Ayşegül Ayman

Orhan Pamuk ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanına, karakterleri ve aralarındaki akrabalık ilişkilerini anlatan büyük bir şemayla başlar. Romanın sonunda tüm karakterleri tanımlayan bir karakterler dizini ile 1954-2012 dönemini içeren ve hem karakterlerin hayatlarında hem de Türkiye’de yaşanan olayları gösteren bir Kronoloji yer alır. Yedi kısımdan oluşan romanda her kısmın içerdiği zaman dilimi neredeyse gün-ay-yıl olarak verilir. Romanın başında anlatıcı, romanın kahramanı Mevlut’u şahsen tanıyan roman yazarı olarak kendisini okura tanıştırır. ‘Bütünüyle gerçek’ ve ‘zaten olup bitmiş’ olarak tanımladığı olayları değiştirmeden, abartmadan anlatacağını en başta okura belirtir. Hatta ilk paragrafta romanın kısa bir özetini bile verir. Her şey belirlenmiş gibidir; dikkatlice tasarlanmış, çerçevesi çizilmiş ve detaylar ince ince yerleştirilmiştir. Peki öyleyse bu tuhaflıklar nedir?

Anlatı iki koldan ilerler romanda; anlatıcı yazarın anlattıkları ve karakterlerin anlattıkları.

Anlatıcının metne başlarken kendisini, anlatının kahramanı Mevlut’u de şahsen tanıyan roman yazarı olarak tanımlaması anlatıcıyı üçüncü tekil şahıs olarak sınırlandırıyor. Bu sınırlılığın, kendi bakış açılarından olayları okuyucuya anlatan karakterlerin ‘konuşmaları’ ile aşılabileceğini düşünürken okuyucunun karşısına iki tuhaf durum çıkıyor. İlki, kendisini romanın yazarı olarak tanımlayan anlatıcının daha ilk sayfadan itibaren tanrısal anlatıcı gibi davranması ve roman boyunca tüm karakterlerin duygu ve düşüncelerine hakim olarak bunları okuyucuya aktarması.

“Mevlut, İstanbul’da düğünde gördüğü çok güzel ve çocuk yaştaki (on üç yaşındaydı) kızın da kendisini beğenmesine inanamadı hiç.” (1)

Tuhaf bulduğum ikinci durum ise tüm karakterlerin, ister köyünden ilk kez çıkarak İstanbul’a gelmiş on iki yaşında bir oğlan çocuğu olsun, ister pavyonlarda şarkıcılık yaparak hayatını kazanan otuzlu yaşlarda bir kadın olsun, ister bıçkın bir varoş delikanlısı olsun hep aynı dili kullanarak kendilerini ifade etmeleri. Üstelik bu dil anlatıcının dili ile de aynı. Örneğin, Mevlut ile kaçarak köyünden ilk defa çıkmış on yedi yaşındaki Rayiha’nın, doğacak çocuğuna isim ararken baktığı rehberi tanımlayışı bana tuhaf geliyor.

“Çağdaş adlar rehberinde ise erkekler ve kızlar Avrupai zengin düğünlerinde ve özel liselerde olduğu gibi karışık oturmuşlardı.” (2)

Murat Gülsoy ‘Kafamda Bir Tuhaflık: Peki ama nedir bu tuhaflık?’ başlıklı yazısında bu anlatım tekniğini minyatürün roman dilindeki karşılığı olarak tanımlıyor.(3)  Minyatür sanatının en önemli özelliklerinin; anlatılmak istenen konunun en ince ayrıntılarına kadar eksiksiz olarak işlenmesi, ancak bunu yaparken perspektiften yoksun, ışık, gölge ve duygu olmadan resmedilmesi olduğunu okuduğumda(4) Murat Gülsoy’un tanımı oldukça anlamlı hale geldi benim için.

Romanı okurken tuhaflıklara bazı tutarsızlıklar da ekleniyor. Örneğin; 1985 tarihinde Mevlut ile Süleyman’ın bozanın kutsallığı konusunda yaptıkları bir tartışmada, 1969-1985 yılları arasındaki on altı yıl boyunca Mevlut’ün söylediği “boza alkollü değildir” yalanına müşterilerinin tepkisinden bahsederken anlatıcının verdiği ‘şekersiz Coca-Cola’ örneği, şekersiz Coca-Cola’nın ABD’nde 2005, Türkiye’de 2008 yılında piyasaya çıktığını öğrenince tuhaf kaçıyor.

30 Mart 1994 tarihi ile başlayan II. kısımda yer alan “Yirmi beş yıldır her kış akşamı saat sekiz buçuk civarında, televizyonda akşam haberleri biterken Tarlabaşı’ndaki kira evinden çıkmak için hazırlıklara başlıyor…”  cümlesi de tuhaf çünkü; 1969 yılında İstanbul’a gelerek babası ile birlikte boza satmaya başlayan Mevlut, 1994 yılında boza satıcılığı işinde yirmi beşinci yılını doldurmuştur evet, ama Tarlabaşı’ndaki evi Rayiha’yı kaçırdığı 1982 yılında kiralamıştır, yani on iki yıldır bu evden boza satmak üzere çıkmaktadır, yirmi beş değil. Sıraladığım bu noktaların benden başka okurları da rahatsız edip etmediğini bilemiyorum, ama benim için esas tuhaflık bu kadar planlı, şemalı, kronolojili bir romanda bu tutarsızlıklara rastlamış olmak.

Arka arkaya okuduğum iki roman ‘Berci Kristin Çöp Masalları’ (1984) ve Kafamda Bir Tuhaflık (2014) içerik olarak aynı konudan bahsediyor; 1950’lerden sonra başlayan Anadolu’dan İstanbul’a göç, gecekondu mahallelerinin kuruluşu ve bu mahallelerde yaşananlar özelinde kentin yaşadığı sosyal, politik, ekonomik değişimler. ‘Berci Kristin Çöp Masalları’nda anlatı, akşam vakti alaca karanlıkta gökyüzünü kaplayan bir kuş sürüsünün topluca uçuşu gibi; hep beraber alçalıyorlar, yükseliyorlar, bazen dağılır gibi olsalar da hemen bir araya toplanıyorlar. On yıllar(dır) süren yoğun ve toplu bir yer değiştirmeyi -hem coğrafi hem sosyal- anlatmaya o kadar uygun ki Latife Tekin’in dili ve üslubu, hayran olduğumu söylemeliyim. Öte yandan ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanında, anlatı bireysel hayatlar üzerinden şekilleniyor. Özellikle de Mevlut’un dar alanlarda sıkışan hayatı; iki göz bir gecekondu, küçük bir pilav arabası, bir boza güğümü, daracık bir dükkan. Bir türlü uyanık amca oğulları ya da Ferhat gibi çevirdiği arazinin sınırlarını genişletemez Mevlut, oysa herkes kentin gelişiminden payını güzellikle ya da zorbalıkla- genellikle zorbalıkla- almaktadır. Mevlut’un yaşamının genişlediği, kentin gelişimi ile birleşebildiği tek nokta, her gece arşınladığı İstanbul sokaklarıdır.

Fotoğraf : Nalan İncekara

Romanda üç ayrı olay örgüsü gelişir; Mevlut’un yaşamı, Mevlut’un iç dünyası, İstanbul’un yaşamı. 1969 yılında on iki yaşındayken İstanbul’a gelen Mevlut tüm yaşamı boyunca İstanbul sokaklarında yürür. Bazen sırtında yoğurtçu sırığı, bazen boza güğümü, bazen elinde Kısmet oyunu. Bu yürüyüşlerinin temel amacı bir şeyler satmak, para kazanmaktır tabii ki, bir flaneur(5) gibi aylaklık yapmak değildir. Öte yandan zaman içinde şehrin sokaklarını; binaları, insanları, köpekleri, sesleri ile izlemeye başlar Mevlut.  Baudelaire’in flaneur tanımında yer alan “Onun tutkusu ve mesleği kalabalıkla bir olmaktır.” cümlesi romanın birkaç yerinde karşımıza çıkar sanki.

“Geceleri boza satarken yürüdüğü sokakla kafasının içindeki âlemin artık tek bir bütün olduğunu seziyordu.”

“Mevlut kafasının içerisindeki ışık ile karanlığın, şehrin gece manzarasına benzediğini hissetti. Belki de bu yüzden, getirdiği para ne olursa olsun, kırk yıldır geceleri şehrin sokaklarına boza satmak için çıkıyordu.

‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanı ile ilgili çalışırken, 2014 yılında atölyemizde konuk ettiğimiz yazar Fuat Sevimay’ın İstanbul sokaklarında dolaşan bir bozacıyı konu ettiği ‘Aynalı’ romanından bahsettiğini anımsadım. 2011 yılında basılan romanı ancak sahaflarda bulabildim, ama doğrusu uğraştığıma değdi; ‘İstanbul sokaklarında bir bozacı’ nüvesinden büyütülüp geliştirilen bu iki romanda iki ayrı üslupla karşılaştım. ‘Aynalı’ romanını okumak ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanını yerli yerine oturtmamı sağladı. Öncelikle belirtmeliyim ki, her iki romanda da iki kızı olan, karısı vefat eden, gecekonduda yaşayan taşralı bozacı karakteri- Aynalı Bozacı (Aynalı), Mevlut (Kafamda Bir Tuhaflık)- İstanbul sokaklarını arşınlıyor; biri Anadolu, diğeri Avrupa yakasında. Ancak iki roman kurgu ve üslup olarak birbirinden oldukça farklı.  Romanda, Aynalı Bozacı karakteri on yedi yıldır oturduğum evimin sokağından “Bozaaa” diye bağırarak geçtiği için öznel bakıyor olma ihtimalimi saklı tutarak, olay örgüsü, karakterlerin oluşturulması ve özellikle diyalogları ile ‘Aynalı’ romanının okuyucuyu içine alan, sokaklarda yürüten, hüzünlendiren, güldüren, kızdıran, bazen de ne düşüneceğini bilemez halde bırakan bir metin olduğunu belirtmeliyim. Oysa ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanı, okuyucuya gözlemci olmaktan öteye geçme olanağı tanımıyor; tıpkı anlatıcı yazarının kitabın en başında vaat ettiği gibi: “…gerçek olaylara dayanan bu kitap boyunca hiç abartmayacağımı, zaten olup bitmiş bazı tuhaf olayları, okurlarımın daha iyi takip edip anlamasına yardım edecek bir şekilde sıralamakla yetineceğimi belirteyim.”

Edebiyat tarihimizde yazarın gerçek olayları, gözlemlerini anlattığını ifade ettiği ve kendisini anlatıcı olarak takdim ettiği çok önemli bir roman var, onu da belirtmeden geçmek istemem; ilk basımı 1891 yılında yapılan Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Müşahedat’ı. Bazı kaynaklarda edebiyatımızın ilk romancısı olarak kabul edilen üretken ve girişimci edebiyatçı Ahmet Mithat Efendi, adı ‘Gözlemler’ anlamına gelen romanına ‘Kariin ile Hasbıhal/Okuyucular ile Sohbet’ bölümü ile başlar ve tıpkı ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ta olduğu gibi, romanını ve romanındaki varlığını okuyucu için en başta tanımlar.

“Teşekkül eylediği vakayi [içerdiği olaylar]müşehadat-ı yevmiyedendir

[günlük gözlemlerdendir). Onun için ismini de öyle tesmiye ettim [verdim]

….. Kendimin de bu roman dahilinde mevcudiyetimi [varlığımı] tabiliğinin

[naturalistliğin]

medar-ı azamı [en büyük sebebi) addederim [sayarım].” (6)

Ahmet Mithat roman boyunca aynı zamanda romanın karakterlerinden biri olarak birinci tekil şahıs anlatıcı dilini sürdürür. Diğer karakterlerin iç dünyalarından, o karakterlerin anlatıları ile haberdar oluruz. ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanında olduğu gibi karakterler tekdüze bir ritim ve dille olayları bir de kendi taraflarından anlatmazlar ‘Müşahedat’ romanında. Onlar yazar-anlatıcı ile birlikte romanı yazarlar; bazen başlarından geçenleri romancıya aktararak, bazen romancının taslaklarını okuyup düzelterek romanın ortaya çıkmasında neredeyse görev alırlar. Sadece yayınlandığı dönem için değil, şu an için bile oldukça yenilikçi bir tarzda yazılmış bu roman, adını aldığı gözlemlerden ibaret kalmıyor, hem yazar-anlatıcının hem karakterlerin sahiciliği ve coşkusuyla okuru yakalıyor ve yakalamışken onu da romanın oluşumu safhasına katıveriyor.

“Sanki bu yetimenin, yani yeni reşidenin bizim sarışın güzel, bizim Agavni olduğunu şimdiye kadar karilerimiz [okuyucularımız] anlamamışlar mıdır ki, kızın son sözü olarak “Ben, Maryam’ın kızı Agavni’yim” demesi üzerine duçar-ı istigrap olmuş [hayrete düşmüş] bulunsunlar.”

Orhan Pamuk 2014 yılında Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki söyleşisinde (7) ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ için şöyle diyor; “…bu romanda da başka kitaplarımda yapmadığım bir şeyi yaptım; romanın önemli bir kısmı gördüğünüz gibi bir bilgi roman.” Bilgi roman tanımı ile ilgili bilgi bulamadım, ama özelliklerinden birinin bilgi vermek olduğunu varsayabiliriz sanırım. Bu durumda okuyucu olarak tercihimin, edebiyat yelpazesi içinde yer alan eserlerden bilgi edinmekten çok çöp tepelerinin üzerinde uçmak, Aynalı Bozacı’nın sesini duymak, Ahmet Mithat’a “Aa ben anlamamıştım!” diyebilmek olduğunu söylemeliyim.

1 Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014

2 a.g.e

3 Murat Gülsoy, Kafamda Bir Tuhaflık: Peki ama nedir bu tuhaflık?, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi, 04.02.2015, web. 08.04.2019

4 Minyatür Sanatı,Türkiye Kültür Portalı, 27.11.2017, web. 19.05.2019

5 Flaneur: Flaneur, yaşamın içerisinde kendi hakikatine ulaşmak adına yersiz yurtsuzluğu seçmiş kişidir. Düşünce gücünü çoğunlukla hareket halinde olmasından alır.

6 Ahmet Mithat Efendi, Müşahedat, İstanbul: Özgür Yayınları, 2016

7 Turhan Günay, Sibel Oral, Eray Ak, Orhan Pamuk: ‘Bozacı kahramanımın ruh hali değil, hayatı tuhaf…’, Cumhuriyet Kitap Eki, 11.12.2014, web. 08.04.2019