Neyya Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’nde İzak Babel sunumu ile aklımıza düşen Odessa gezisini kısa zamanda organize edip kendimizi uçakta bulmuştuk. Gezmiş, tozmuş, yiyip içmiştik. Gezdik tozduk derken, gezimiz edebiyat amaçlıydı. Önce bizi oralara adeta çağıran İzak Babel’in heykelini ve evinin olduğu avluyu ziyaret ettik. Puşkin Müzesi, Edebiyat Müzesi, Opera Binası gezdiklerimiz arasındaydı. Tatlı bir yorgunluk vardı üzerimde. Ama dizlerimdeki yorgunluk bir başkaydı. Çünkü ilk gün, yüz doksan iki basamaklı Potemkin Merdivenleri’ni inip çıkmak, onların rahatsızlıklarını daha da arttırmıştı. Tabii o merdivenlerde can verenler, özellikle Potemkin Zırhlısı filminde yansıtıldığı gibi tekrar gözümün önüne gelince içim de acımıştı.
İşte son gün gelmişti. Önce şehrin ünlü Privoz pazarına uğradık. Oradan da kiliselerinin en görkemlisine gitmek istedik. Hiç görmediğim için bir kilisenin içini merak ediyordum hatta Katolik kadınların yaptığı gibi başımı bile örttüm. Ama o üst katlara çıkan merdivenle karşılaşınca hâlâ isyan eden dizlerim, bana kilisenin önünü salık verdi. Aklımda sadece girişin iki yanına sıralanmış birkaç ayaklı tablada yanan ince mumların beni rahatsız eden kokuları ile mumları girenlere yaktırmaya çalışan uzun boylu, zayıf, sakallı, siyah uzun elbiseli kilise görevlisi kalarak başörtümü sıyırıp dışarı çıktım. Üst katlardaki ihtişamı, kilisenin dış görünüşünden tahmin etmek zor değildi zaten. Dizlerime kızsam da arkadaşlarımın çektiği fotoğraflarla avunurum diye düşünürken oturacak bir yer arayıp kapının on adım ötesindeki çiçeksiz bir çiçekliğin kenarını mesken edindim. Kaç gündür yağmur altında gezdikten sonra güneşin altından oturmanın bana iyi geleceğini düşünüyordum ki içeri girerken fark etmediğim bir manzara gözüme çarptı.
Biri kilisenin kapısının tam girişinde, diğeri yan tarafında iki dilenci vardı. Yan taraftaki orta yaşlı, zayıf adam tekerlekli sandalyede oturuyordu. Ayaklarının durumundan rol yapmadığı ortadaydı. Niye şüphelendim derseniz bizim ülkede kör ve kötürüm taklidi yapan dilencilerden geçilmiyor da ondan. Bu adam, dizlerinin üstündeki açık gri şapkaya sadaka koyanlara değil sözleriyle, mimikleriyle bile minnet duygusunu yansıtacak halde değildi. Çünkü sanki ardından atlı kovalıyormuşçasına elindeki üzüm salkımından taneleri art arda ağzına tıkıştırıp duruyordu. Onunla hiç göz göze gelmedik ama benim gözüm eski de olsa onun önüne koyduğu şapkada kaldı. Çünkü ne zamandır aradığım model ve renkteydi.
O adamcağız orada duradursun göz göze gelmek neymiş çok iyi anladım. Yaşlılara karşı hep sempatim vardır. Çocuklara ve hayvanlara olduğu gibi. Ama yaşlı kadınlara daha çok sempati duyarım. Bunu öykülerimde başkahramanlarla yansıttığım çoktur. Ama bu sempatinin içinde büyük oranda merhamet ve acıma duygusu olduğunun farkındayım. O yüzden biraz da korkarım. E, yaş gelmiş altmış ikiye. Kapı çalınıyor yavaş yavaş duymak istemesem de. Ne demişler “Acıma, acınacak hale gelirsin,”. Bunları kilise kapısının önünde dilenen yaşlı kadına bakarak düşünedurayım aklıma bir muziplik yapmak geldi. Ne zaman gelmez ki zaten. E, ne yapayım arkadaşlar da bir türlü dışarı çıkmak bilmiyorlardı.
Başımdaki pembe berenin ortasını çukurlaştırarak dizlerime koydum. Arkadaşlar çıkınca “Allah rızası için,” diyerek avucumu açacaktım bir yandan da. Bıyık altından gülme deyimiyle bağdaşan yüz ifademle hazırlıkları yapıp kafamı kaldırınca bir de ne göreyim; karşımdaki dilenci kadın bana işaret parmağını sallayıp duruyor. Bir yandan da anlamadığım bir şeyleri hiddetle bağırarak üst üste söylüyor. Önümde bir direk olduğundan onun, karşısında duran birine bunları söylediğine kendimi inandırmak isteyip eğildim baktım kimse yoktu tabii ki. Tüm tehditkâr hallerinin bana yönelik olduğundan emin olmak kendimi kötü hissettirince, üstümdeki, gözlerimi delecek koyuluktaki mavi gözlerinden yana bakmamaya çalıştım ama nafile. Yaşlı kadın bu arada kiliseye girenlerden her seferinde istavroz çıkarma eylemiyle dilenmeye devam etse de ilgisini benden esirgemiyordu.

Aklıma bir gün önce rehberimizin anlattıkları geldi. Burada erkekler genellikle gemilerde veya uzaklarda çalışırlarmış. Bu duruma katlanamayan çoğu kadın, evlenip çocuk sahibi olunca eşlerinden ayrılır, çalışır, bir yandan da devletten çocuk parası alırlarmış. Kadınların üstündeki yüklerin fazla olduğunu pazarda satış yapan kadın çoğunluğundan ve ileri yaşına rağmen çöpçülük yapan kadınları görünce anlıyor insan. Kadınlarda gözlemlediğim bazı sert tutumların, yaşadıkları olumsuz koşullar yüzünden oluştuğunu, bu yüzden de doğal karşılamamız gerektiğini düşünüp karşımdaki dilenci kadın için ah teyzem bulamadın mı bir koca, yapamadın mı bir çocuk, belki sana bakardı şimdi, diye içimden geçirirken sanki Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan cin gibi bir adam peydahlandı başımda. Ama onun gibi sevimli değildi. Hem de hiç. Belki de yıllar önce devamlı seyrettiğim boks maçlarından bir tipe benziyordu. O kadar cüsseli yani. Ve kapkara. Üstelik kafası tam bir kare. Sol kulağının üstündeki üç kesik gözüme ilişince olmayacak büyüklükte bir Fransız bulldog köpeği görmüş gibi şöyle bir irkildim. Oturduğum için daha da dev gibi hissettim adamı belki de. O da anlamadığım şeyler söylemeye başladı. Ben başımı iki yana salladım durdum. Ama o devam etti. Söylediklerinin arasından sadece “taksi” sözcüğü yabancı değildi bana. Bu kez işaret parmağımı dudaklarıma yapıştırıp kafamı salladım iki yana. Neyse adam gitti. Gitti ama beni aldı mı bir korku. Tek başıma ve hiçbir şey anlamayan bir kadın olduğumu gören bu adam dönüp bir kötülük yapabilir, organ mafyasından bile olabilir diye kurmaya başladım. Bir an, adamla, dilenci kadın kâbusundan kurtulmak için kiliseye sığınmak bile aklımdan geçti ama duvar boyutlu adamın önümden çekilmesiyle beni yine görebilen kadının sallanan işaret parmaklı, bağırtılı hiddeti kilisenin önünden bana doğru akınına devam ettiğini görünce önünden nasıl geçerim diye bu fikrimden vazgeçtim. Yerimden kalkıp yol boyu gidip gelme fikrim de tüm gün dolaşacağımızdan ve akşam dönüş için yola çıkacağımızdan hiç cazip gelmedi.
Bir süre sonra grubumuzdan birkaç arkadaş çıkınca ben hemen boynumu büküp suratımı acıklı pozlara sokarak “Allah rızası için,” diye başladım. Mizansenim çok hoşlarına gitti. Şamata, gırgırla anılarımıza sabitlemek için bazısı tek başına, bazısı onların şapkama bozuk para bırakırken çekilen fotoğraflarımız arasında içlerinden bir arkadaşım yerden bulduğu, üstünde beş sayısının olduğu madeni parayı şapkama attı. Fotoğraf faslı daha sonra çıkan arkadaşlarla da devam etti. Artık kilise ziyareti bitmiş, yol boyu alışveriş yaparak ünlü gara gitme zamanı gelmişti.
Ben kadını sinirlendirdim, üzdüm diye şapkamdaki metal parayı kendisine vereyim dedim. Gittim, yakından görünce bir tuhaf olduğum, derisinden yol yol fışkırmış yeşil damarlı, kuru kemikli elinin ortasına koyuverdim parayı. Sanırım bir saate yakın edildiğim tacizden olacak bana masallardaki cadıları andırır gelen kadının yüzü, birden yumuşayarak şükran yüklendi ama daha bir iki adım atmamıştık ki arkamızda bir şangırtı koptu. Yaşlı kadın, o madeni parayı kilisenin önündeki kaldırım taşların üstüne öfkeyle fırlatarak belki de daha önce söylediklerinin bin katına ne belalar ekleyip gelmişimi geçmişini sövdüğünü tahmin ettiğim bağırtılarını ardımız sıra yolluyordu. Başımızı çevirmeye bile korktuk. Ya Allah’ın duaları kabul ettiği bir saatse diye hem de kilise kapısında, bu kadar beddua almak korkuttu beni doğrusu.
Alışveriş, gar ziyareti derken aynı yoldan geri dönecektik. Önce kiliseye uzak yoldan gitmeyi düşünsek de karşıya geçmek için uygun yerde trafik ışığı bulamayız diye vazgeçip önünden yürümeye karar verdik. Ama yaklaştıkça beni sardı mı bir sıkıntı. O kadını tekrar görmek istemiyordum. Aklıma, kadının açık renkten koyu renge yol almış kirli başörtüsünden yer yer fırlayan beyaz saçlarıyla tezat, kahverengi pantolonunun üstüne giydiği, gençlik haykıran, incecik kumaştan beyaz üzerine dallı güllü, uzaktan fark edilecek kadar cafcaflı uzun eteği geldi. Baktığımda öyle bir manzara göremedim. Yine de kendimi güvende hissetmek için kiliseye en uzak noktadan geçmekte yarar vardı. Neyse yaşlı dilenci kadın yerinde yoktu. Rahatlayarak “Oh be!” dedim.
Bir yandan da ikinci “Oh be!” yi demek ki ben hayatta parasız kalmam, giysilerim uygun olmadığı halde mesleği icra edip yılların dilencisine rakip bile olabildim. Üstelik yabancı bir ülkede, Odessa’da diyen sevincime yolladım.
Ben de bir tuhaftım doğrusu. İki gündür gezdiğimiz müzelerde gördüklerime, edindiğim bilgilere sevineceğime böyle şeyler düşünüyordum. Kendine gel kızım, edebiyat gezisine gelmiş kadınsın sen, diye koluma bir çimdik atsam da şimdi bakıyorum da fotoğraflarım hiç öyle demiyor; adeta “Allah rızası için bir grivna!” diye bağırıyorlar.
Sevgi Ünal
S.Ü./N.İ.