Âşık oldum. Daha uzun zamanmış gibi hissetsem de onunla karşılaşmamın ve aşkın çemberine atlayışımın üzerinden sadece otuz üç gün geçti.

İnsanların bakışlarıyla baş etmeye alışmıştım aslında ama o dünyalar güzeli kızın içimde koparttığı fırtınada boğulmaktan korkuyorum artık. Bana gözlerinde binlerce soru işaretiyle bakmasını kaldıramam. Sevdiğim kızdan daha çok bahsedeceğim yakında, leylak kokusunu anlatmak için sabırsızlanıyorum. Ama çocukluğum ha bire tıklatıyor kapıyı…

Resim yeteneğim hayal gücümle birleştiğinde başkalarının anlayamayacağı şeyler yaşıyorum. Çizmekten kaçmanın yolunu kalemimi kelimelerle barıştırarak bulabileceğimi umuyorum. Yazdıklarıma -itiraflarıma belki de- birilerinin gözü değsin istiyorum.

Annem yok benim.  Altı yaşındayken öldü. Ama onun gözlerine hâlâ sahibim. Hayır, hayır! Onun gözlerini bir cam kavanozda saklıyor değilim! Başta aklımla ilgili şüpheli cümleler kurduğum için bu fikir zihninizin bir köşesinde belirmiş olabilir. Belki siz de benden pek akıllı değilsinizdir.

Daha altı yaşındaydım, okulun ilk yılıydı. Harflerle dolu olması gereken defterimin sayfaları resimlerle doluydu. Etrafımda ne varsa resmini çizerdim: masa, çiçek, öğretmen, arka sıradaki tatlı kız.  Benim oyun anlayışım; bir köşeye tüneyip koşan, kavga eden, ağlayan, zıplayan çocukları, ağacı, okulu, güneşi, her şeyi çizmekti. Durmaksızın…

Canım annemin ev hallerini çizerdim. Upuzun boyu vardı, bir annede olmaması gereken kadar uzun.  İncecikti bedeni. Çilli bir yüzü vardı. Benim de var çillerim. Kızıldı saçları. Tanıdığım tek kızıl saçlı insandı. Evde iş yaparken, televizyon izlerken, elinde kitabı uyuyakaldığı zamanlar her halini resmederdim.  Gururla bakardı resimlerime. Hayranlığını, ince uzun parmaklarını üzerlerinde sever gibi gezdirişinden anlardım. Çilleri dansa başlardı yüzünde. Kahverengi gözleri kocaman olurdu, ince dudakları yanaklarına yayılır, leziz bir yemeği tarif eder gibi “Mmm! Harika olmuş!” derdi.  Ben her defasında gıdıklanıyormuş gibi iki büklüm olur, kıkırdayarak, “Anne, yemek değil ki bu! Resim!” derdim. Sıcacık sarılırdık sonra.

Sabahları uyanık dahi olsam, annem usulca yanaşıp hiç ısınmayan elleriyle yanaklarımı sevmeden, sıcacık dudaklarıyla beni öpmeden asla gözümü açmazdım. Her sabah bir öncekinden değişik bir yiyecek hazırlardı bana. Uyandırırken ballandıra ballandıra anlatırdı: “Bak, sana sıcacık kakaolu süt hazırladım.”, “Duyuyor musun sucuklu yumurtanın kokusunu?” Hemen uyanmaz biraz daha sevsin diye nazlanırdım. Babam benim hatırlayamadığım kadar erken ölmüş. Senede en fazla iki, üç kez görüştüğüm bir de anneanneye sahibim.  Annemi doyasıya yaşamak isterdim, çocuksu bir hisle biriktirmek istiyordum sevgisini belki de içimde. Susamışçasına bir yoksunluk vardı içimde, öyle özlerdim uzağımdayken.

O sabah, bundan tam on dört yıl önce, buz gibi bir sabaha uyandım. Ne mutfaktan gelen bir tıkırtı, ne güzel kokular, ne de annem… Yoktu. Sağır olduğumu zannedecek kadar sessizdi ev.  

Çok soğuktu aynı zamanda. Hâlâ mevsimlerden yaz bile olsa, o sabahın buzu muhakkak gezinir bedenimde. Öylece bekliyordum yatakta. Kapının çalmasıyla irkildim. Ses ürkütücü bir gürültüye dönmese daha da uzun süre kalabilirdim yatakta. Bir korku filminin içindeymişim gibi gümbürdüyordu kalbim. Etrafı kolaçan ederek usulca kapıya yöneldim. İçimde gezintiye çıkan belli belirsiz bir umut, annemi mutfakta bir şeyler pişirirken görebilmeyi diliyordu. Ama gri bir yalnızlık kol geziyordu evde. Annemin beraber temizliğe gittiği kadındı kapıyı yumruklayan. “Annen nerde? Sen okula niye gitmedin? Hasta mısın? Annen mi hasta yoksa?” sorularını nefessiz sıralayan kadın, cevapsız bakışlarım karşısında holün ortasında bir an durdu öylece. Aklına kötü fikirler gelmişti belli ki. Tedirginliği sesine yansımış, bir kediyi çağırır gibi mırıldayarak anneme seslenirken,  bir yandan da onun odasına doğru usulca yürüyordu.

Kapı aralıktı. Perdeleri açılmamış odada annem sırtüstü uzanmış, açık gözlerini tavana dikmişti. Kadının çığlığı ellerimi kulaklarıma götürdü.

Delilik hikâyem evimden, annemin koynundan alınıp  tek akrabam diye verildiğim anneannemin pis duvarlı odasına tıkıldığım gece başladı.  Yaşlı kadın da üzgün görünüyordu ama yıkılmış değildi her nasılsa. “Takdir-i ilahi, Allah verir, Allah alır,” gibi manasını bilmediğim kelimeleri sıralamıştı ardı sıra.

Ağlamaktan sızdığım yatakta, gecenin ortasında kâbuslarla uyandım. Işığı açınca kâbusun bitmediğini anladım. Resim defterime koştum. Hasretle en ince detayına kadar çizdiğim annemin gözleri gülümsüyordu artık bana, gerisini kolaylıkla hayal edebildim. Geri getirmiştim onu, sıcaklığı ruhumu ısıtmıştı. Çilli yüzünü bana yanaştırmış, burnunu burnuma sürtüyordu. Gülümsüyordum. Yatmadan başucuma ballı süt koymuştu, içtim hemen. Sıcak süt, annemin şefkatli öpücükleriyle birleşip en güzel hayallerin olduğu bir uykuya daldırdı beni.

Bir haykırışa uyandım. Yaşlı kadın kapıda dikilmiş, beyaza kesmiş ablak yüzünü bana sabitlemişti. “Ne yaptın sen!” Duvarın, erişebildiğim her köşesine çizdiğim annemin gözlerinden ürkmüştü belli ki. Neden bu kadar rahatsız olmuştu, o hiç özlememiş miydi kızını? Korkmuştu benden. Duvarlara eciş bücüş resimler karalayan sıradan bir çocuk değildi karşısındaki, küflü duvarlarda annesine can veren torunuydu.

Başsağlığına gelenlere nedensiz bahanelerle odamı gösterip, deliliğimin derecesini ispat etti kendince. Okula gidebildiğim ilk gün, mahallemizden yayılan dedikodu dumanı çoktan okulumuza kadar dağılmıştı. Çocuklar sırıtarak göz hapsine aldılar beni. Gizli gizli açmayı planladığım annemin gözleriyle dolu defteri çaresiz, bütün alay ve gülüşler arasında açıp masama yaydım. Gözyaşlarım annemin gözlerine yağdı.   

Zaman aleyhime işledi. Şahin gözleriyle beni izleyenler, annemle kurduğum iletişimin hiç bitmediğini anlayınca pençeleriyle kavradılar beni, anne özlemi çeken masum bir çocuktan öteye taşıdılar. Aklından zoru olanların var olduğu bir topluluğun üyesiydim artık.

Bugün annemi leylak kokulu sevdiğimle tanıştırdım. Kız şimdilik bilmiyor onu sevdiğimi. Kalbimin onu görünce attığı gürültülü kahkahalarından haberdar değil daha. Otuz üç gündür seviyorum onu ama sadece bugün üniversitenin kantininde bir çay ikram edebildim. Kıvırcık saçlarını tepesinde topladığında dünyanın en sevimli kız çocuğuna benzediğinden bahsetmiştim anneme, onu görünce gülümseyerek hak verdi bana. 

Tam da o anda, aniden uğultulu bir rüzgâr esti etrafta, annemin çilleri yer değiştirdi yüzünde. Kafası karışık olunca hep böyle olur. Kıvırcık perçemli sevdiğimin bir bana, bir annemin olduğu boş sandalyeye tereddütle baktığını görünce bir sancı girdi mideme. Anlatmışlar mıydı? Siyah tohumlarını sevdiğimin kalbine ekip, köşede bucakta bizi izleyip yeşermesi için can mı atıyorlardı yoksa?

Yalancı çıkaracaktım onları, içim kan ağlasa da bakmadım bir daha annemin gözlerinden yana. Annemin de onu çok sevdiğini dillendirmek için delirsem de söylemedim.  İkiye bölünmüş halde bir çay içimlik dayandım, bir yanım sevdanın ateşi, bir yanımda bakamadığım annemin gözleri.

Suçlu biri gibi döndüm eve. Hüzün doludur dediğim annemin gözleri sevgiyle karşıladı beni. “Anne, üzdüm mü seni?”  diye sorunca, çabucak cevapladı “Hayır, asla!” Suçluluğumu fırlatıp atamıyordum üstümden, “Onu çok seviyorum anne, o da beni sever mi dersin?”. Dudağında mutluluk çiçekleri açmışçasına fısıldadı, “Sever tabii, neden sevmesin! Sen iyi yürekli, harika bir gençsin.”

Ellerimi tuttu, alnını alnıma dayadı. “Benim gitmem lazım oğlum, artık vedalaşma vaktimiz geldi,” deyişiyle boğazımı sıkan yumruk tek bir kelime bile çıkmasına izin vermedi dudaklarımdan.

Bana gülümserken dans eden çillerine dokundum, ellerimle kapattığım göz kapaklarından öptüm birer birer.

Şimdi de odamın duvarlarını leylak rengine boyama vakti.

Nalan İncekara