“Kafamda Bir Tuhaflık”; yazarın geniş bir zamana yayılan olayları, derinlikli araştırmalar ve gözlemleriyle ördüğü  bir “olimpik (tanrısal) anlatıdır”; 19. yüzyıl nehir anlatı sanatının ana özelliklerini taşımakta olsa da, kendine özgü ve yenilikçi yanları ile aynı zamanda bir 21. yüzyıl romanıdır. Yazar  romanda farklı karakterlerin bakış açıları ve içsel monologları ile bu “olimpik anlatısını” sürdürmektedir. Romanın baş kahramanı aslında Mevlut gibi görünse de hemen hemen her Pamuk romanında olduğu gibi  baş rolde yine İstanbul’dur.

Pamuk 1960’lı yılların başlarında Konya Beyşehir’den İstanbul’a göç eden Aktaş ve Karataş ailelerinin elli yıllık tutunma hikâyesini merkeze alarak göç, toplumsal dönüşüm, iktisadi değişimler, bireysel varoluş süreçlerini İstanbul merkezli ele alıyor.  

Romanın dikkat çekici tarafı Mevlut’un yoksul, sıradan bir adam oluşu, kentin, insanların tüketim alışkanlıklarının ve değerlerin değişimiyle yok olmaya yüz tutmuş boza, açık yoğurt satıcılığı yapmasıdır. Kentte yeni gelen bir karakterin, uzun yıllar devam eden ama şehirleşme, endüstrileşme ile çok kısa bir süreçte neredeyse yok olan iki ürünü satması, bir zıtlık. Boza ve açık yoğurt geleceğe dair değil geçmişe dair işler, ekonomik değerleri de sürekli azalıyor ve aslında Mevlut’un kentte var olması güçleştiren meslekler. Boza, gece satılması, yanına leblebi, tarçın konulması, içmenin bir ritüeli izlemesi ve bazı bozaların alkollü olması, -Tatar bozasının afyon ile mayalanması- nedeniyle farklı bir içecek.

Sıradan bir adamın omuzlarında tüm geçmişi ile boza, bir yük mü yoksa o adamı Mevlut yapan bir içecek mi?  

Önceki romanlarının aksine şehrin burjuvasının yoğun yaşadığı Nişantaşı semtinden çıkarak gecekondu ve varoşlara uzanmış yazar.  Bu katmanıyla roman, son yetmiş yılda çok hızlı değişen, evrilen İstanbul’un da hikayesini gözler önüne sermiş. 1950’lerden sonra aldığı yoğun göçle değişen İstanbul, yeni gelenlerin oluşturduğu yeni semtler, sosyolojik, ekonomik, siyasi değişiklikler kitapta yer alıyor.  Romanın başındaki Jean Jacques Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni adlı kitabından yapılan alıntıda şöyle diyor: “Bir parça araziyi ilk çeviren ve ‘Burası benim’ deyip kendisine inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur.”  

İstanbul’a göç eden ilk kişiler bir şekilde yaşamlarını devam ettirdikleri ve burada kök saldıklarını düşündükleri zaman köylerindeki diğer kişileri de İstanbul’a davet ederler. Boynu eğri Abdullah şöyle açıklar yoğurt satmalarını;  

1954’te bizim Gümüşdere köyünden İstanbul’a giden uzun boylu, geniş omuzlu dev Yusuf inşaat işçiliği yapmış önce.  Sonra tesadüfen yoğurtçu olmuş ve sokak sokak yoğurt satıp çok para kazanmış. Önce kardeşlerini, amca oğullarını, İstanbul’a yanına bekar evinde yatıp çalışmaya çağırdı. Biz Gümüşdereliler o güne kadar yoğurttan anlamazdık. Ama çoğumuz İstanbul’a gidip yoğurt sattık. (Kafamda Bir Tuhaflık, s.46)

Bu doğrultuda Konya Beyşehir’in köylerinden İstanbul’a bir zincirleme göç hareketi gerçekleşir. Bir bölgeden ya da bir topluluktan insanların başka bir bölgeye toplu veya kademeli göçünü zincirleme göç olarak tanımlayabiliriz. Buna ek olarak zincirleme göç gerçekleştiren köy sakinleri, bir süre sonra birbirleriyle akrabalık ve hemşehrilik ilişkileri doğrultusunda cemaatleşmeye başlarlar. Genelde İstanbul’da diğer hemşehrilerine göre daha kıdemli bir mevkiye gelmiş ya da köyde saygın bir unvanı olan kişi etrafında tanışıp toplanan köylüler arasındadır cemaatleşme. Cemaatleşmeyle birlikte aslında insanların şehirde yaşamı daha kolaylaşır ve zincirleme göç imkanı artar. İnsanlar birbirine ilk olarak iş bulma ve barınma konusunda yardımcı olurlar, bu süreçte de ahbaplık ilişkisi gelişen hemşehriler arasında daha samimi bir bağ oluşur. Kapalı, köydeki yaşamlarının bir aynası olabilecek yaşamlar kurarlar büyük şehrin uzak tepelerinde.

Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık iktisadi Tarihi kitabında 1950’leri başında ülke nüfusunun %80’inin geçimini tarımdan sağladığı bilgisine yer verir. İthal ikamesiyle sanayileşmeye geçildiğinde ise kentlere doğru büyük göçün ilk dalgası görüldü. 1950’lerde çok partili düzene geçildiğinden küçük ve orta ölçekli tarımsal üreticiler, kentlerde esnaflar, işçiler daha çok seslerini duyurabildi.  Siyasi patronaj iktidara yakın kişilere, parti seçmenlerine imtiyaz tanımaya başladı. İşe alma, İstanbul’a göç edenlerin arsa çevirmesine ses etmeme gibi imtiyazlar verildi.

Mustafa ile Hasan kardeşler Konya Beyşehir’den İstanbul’a gelerek çoğu hemşehrilerinin yaptığı gibi bir arsa çevirirler.

1965 seçimlerinden önceki hoşgörü havasının ve ‘Seçimden sonra Adalet Partisi imar affı çıkaracak’ söylentilerinin etkisiyle Duttepe’deki arsaya bir ev daha girişmişlerdi. O zamanlar tıpkı Kültepe’de olduğu gibi Duttepe’de de kimsenin arsasının tapusu yoktu. Boş bir araziye ev yapan girişken kişi, evinin çevresine bir kavak ve söğüt ağacı diktikten, sınırları belirleyecek bir duvarın ilk taşlarını yerleştirdikten sonra, muhtara gidip para verip bu arazideki evi, ağaçları kendi diktiğine ilişkin bir kâğıt alırdı.  (Kafamda Bir Tuhaflık, s.60)

Arsa çevirme işinde muhtarlık belgesi, sistemde de değişikliklere yol açacak, muhtarların önemi ve işlevi değişecektir.

Muhtarın kâğıtlarının önemi bir gün devlet, on yılda bir yaptığı gibi, seçimler sırasında gecekondulara tapu verirse çıkacaktı ortaya. Çünkü tapular muhtar kâğıtlarına bakarak dağıtılacaktı. Ayrıca muhtardan bir arazinin kendi arazisi olduğuna ilişkin bir kâğıt alan kişi, arsasını başkasına satabilirdi. […] …göçün hızına göre muhtarların siyasi gücü de artardı. ( Kafamda Bir Tuhaflık,  s.61)

Yine Şevket Pamuk’un kitabında 1950-1980 arası Türk ekonomisinde en büyük büyümenin olduğu yıllardır ifadesi yer almaktadır.  Aslında sadece büyüme açısından baktığımızda aşağıdaki grafikte de görebileceğiniz gibi 1923-1950 yıllarındaki 8.1 büyüme oranı bir daha yakalanmamıştır. Ama ekonomik büyümeyi toplumsal ve iktisadi göstergelerle farklı açılardan değerlendirdiğimizde ( bakınız tablo 19.2) en başarılı dönem 1950-1980 aralığıdır.  

1950’de büyüme kaynağı tarımken izleyen yıllarda kent ekonomisi ve imalat sanayi büyümenin motor gücü olmuştur. Hızlı kentleşme büyümeye ivme kazandırmış ve 1950’lere %24 olan kent nüfusu, 1980’de %44’e yükselmiştir.  

1960’lı yıllarda  elverişli dünya koşullarının desteğiyle imalat sanayi ve büyüme tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de artmıştır. 1961 anayasasının sağladığı haklar nedeniyle işçiler daha iyi örgütlenmektir. Güçlenen sendika daha yüksek ücret için mücadele etmekte, ücretler arttığından işçinin refahı da artmaktadır. 1969 yılında Adalet Partisi tek başına iktidar olmuştur. Her ne kadar olumlu iktisadi tablo sayesinde ücret artışı için 1960’ların başında İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen işçilere “yollar yürümekle aşınmaz” demişse de Demirel’i zor günler beklemektedir. İhracatın artmaması, ödemeler dengesi sorunu ile 1970’lerin başında büyük bir devalüasyon yapılarak dolar 9 liradan 15 liraya yükseltilir.  İhracat artsa da yerel üretici zora girmiştir. (Tekin 2006)

Hasan yeni bir gecekondu yapınca oğulları Korkut ve Süleyman’ı yanına alarak Kültepe’deki evden ayrılarak karşı tepedeki Duttepe’ye yerleşir. Kültepe’de iki kardeşin ortaklaşa çevirdikleri bir diğer arsayı ise Hasan, kardeşinin izni olmadan satmış bu da iki kardeşi karşı karşıya getirmiştir. Mevlut’un babası Mustafa, ağabeyi Hasan’ın hakkını yediğini düşünmektedir, iki kardeş görüşmemeye başlarlar.  Mustafa mahkemeye başvurarak aile soyadı olan Aktaş’ı Karataş olarak değiştirir. Mustafa Karataş’ın ailesini İstanbul’a yanına getirmemesi ve  oğlu Mevlut’u da İstanbul’a geç çağırması onun ekonomik açıdan kentte tutunamamasına da yol açmış olabilir çünkü ağabeyi Hasan Aktaş, ailesini yanına getirerek kısa zamanda ekonomik olarak daha çok yol alır. Mustafa hiç bir zaman ekonomik açıdan refaha kavuşamaz.

Fotoğraf : Nalan İncekara

Ancak bu gerilim sadece iki kardeş arasında sınırlı değildir. 1970’li yıllarda  Vietnam Savaşı, OPEC’in petrol fiyatlarını yükseltmesi ile dünya zor bir döneme girer.  12 Mart’ın ardından kurulan CHP-MSP Milli Cephe Hükümeti hem ekonomik olarak zordadır hem de ülkede sağ sol çatışmaları yaşanmaktadır. İç savaş ortamı iki kardeşin yaşadıkları mahalleleri de karşı karşıya getirir.  Politik cepheleşme bir süre sonra kurtarılmış mahalleleri oluşturacak, kanlı ve acımasız çatışmalar çıkacaktır. Kültepe ve Duttepe arasındaki çatışmalarını biraz daha irdeleyince siyasî gibi duran meselenin aslında ekonomik olduğu ortaya çıkmaktadır.  İki taraf ta paylaşmak yerine diğerinin sahibi olduğu şeye el koyarak zenginleşmeyi düşünmektedir.  İlkel kabile toplumlarında buna yağmacılık; modern toplumlarda ise ekonomi politik diyoruz. Kültepe’de yaşayanların Duttepe mahallesinde çevirdikleri arsalara Karadenizli Vurallar tarafından el konulmuş, tapu olmadığı ve muhtarların yazılı beyanları esas olduğu için (muhtar da bu işi yapanların memleketlisi olduğundan arsalarına el konulanların yapabilecekleri pek bir şey yoktur) bu paylaşamama durumu kavgaya dönüşecektir. Siyasî ve silahlı çatışmalar darbeden sonra durulup “normalleşme” başladığında arazi ve alan kavgası müteahhit, tapu, kadastro, belediyeler, imar izinleri üzerinden yürütülmeye devam eder. Askeri darbe yeni göçler, yeni paylaşım olanakları çıkarır;

Tarlabaşı’nda mahallede biraz gezindim. 1980’de askeri darbeden sonra belediye başkanı olan paşamızın kafası attı ve marangozhaneleri, kaportacıları şehir dışına sürdü. Beyoğlu lokantalarında bulaşıkçılık yapanların kaldığı bekâr evlerini de mikrop yuvaları diye kapattı. Bu sokaklar böylece boşaldı. O zaman Vurallar buralarda ucuza kapatılacak, ileride inşaatlar yapılacak yerler aramışlardı, ama evlerin tapusu 1964’te bir gecede Atina’ya yollanan Rumlarda olduğu için vazgeçmişlerdi. Buranın mafyası Duttepe’nin haydutlarından daha güçlü ve acımasızdır. Beş yılda yersiz yurtsuz gariban takımı doldurmuş buraları, Anadolu’dan İstanbul’a gelen yoksul kalabalık, Kürtler, Çingeneler, göçmenler öyle bir yerleşmiş ki, sokaklar bizim Duttepe’nin on beş yıl önceki halinden daha beter olmuş. Artık buraları iyice temizlemek için bir askeri darbe daha lazım. (Kafamda Bir Tuhaflık, s.217).

1980’lerde Neoliberal İktisat politikası, Türkiye’de hakimiyet kazanır. 24 Ocak 1980 kararları kısa dönemde ödemeler dengesini iyileştirip, enflasyonu düşürüp, istikrarı sağlamak ve uzun vadede ihracatla büyümeyi hedeflemektedir. Piyasa ekonomisi olarak adlandıracağımız bu sistem bankacılık ve finans sektörünün gelişmesi, dışa açılma gibi olumlu sonuçlar verse de, ücretler ve tarımsal gelir baskı altında tutulmakta, sanayileşme hız kazandığından İstanbul’un yağmalanması artarak sürmektedir.  Şehri yağmalamaya dayalı bu kolektif çabanın sonucu herkes için aynı getirileri sağlamayacaktır.  Örneğin Hacı Hamit Vural, Kültepe’nin çıkardığı zengin iş adamı olacaktır.

İlk bakışta Hacı Hamit, Kültepelileri kullanıyormuş, sadece kendi menfaatini gözetiyormuş gibi görünebilir. Oysa Kültepelilerin iktidar partisiyle kurduğu rant ilişkisinde çok önemli bir işlev üstlenmektedir. Bu işlevi şöyle anlatır:

Bunların çoğu 1960-70’lerde çevirdikleri arsaları bana satmışlardır. Sonra da hepsi pişman olup, keşke daha geç satıp daha çok para alsaydım derler. Hiçbiri, Hacı Hamit sağ olsun, Allah’ın dağında çevirdiğimiz milletin arazisine, tapusu da yoktu ama gene de çuvalla para verdi demezler. (Kafamda Bir Tuhaflık, s.350)

Eskiden Kültepe’nin de aralarında bulunduğu tepelerde en çok üç katlı binaya izin varken, Hacı Hamit’in çabalarıyla 12 kata izin verilmiştir. Bu, herkesin cebine konulmuş para gibidir. Ankara’nın onayıyla çıkan kararın arkasında, Orhan Pamuk’un cümleleriyle, iktidar partisi AKP’ye çok yakın olan, Duttepe ve Kültepe’de pek çok arsası olan Hacı Hamit Vural ailesinin bulunduğunu herkes bilmektedir. Bu yüzden, bir ay önce yapılan belediye seçimlerinde, iktidar partisinin zaten yüksek olan oyları, Duttepe ve Kültepe civarında daha da yükselmiştir.

Hacı Hamit Vural romanda doksan yaşında ölecek, cenazesine Kültepelilerle birlikte Bayındırlık ve İskân Bakanı da katılacaktır. O öldüğünde, kırk yıl önce yolu, suyu, elektriği olmayan bu mahalleye yerleşen Aktaş ve Karataş aileleri, çoktan “merkez”i ele geçirmiştir.

Mevlut hep çok çalışır ama hep yoksuldur. Yoğurtçuluk, dondurmacılık, pilav satıcılığı, büfecilik, boza dükkânı açmak, otopark bekçiliği gibi giriştiği bütün işler başarısızlığa uğrar. Mevlut şehirde yükselmesine yardımcı olabilecek yırtıcı bir kişiliğe sahip değildir. Üstelik böylesi bir niyeti de yoktur. Onun tek isteği dürüstçe, basit ama mutlu bir hayat yaşamaktır. Ancak sanayileşme arttıkça Mevlut gibi insanların kazanç kapıları kapanır. Örneğin yoğurt satıcılığı, kamyonla dağıtımdan sonra zorlaşmış, ambalajlı fabrikasyon üretim sonrası yok olmuştur.  Başka işlere girer Mevlut ama bildiği tek şey sokak satıcılığıdır, eğitimi ve sermayesi yoktur.

İstanbul çok kısa sürede karmaşık bir metropole dönüşmüş, değerler, ekonomik sistem, mal üretimi ve dağıtımı değişmiştir. Özellikle 1980’lerden sonra çılgın bir Kapitalizm kente egemendir. Para kazanmanın yolu çalışmaktan değil onun işaret ettiği yeni iktisadi düzeni çözmekten geçer.  Bir roman karakterinin söylediği gibi: “Şehirde hak değil kazanç vardır.”

Aslında Mevlut’e o konuda tavsiye verenler de olur, örneğin pilav arabasını kaptırdığında, zabıtadan almak için Hacı Hamit Vural’ın adını söylemiştir. Belediyedeki memur şaşırır, Hacı Vural’ı nereden tanıdığını sorar ve sonra ekler; “Madem Hacı Hamit Vural’ın yakınısın, ondan torpillisin, sokak satıcılığını bırak da git ondan iş iste. Adamın bir inşaatına kısım şefi olsan, satıcılıktan bir yılda kazanamadığını bir ayda alırsın.”Hemşehrilik bağları şehirde var olabilmenin ekonomi politiğini oluşturur. Ama Mevlut bu ağlara gereken önemi vermez,  amca oğulları ise özellikle hemşehrilik bağlarıyla zengin olurlar.

90’ların başında körfez krizi dünyayı etkiler, dünya daha globaldir ve sıcak paranın Türkiye’den kaçması nedeniyle ekonomi bozulur, dünyadaki olumsuz ekonomik veriler nedeniyle 1994’te Çiller hükümeti döneminde büyük bir krizle karşılaşılır. Finans sektörüne başlayan kriz reel sektörlere de sıçrar, çok büyük enflasyon rakamlarına ulaşılır.  

Mevlut’un gençlik arkadaşı Ferhat 1991’de elektrik dağıtım şirketleri özelleştirilince tahsildar olarak işe girmiş ve çok para kazanmaya başlamıştır. Ferhat’ın kişisel kazançları bir yanda dursun, elektrik ülkenin sosyo-ekonomik hayatının önemli bir göstergesidir. Orhan Pamuk romanda elektrik ve ekonomi ilişkisini çok ustaca ortaya koymuştur.  Gecekonduların kaçak elektriği, genel elektrik tüketimi üretim için önemli veridir. Ödenemeyen elektrik faturaları ise çarpık kentleşme, iktisadi, sosyoloji analizler yapmaya çok uygun verilerdir. İstanbul’a ilk elektrik geldiğinde Osmanlıca ve Fransızca tutulmuş hoş kokulu kalın beyaz kağıtlı en eski defterler, 1930 İstanbul’unda gayrimüslimler, 1950’lerdeki dedektif tahsildarlar, kentin elektrik tüketim hafızası kanalıyla sosyo-politik, ekonomik bir özet sunar bize.

Ferhat yoksulların değil, eski ve yeni zenginlerin elektriğini keser ;

Şımarık zengin faturasını ödemeyi ya ilgisizlikten ihmal eder ya da bazen postadan çıkmaz fatura ya da düpedüz kaybolur, enflasyonla arttırılmış cezayla borç büyür de büyür. Bunların aklını başına getirmenin en kestirme yolu, kapıyı çalıp uyandırmadan elektriği şıp diye kesmektir. (Kafamda Bir Tuhaflık, s.323)

Devlet elektrik paralarını tahsil ederken tanıdık siyasetçi bulup borcu affettiren zengin Boğazlı, Nişantaşılı kadınlar, elektrik, kocaları gibi acımasız kapitalistlerin eline geçince bu yeni sistemin tahsildarlarlarından ve elektrik ekonomisinin temsil ettiği Kayserili “yeni” patronlardan korkmaya başlarlar. İstanbul dramatik bir şekilde değişmektedir.

Mevlut da elektrik tahsildarı olur ama akşam da boza satmaya devam eder. Hala yeni ekonomiye direnmektedir. Daha sonra tahsildarlık işinde Ferhat daha çok kazanç arayacaktır, “gece kulübü çökertmeye” (Kafamda bir Tuhaflık, s.372) çalışır. Elektrik dümenleri onun sonunu getirecektir.

IMF destekli düzelme döneminde ortaya çıkan  2001 mali krizi siyasi dengeleri de allak bullak eder. Yeni bir parti olan Adalet ve Kalkınma Partisi ülkenin yönetimine geçer.  Geçmişle ilgisi olmayan tamamen yeni bir dönem başlamaktadır.

2000’li yıllar araziden rant kazanma dönemidir. İstanbul’un taşı toprağı gerçekten altın olmuştur. 2006’da devletin Duttepe ve Kültepe’yi özel kentsel dönüşüm alanı ilan etmesiyle mahalle tamamen değişir. Önceden üç-dört katlı apartman yapma izni on ikiye çıkarılınca herkes bu rantın tatlı cazibesine kapılır. Mevlut’un payına ise babası ve amcasının ortak olduğu, muhtar mühürlü arsasına üç katlı bir ev verilecektir müteahhit tarafından. Amcası bu katların hepsinin Mevlut’un kendi hakkı olduğunu söyler:

‘Rahmetli babanla sen kanınızla canınızla çalıştınız. O katlar herkesten çok senin hakkın. Ablanlar İstanbul’a gelip senin gibi çalışmadılar. İşin doğrusu, müteahhidin vereceği bu üç katın hepsinin senin olmasıdır. Bu eski muhtar kâğıtlarının boşları var bende. Muhtar arkadaşımdı, mühür de var. Otuz beş yıl önce koymuşum bir kenara. Gel senle bu eski kâğıdı yırtalım. Benzer kâğıda yenisini yapalım. Senin adını yazalım, mührü de güzelce vuralım. Vurallar’a daha fazla para vermenize bile gerek kalmadan kat sahibi olursunuz Samiha ile.’ Mevlut bunun köydeki annesinin ve ablalarının payını küçültüp kendi payını büyütmek olduğunu anladı ve ‘Hayır,’ dedi. (Kafamda bir Tuhaflık s.442)

Aktaş ve Karataş aileleri kentsel dönüşümün ardından Kültepe’nin üstündeki on iki katlı almış sekiz daireli apartmanda yaşıyorlardı. Ama hiç bir şey eskisi gibi değildir artık. Mekânla birlikte insanlar da değişecektir. Mevlut gece boza satmaya devam etmektedir, artık ekmek parası için değil sevdiği için gece boza satar.  Boza satmak belki de yel değirmenlerine saldırmak gibidir. Kapitalizme karşı bir Don Kişot kimliğindedir kafası tuhaf Mevlut.

Amca oğulları Korkut ile Süleyman “kazanan” gibi görünseler de, varsıl olsalar da arka planda soluk ve mutsuz hayatları vardır. Kentte var olmaya çalışmak, hırs, kazanma duygusu, açgözlülük insanın basit mutluluklarını elinden almaktadır. Eğer Mevlut’un sokaklarda yankılanan “bozaaa” sesi televizyon gürültüsü tarafından bastırılmıyorsa insanları mutlu etmeye devam etmektedir. Bu ses zamana, kapitalizme direnen bir tuhaf çağrıdır.

“Boo-zaa” diye seslenirken, içinden geçen duyguların evlerde oturanlara geçtiğinin hem gerçek olduğunu, hem de tatlı bir hayal olduğunu da biliyordu Mevlut. Bu âlemin içine gizlenmiş bir başka âlem olduğu ve ancak kendi içine gizlenmiş ikinci kişiyi dışarı çıkarabilirse hayalinde ki âleme yürüye yürüye ve düşüne düşüne ulaşacağı da doğru olabilirdi. Mevlut şimdi bu âlemler arasında seçim yapmayı reddediyordu. Resmi görüş de doğruydu, şahsi görüş de; kalbin niyeti de haklıydı, dilin niyeti de… (Kafamda bir Tuhaflık, S. 464)

Tüm geçmişi ve büyüsüyle boza, sıradan bir adam olan Mevlut’u farklı bir adam yapmış, başlarda onun sırtına yük olmuş gibi görünse de aslında Mevlut’u besleyen, onu mutlu eden bir tutkuya dönüşmüştür.  Mevlut bu mutluluğu insanlarla paylaşır, gece hala boza satmaktadır sokaklarda…

Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk – YKB yayınları  – 12. basım Eylül 2018

Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi – Türkiye İş Bankası Yayınları – 9. basım Mart 2018

Bir Kentsel Dönüşüm Romanı Kafamda bir Tuhaflık -Hikmet Temel Akarsu – Gösteri Dergisi‘nin Mayıs 2015 (http://istanbuldasanat.org)

Işın Güner Tuzcular