Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nın ilk sayfasında şehrin çöpünün boşaltıldığı bir tepenin üstüne, çöp yığınlarından biraz uzağa, fabrikaların yakınlarına, çamurun kucağına sekiz kondu kuruluyor. Hem de bir kış gecesinde. İnsan şöyle bir ürperiyor. Kış, çöp dağı, fabrika ve gecekondu…
İnsanın en temel gereksinimi beslenme ve barınmadır. Bunlardan barınma ile ilgili ilginç bir başlangıç görünce tüm dikkatinizle devam ediyorsunuz okumaya. Borçla alınmış zifli kâğıtlardan, inşaat tahtalarından, at arabalarıyla harmanlardan taşınan briketlerden yapılmaya çalışılıyor gecekondular. Çatıları naylon leğenlerden, kırık tabaklardan, kapıları eski kilimlerden, camları muşambalardan, tabanları topraktan. Çöpten işe yarayan ne bulunduysa, paslı teneke kutular, ampul başlıkları, tabak fabrikasından atılan kırık tabaklar, kartonlar, naylonlar, şişeler ayıklanıp gecekondu yapımında kullanıyor. Duvarlar eğri, çatılar onlardan eğri oluyor. Hatta kondulular, çatıları zaman zaman söküp uçuran sert rüzgâra, çatıları kalın iplerle bağlayarak, uzunlamasına kırık tahtalar çakıp, ipleri sedirlerin bacaklarına dolayarak, bir yandan iplere bir yandan tahtalara asılarak karşı durmaya çalışıyorlar. Yine de ıslak duvarlarını süpürge çöpünden mavi boncuklu uğurlarla, sararmış resimlerle süslemeyi unutmuyorlar. Bu anlatıyla İstanbul gibi bir kentte nasıl olmuş da gecekondulaşma başlamış konusuna girmeden gecekondu tanımı yapacak olursak; bir konut eğer kent veya kasaba dolaylarında, yapı izni almadan, genellikle devlet arazisine veya kamuya ait topraklara, ormanlık alanlara, vakıf arazisi topraklarına bir gecede derme çatma, genellikle tek odalı yapılmış, konfor hiçbir şekilde yanına uğramamışsa o barınağın adı, gecekondudur.
Peki, bu barınakları yapmak zorunda kalanlar kimler? Nereden, hangi koşullarda geliyorlar? Onlar da güzel, hiç olmazsa daha sağlıklı evlerde oturmak istemezler mi? Bazen yoksul ve çaresiz oldukları için acıdığımız, bazen de biz kira verirken bedava oturuyorlar, üstelik kentin görünüşünü bozuyorlar, nüfusunu çoğaltıyorlar diye kızdığımız insanlar onlar, gecekondulular. Gecekondulaşma, ülkemizde 1940 yılında başlayıp II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 50’li yıllarda köyden kente göçün hızlanmasıyla yoğunlaşmıştır. İlk gecekondular İstanbul’da Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa ve Taşlıtarla’da 1980’den sonra da Sultangazi, Sarıgazi, Ümraniye, Pendik ve Maltepe’de ortaya çıkmıştır. Bu göçün nedenleri arasında kırsal kesimde hızlı nüfus artışı, tarım alanlarının azalması, makinelerin çoğalması ile tarım işçilerine daha az gereksinim duyulması, dolayısıyla köylünün geçimini sağlayamamasını, terör ve şiddet olaylarını gösterebiliriz. Köyden göç eden hemşerisinin kondusunun yanına kendine kondusunu yapanlarla da çoğalmıştır gecekondu mahalleleri. Hatta neredeyse tümü akraba olan mahalleler vardır. 1980’in ikinci yarısından 1990’e kadar bu yoğunluk artmıştır. “Varoş, varoşlu” gibi sıfatlarla anılan kondulular hem kentlilerdir, hem de değillerdir. Kentin nimetinden iyi kötü yararlansalar da kendi kültürlerinin dışına pek çıkmazlar. Köylüyken yoksulluktan kaçıp gelmiş ama şehirde yine yoksul olan, kendi yağlarıyla kavrulmakla meşgul, kentin kapitalist düzeninden uzak tutulmuş insanlar onlar. Oysa ülke genelinde çok yavaş ilerleyen sanayi kuruluşlarının toplandığı büyük kentlerde iş olanağının fazla olduğunu ummuşlar, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanacaklarına inanarak yeni yaşamlarına başlarını sokacak bir konduyla adım atmak istemişlerdir. Ama vasıfları düşük olduğundan modern sanayinin yanına bile yaklaşamamış daha çok kas kuvvetleriyle iş bulabilmiş, sosyal güvencesi olmayan işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır. Kitapta, iş bulamayan, sağlıkları bozulup boyunları eğrilmiş erkeklerden bahsedilir. Kocası iş bulan kadınların helva yapıp dağıttığını, diğer kadınların onları kıskandığı görürüz. İş bulamayan erkekler, batıl inançlarıyla mübarek kabul edilen Güllü Baba’nın böğürtlen boyalı bastonunu öperler, doğan bebeklerin göbekleri ilerde meslek sahibi olamaması korkusuyla atölyelerin, tamirhanelerin, okulların bahçesine gömülür. Derme çatma kondularının bir yandan devam eden tamirleriyle uğraşıp bir yandan da kapılarına ikide bir gelen yıkım ekipleriyle adeta savaşmaya alışık insanlardır konducular. Hatta kitaptaki gecekondu mahallesinin ilk adı Savaştepe olarak konmuş. Yıkımlar bitip kendilerini kabul ettirdiklerinde ise isim Çiçektepe olarak değişmiş. Ama o günlere kadar kaç kez yıkılanı yılmadan yeniden yaparlar. Nasıl yapmasınlar; başka gidecek yerleri yok. Latife Tekin, kitabında bu çaresizliği öylesine dokunaklı işliyor ki: Yıkım üst üste tam otuz yedi gün sürdü. Her yıkımdan sonra kurulan kondular biraz daha küçüldü. Gitgide eve benzemez oldu. İnsanlar insanlıktan çıktı. Toza, çamura, çöpe bulandı. Üstler başlar yırtık delik içinde kaldı. Üç bebek yıkımdan, soğuktan usanıp kaçtı. Yıkımcıların gözlerinin önünde kuş olup göğe çıktı. Bir yıkımcıyı keserle yaralayan yaşlı bir kadın iki candarmanın yanına katılıp tepeden gitti. Kalanların teneke toplamaktan, çöp ayıklamaktan soluğu kesildi. (Sayfa 13-14)

Çöp tepesi, gecekonduluları barındırdığı gibi, onların çocuklarını da yanlarına alıp hava kararana kadar ayıkladıkları demirleri, şişeleri, kâğıtları, plastikleri önce çevre atölyelere, bir süre sonra gösterdiği mühürlü kâğıtlarla çöpün sahibi olduğunu ispatlayan kişiye, kilo başına az parayla satsalar da geçim kaynağı olup karınlarını doyuruyor.
Büyük kentler, bu göçlere ve sonuçlarına ne kadar hazır olmasalar da zıtlaşmalarla geçen süreçte zorunlu kabullenişi gecekonduluları kentin ötekileri kabul ederek özümsemeye çalışmıştır. Ama siyasi menfaatlere göre çıkarılan imar affı gibi yasal düzenlemelerle gecekondu mahalleleri iyi kötü huzura kavuşmuş, belediye hizmetleri ayaklarına gelmiş, çalışma ortamları genişlemişken onlar yine alışkanlıklarını, kültürlerini sürdürerek köylerinden gelen bakliyat ve karbonhidrat ağırlıklı beslenmeye devam etmiş, kurutmak için iplere dizdikleri sebzelerin yanından çamaşırlarını sallandırmışlar, sırası gelmiş hayvan beslemeye bile kalkmış, halılarını sokaklarda yıkamış, düğünlerini köydeki adetlerine uyarak yapmışlardır.
Kitap, bir şehrin çöplerinin toplandığı alanın çevresine gecekondu yapmak zorunda bırakılan insanların zaman için mücadelesini masalsı bir üslupla verse de bu üslup bile bu tablonun okurun yüreğini burkmasına, konunun, olayların içine çekerek düşünceden düşünceye sürüklenmesine sebep oluyor. Çünkü bakıyorsunuz ki gecekondulaşma olgusu, önüne geçilmeyen bir mekân sorunu olarak görünse de sosyal, kültürel, iktisadi yönüyle bakılması gereken bir bütün. Ayrıca siyasi yönden ülkenin yapılanmasında da etken olmuş bir kesim gecekondu mahalleleri. Önceleri muhafazakâr yapıları ile sağ partiye yönelmiş tutumlar, 70’lerden sonra ekonomik krize tepki olarak sol eğilime dönünce iki ayrı kutup mekânı olan mahalleler için konut çerçevesinde oluşan o eski bağlılık kalmamış, kültür, inanç farklıkları gruplar arası şiddete sebep olmuş, devrimci-ülkücü, Alevi-Sünni, Türk-Kürt kavramları yaşamlarını zorlamıştır. Öyle ki ‘kurtarılmış bölgeler’ oluşmuştur. Böylece Sultanbeyli gibi ‘İslamcı’, ya da Küçük Armutlu gibi gecekondu mahalleleri ‘radikal sol/ terörist olarak etiketlendirilmişler. Kitapta Çiçektepelilerin verilen vaatlerle bir o partiye bir bu partiye kaydolduğunu okuyoruz. Yani kim daha çok kandırırsa çaresizlikle onun partisine koşuyorlar. Yine de bu sayede bir okula kavuşuyorlar.
Kondular çoğaldıkça çevresinde kondu fabrikalar kurulması kaçınılmaz olur. Çiçektepe bir süre sonra yüz kondulu üç mahalle olmuştur. Zaten onlar gelmeden önce çöp tepesinin yakınında tabak, ampul ve ilaç fabrikalar vardı. Daha sonra çikolata, iplik, akü, pil, buzdolabı fabrikaları kuruldu art arda. Fabrikaların bir bir çoğalması, çöp tepesinin tehlikesine yeni tehlikeler, sağlık tehditleri ekler. Ama bunun da çaresi, sus payıdır fabrika sahiplerine göre: Bay İzak korkulu bir efsaneye bürünen adını temize çıkarmak için çöp bayırlarının ileri gelen konducularına haber yolladı. Konducularla fabrikasında üst üste toplantılar yaptı. Buzdolabı gazından boğulan kondulara süt dağıtılacağını açıkladı. Konducuların ağzına süt akıtıp yoğurt çaldı. Ardından fabrikasının yanı başına konducular için cami kurdu. (Sayfa 73)
Ve her zamanki gibi kullanılmak üzere din başköşededir bu toplumda da. Muhtarlık seçiminde rakip olan Çöp Bakkal ile Naylon Mustafa’nın birbirlerinin oylarını çekmek için cami kavramını oyuncak edip insan boyunda kondu camileri art arda kurmaları gibi, herhangi yazılı bir taşın bulunduğu yeri yatır var diye kabul eden kondululardan fabrika çalışanlarının ölümüyle hem yatır kavramını, hem de insanların duygularını kullanarak yatır denilen yerin üstünde işlerini gayet güzel yürüten fabrika sahiplerini görüyoruz kitapta: Bu yüzden Çiçektepe’de bu fabrikada hammadde bölümünde zehirlenip zehirlenip ölen işçilerin Su Baba’nın gazabına uğrayıp öldüğüne inanıldı. (Sayfa 18)
Böyle olunca da fabrikaların çıkardığı buzdolabı gazına, akıttığı mavimsi sulara susmak için sadece camii yapılması da yeterliydi zaten. Çünkü Çiçektepe kurulduğunda ilk yapılan ortak mekân teneke minareli bir camidir. Sonra camii sayısı yediye kadar çıkar. En hassas duygulardan dini duyguları kullanan ilk kişi değildi Bay İzak. İnsanların inandıkları için her türlü fedakârlığı yapmak üzere geçmişten gelen kültürlerinin etkisiyle her zaman hazır oldukları bilindiğinden açıkgözlerin ilk el attığı alandır din. İçinde bulundukları yoksulluğu, kader kabullenişidir aslında insanları din ile bütünleştiren, dini öğelere yönlendiren. Gecekondu mahallerinin değişmezi olan yoksulluk, mahalleliyi sırası gelir kitaptaki gibi cami minaresinin rüzgârdan uçmaması için nöbet tutmaya kadar, onları kendi kutsallarına sarılmaya kadar götürür. Bu durumda da onlar için bir camii yapılması az şey değildir. Onlar, daha baştan içinde bulundukları durumu ister istemez içlerine sindirmiş, dünyada çektiklerinin, yoksulluklarının ahirette karşılığı olacağı kabullenişiyle kendilerine sunulan dini öğeyi, karşı tarafın hangi çıkarımla sunduğunu hiç sorgulamadan, hatta lütuf gibi algılarlar. Kendilerini bilinçlendirmeye kalkışacak insanlara ise günahkâr damgasını yapıştırmaya çoktan hazırdırlar. Kendi aralarından dinsel zayıflıklarını kullananlara ise tepki göstermez üstelik onları yüceltirler. Örneğin kitapta, kollarına, bacaklarına isle karartılmış balmumu sürülerek insanları kandıran müezzinin ve kızı ile ilgili bölüm şöyle: Müezzinin kızı kondulara doluşan insanlara önce perdenin ardından yavaş sesle Kuran’dan ayet okudu. Ayetin ardından, kolu ve bacakları açıkta dolaşan, saçlarını örtmeyen kadınlara ibret olsun diye Allah’ın kendisini bu dünyaya geri çıkardığını açıkladı. Korkuyla birbirlerine sokulan kadınlara, yüzünü tülbendiyle kapatıp perde aralığından yanık kollarını gösterdi. (Sayfa 132)
Din konusu insanlar haklarını aramaya kalkışınca da baskın olmaya kalkışabilir. Sendikalaşma hakkını kullanarak greve gidenlere, grevin Allah’a karşı çadır açmak olduğunu söyleyen imam karakterini kitapta görünce hiç yadırgamıyoruz. Tüm engellere rağmen her toplumda bir lider çıkar. Kitapta da bu isyancı lider Gülbey Usta oluyor. Bunu duyan işverenin onu işten çıkarmasına rağmen kendini kollarından zincirlerle presine bağlıyor ve direnişin devamına önayak oluyor. Dursune Nine’nin bile katıldığı grev, fabrikadan fabrikaya yayılıp duruyor. Grevler, fabrikalar arasında gidip gelen grev bezleri, grev çadırları yıpranacak kadar uzun sürünce kondululara bıkkınlık geliyor. İşten çıkarılan işçiler, merdiven altı üretim ürünleri de denilen sahte deterjan, renk renk meyve tozları, meyve suları, ağız dağlayan çikolatalar, beyazlatmayan çamaşır suları, köpürmeyen sabunlar üreten sahte fabrikalarda çalışmaya başlıyorlar. Bir yandaki fakir işçinin işsizlikten çalışmaya, diğer yandaki fakir tüketicinin de parasızlıkla satın almaya mecbur kaldığı, aynı zamanda sağlığı tehdit edici bir ekonominin alanına zemin olur gecekondu çevresi.
Gecekondu sakinleri büyük şehrin kültürüne uyum sağlamakla meşgullerken onlardan yararlanan bir olgu vardır ki ülkemizde siyasetin tanımını iyice bulandırır. Siyasetçilerin gecekondu mahallesi sakinlerini elinin altında hazır kitle olarak görüp tapu vermek, elektrik, su, ulaşım gibi en doğal gereksinimleri getirmek karşılığı oy istemeleri her seçimde yaşananlardandır. Verilen sözler, politikacının vefasına bağlıdır. Sözler tutulmuşsa ki az görülmüştür gecekonducular artık kondularına üst katları çıkmaya, kondularını apartmana dönüştürmeye başlarlar. Böylece kiralama işlemeleri başlasa da gelirler artıp yatırım düşünülünce tercih edilecek yerler yine gecekondu mahalleleri olmuştur. Hatta özellikle kentte apartman görevlisi olanların çoğunun kirada bir gecekondusu olduğu gözlemlenenler arasındadır. Yani artık kentlere yeni göçenlerin gecekondu yapma zahmetini bitiren, daha kaliteli hazır kondular vardır. Zaten ayrıca kente yakın arsası olanlar bunları parselleyerek de satışa çıkarmışlar böylece aracılar oluşmuştur. Kitaptaki Kürt Cemal karakteri de bu aracıların küçük bir örneği olarak çöp bayırlarının sonunda yeni bir kondu mahallesini oluşturmak için toprakları Çiçektepelilere satan bu aracıların küçük bir örneğidir. Bu gecekondu ticareti 1970-1990 yılları arasında, arsa, malzeme bulan, gecekondu yapan firmalarla daha geniş bir ticari alana dönüşmüştür.
Ticaret deyince kitaptan örnek verecek olursak; kondulular, barınma ve karınlarını doyurma ihtiyaçlarını giderince zamanla onlar için lüks olacak eşyalar edinecek kadar kazançlarını arttırıyorlar. Hatta kent hayatına uyum sağlama özentisiyle herkesin sırayla kapılarını değiştirmesiyle başlayan, kırmızı tül, likör takımı edinme derken, buzdolabı gibi eşyalarla, gecekondu bölgesinde açılan ama ne işe yarayacağını anlamadıkları bankada hesap açmaya kadar uzayan bir yarış başlar kondulular arasında. Özellikle kondulu kadınların giysilerinde evlerine temizliğe gittiği kentli kadınlarınkine benzer değişiklikler yapmaya başlamaları kent hayatına kadınların daha yatkın olduğunun bir göstergesi olabilir. Bunlar gibi gecekondu mahallelerinden çıkan arabesk müziğin zamanla kent insanları tarafından da benimsenmesi, mahallelerde açılan sinemalara gelen filmlerle de karşılıklı geçişlerin yaşandığı bir sosyal ortam ortaya çıkmıştır.
Böyle bir ‘bozuk düzen’ içindedir kitaptaki gecekondu dünyası. En baştan kurulamamıştır o düzen zaten. Çünkü çöplükler çok tehlikelidir. Buraları mesken edinmenin hayati riski vardır. Öncelikle mikrop yüklü bir ortam olması açısından. Bir başka konu ise orada yaşayanların sürekli çöplükten çıkan metan gazını solumak zorunda kalmalarıdır. Tabii bu metan gazının patlaması da her an olası. Kondularını oraya kuranlar belki bilinçsiz oldukları için tehlikenin farkında değiller ama bilinçli olsalar bile başlarını sokacak bir çatı altı konusunda çaresizliğin son noktasını yaşadıkları için hiçbir tehlikeye aldıracak durumları yok. Berci Kristin Çöp Masalları kitabının kurgusunda çöplük patlamamıştır ama 1993 yılında İstanbul’da Ümraniye çöplüğü, gerçek bir facia olarak patlar. Çöplüğün yakınındaki gecekondulardan on biri ortadan kaybolur, otuz dokuz kişi de ölür. Yani sıkışmış metan gazı affetmez, zamanı gelince yeryüzüne çıkmak ister. Ne üstünü toprakla örtmek fayda eder, ne de havalandırma boruları insanların acılarını engeller. Çöp dağları yutar yutacağını.
Sevgi Ünal
Latife Tekin
Berci Kristin Çöp Masalları
2012 İletişim Yayıncılık A.Ş.