-Alo, kızım döndünüz mü? Merak ettim.

– Evet anne.

 – Anlatsana ne oldu?

 – Barınaktan birkaç aylık, çok sevimli bir yavru Alman kurdu aldık.

– Ah… Kızım ah… O büyüdükçe çok irileşecek. Küçücük evinde nasıl bakacaksın? O kadar vazgeçmeni istedim, sana dinletemedim. Başına büyük iş açtın.

– Görmelisin. Çok şirin. Sevmek için kucağıma alınca sokulup uyumaz mı? Öylece aldım geldim. Adını Tom koyduk. Ama o her “canım” deyişimde yanıma geliyor. Kendisi adını “Canım” olarak  değiştirdi. Birbirimizi çok sevdik.

– Ne çabuk sevdiniz? Nasıl anlaştınız?

– Anne sevmek için zaman ve konuşmak gerekir mi? Canım’ın dilini çözdüm. Mutluluğunu tiz sesiyle iki defa, hoşnut olmamasını da üç defa havlayarak ifade ediyor.

– Diğer Canım’lar böyle mi konuşuyorlar?

– Bilmiyorum. Benimki böyle.

– Yalnız kalınca ne yapacak bakalım?

Yaşam köşesinin eksikliğini tamamlamak için çıkmıştık, dönüşümüzde sessizce otururken kokumuzu alır almaz koşarak kapıya geldi, heyecanla kuyruğunu hızla sallayarak üzerime atlamak istedi, Canım ancak dizlerime kadar çıkabildi.

İlk akşam güzel geçti, biz televizyon seyrederken Canım uslu uslu oturdu, yemeğini iştahla yedi. Öyle küçük, masum bir canlı ki, büyüyüp boyumu geçeceğini hayal bile edemiyorum.

Bu küçük apartman dairesinde koca kurda nasıl bakacağız diye de korkmuyor değilim. Hep böyle kalsa keşke…

Yatarken annemin çok irileşir, küçük evinde nasıl bakacaksın sözü yine geldi aklıma çok tedirgin oldum, yorgunluktan göz kapaklarım kapanıyor, Canım büyüme derken…

Dışarıda güneş açmış, apartman dairesinden kurtulduğumuz ne güzel oldu. Müstakil ev gibisi var mı? Geniş ferah bir bahçemiz var… Hayat ne güzel. Bahçe var var olmasına da ormanda yürümek bir başka oluyor.

Eşime hafta sonu ormana gidelim dedim, Canım anladı.                                                                                                                                           – – Hav. Hav…Hav. Hav, diye sabırsızlandı.                                                                                                                        

İkimize de baktıktan sonra holde bizi beklemeye başladı. Boyumu geçeli çok olmuş, dik kulakları, canlı gözleriyle bana bakıyor, iri olmasına iri de hâlâ bebeğim o benim… Yakışıklı bebeğim…

Orman girişinde ağaçlar karşılıklı kollarını uzatmış tünel açmışlardı. Biz geçerken aniden dal dala tutuşup yolumuzu kesiyorlar, nereden geçmek istersek orayı kapatıyorlardı. Dalların üzerindeki kuşlarda cıyaklayarak Canım’ın başına konup ürküttüler. Şahlanır gibi zıplıyor kuşlardan kurtulamıyor, tünelden bir türlü çıkamıyorduk. Sonunda aniden başlayan bahar yağmuruyla çakan şimşeklerden yanmaktan korkarak oldukları yerde titreyerek toparlandılar biz de geçtik.

Ağaçların kesilmiş olduğu, büyümüş otların arasında ben eşim ve Canım kovalamaca oynadık. “Haydi Canım yakala beni,” dediğim anda yarışıyorduk. Daireler çizerek koşuyor, gelir gibi yaparak bizden kaçıyordu. Kuyruğunu iki tarafa sallamaktan helak olmuştu, gözleri mutluluktan parlıyor, suyunu içiyor, tekrar dili dışarıya çıkıncaya kadar koşuyordu.

Orman kararmaya başlıyordu.

 – Dönüyoruz Canım.

  Uslu uslu arabaya atladı. Araba sağ arka tarafa yatıyordu.

  – Daha yeni hareket ettik ne oldu?

  – Lastik kesilmiş!

  – Eyvah! Yedek stepne var, fakat biz lastik değiştirmeyi bilmiyoruz. Şimdiye kadar hiç başımıza gelmemişti.  

– Yardım isteriz. Benim telefonum çalışmadı. Sen denesene.

 – Benimki de çekmiyor.

Durduğumuz yerde ne yapacağımızı düşünürken kovalamacaya doymayan Canım ileri doğru koşmaya başladı. Biz “gel” diye seslendikçe o “hav, hav” diyor, otların üzerinde bana vermek için dudaklarının arasına sıkıştırdığı bir papatya veya gelincikle yatarak bizi izliyor, ona yaklaştığımız zaman bekler gibi dururken aniden dönüp koşarak ileri gidiyordu.  Birden durdu. Nereden geldiğini anlayamadığım siyah ceket, pantolon giymiş bir adam yolumuzu kesti. Canım hırlamaya başladı.  Onu ilk defa böyle gördüm.

Ortalığın kararmaya başladığı bu saatlerde hâlâ siyah gözlükleri gözünde olan, nereye baktığını görmediğim adama:

– Arabamızın lastiği patladı, bize yardım eder misiniz?

 – Bakalım.

Biz önden o arkada Canım’ın kızgın havlamaları eşliğinde arabamıza döndük.

Siyahlı adam aniden arka sağ tarafından çıkardığı tabancasını bize doğrultarak “Sen sırt çantanı, takılarını, sen de cüzdanını ayağımın dibine atıp arabaya binin, kapıları kilitleyin,” emrini verdi. Eşimin “Ne yapmak istiyorsun? Paraları al git!” sözüne “Arabam ileride binip gideceğim, sizi baş başa bırakacağım” diyerek sırıttı.

Tabancanın namlusu üzerimizdeydi. İstediklerini yaptık, arabaya bindik. Canım dışarıda kalmıştı. Adam yakıt deposunun kapağını kaldırdı, yerleştirdiği mendili sol cebinden çıkardığı çakmakla yakmak üzereydi. Nasıl bir cani ile karşı karşıya kaldığımızı anlamıştım. Canım’a baktım. Kulaklarını ve kuyruğunu dikleştirmiş, dişlerini gösteriyor, hırlıyordu. Gözlerine baktım ateş gibiydi, veda etmek istediğimi söyledim. Anladı, sırtındaki tüyleri dikleşmiş gergin vücudu ile yaydan fırlamış ok gibi bütün gücüyle adamın yüzüne yönelmesi bir oldu. Adam yere düştü tabancası fırladı gitti. Canım yüzünü ısırıyor, patileriyle boğazını tırmalıyor, gözünü açmaya bile fırsat vermiyordu.

Arkadan yetişen bir arabanın farlarının ışığı hepimizi aydınlattı. Dışarı çıktım, koştum, Canım’ı sakinleştirip çekip aldım. “Çok büyüdün artık kucağıma alamam,” diyordum. Bu defa zorla kucakladım, kaldıramadım.

– Masum Canım az kalsın katil olacaktın.

İlk günkü gibi duygulandı, gözlerini kapattı, ufaldı. Belki gözyaşlarını içine akıttı. Kim bilir?

Göğsümdeki ağırlıktan nefes almakta zorlanıyordum. Gözlerimi zorlukla açtım. Kan ter içindeydim. Canım göğsümün üstünde, patilerini boynuma dolamış bakışlarını gözlerime dikmiş yatıyordu.

 – Canım, büyümüş de, hayatımızı kurtarmışsın! İyi de herkes kendi yatağında yatacak. Anlaşılan seni eğitmemiz gerekiyor.       

Kucağımda götürürken o: “Hav. Hav.Hav… Hav. Hav. Hav” diyor, laf yetiştiriyordu.

 Nebahat Alptekin

N.İ.