ahalisine öfkesi dinmemişti. Suna bütün bunların kendi suçu olduğunu düşünüyordu.  Ürkek halde babasına seslenmeye cesaret etti.

– Ben sizi çok özlerdim baba. Söz veriyorum artık hiç bir şey istemeyeceğim. Hem büyüyüp para kazanınca hepsini sana veririm baba, vallahi bak.

Hayatının pazarlığını yapıyordu Suna, ilk rüşvetini veriyordu.

Ortadaki bavula bir tekme savurdu adam.  Ağzının içinde  “Rezil ettiniz beni!” mırıltıları, baştan aşağı rezil bir halde çıktı odadan.

Nalan İncekara