Alice Munro öykülerinin içinden “Aile Mobilyaları”nı seçmiş olmamın nedenlerinden biri, benim gibi kadınların hayatında iyi ya da kötü özel bir yer tutan ev eşyalarının etkisiydi belki. Annemin çeyiz olarak getirdiği, iki kanadından biri zorla açılır ceviz masayı hala kullanmam, eski eşyalar satan Yeldeğirmeni’ndeki Mehmet Usta’dan aldığım sırtı oymalı kanepe, ince ayaklı sehpa ve üzeri kurt yeniği dolu şifonyer olabilirdi. Evimi doldurduktan sonra hızımı kesemeyip annemin ve kız kardeşimin evlerine aldığım ahşap büfeleri unutmamalıyım. Babaannemden kalan yemek tabaklarının satın alınmasına ilişkin çeşit çeşit hikayeler uydurup etrafa anlattığım sıkça vakidir. Dizi filmde gördüğüm masanın evlendiğimde alınan tuvalet masasıyla aynılığı, hemen dizideki evin fukara olmasını esas alıp sosyal alanda kendimi yeniden konumlandırmama bile yol açar.

Mobilyaların yazarlar için ne ölçüde dikkate değer olduğu konusunda hiçbir fikrim ve tecrübem yok. Merdiven altında derme çatma bir masanın üzerinde yazanlarla otel odasındaki bir konsolun üzerinde nasıl şaheserler çıktığını bildiğimden, pamuk ipliğinden zayıf bir yazar mobilya ilişkisine inanmaktayım. Ancak mobilya sahibi olmanın kadınlar için önemine vakıfım diyebilirim. Kardeşimin ikinci el ev eşyası satan dükkânından öğrendiklerim kadar Kadıköy’e her indiğimde geçmeden duramadığım Tellalzade Sokağı ve civarında gördüklerim sayesinde bu bilgiçliğim.
Birkaç kez okuduktan sonra, yirmi beş yıl önce Bursa’dan aldığımız çalışma masasının üzerine “Aile Mobilyaları”nın yatırılmasının nedeni olarak bulduğum şey; Alice Munro’nun öykünün ortasına yerleştirdiği aileden kalma mobilyaların sıkış tepiş hali ve onları gördüğü yirmi–yirmi bir yaşının yazar olma yönünde verdiği kararından etkilenmemdir. “Alfrida hakkında yazacağım öyküyü- özellikle onu- düşünmedim de, ne iş yapmak istediğimi düşündüm; öyküler icat etmekten çok havada uçuşan şeyleri yakalamaya benzer işti.” Öykünün son iki cümlesinden önce bunları söylüyordu. Yazdıklarını okudukça onun için yazar olmanın etrafındaki kederin, hüznün ve belli belirsiz sırların yeniden hatırlanması hali olduğunu yeniden idrak ettim.
Edgar Allan Poe, öyküyü en sanatsal düzyazı türü olarak gördüğünü belirttikten sonra, buna neden olarak şunları söyler: “Çünkü okur üzerinde bıraktığı etkinin bütünlüğü hesaplanabilir ve korunabilir.” Poe’nun öyküyü zihninde biçimlendirmesinin, Alice Munro’nun “Aile Mobilyaları”ndaki anlatım ustalığına denk geldiği kanısındayım. Anlatı bir olaylar dizisinin göstergesel olarak temsil edilmesiyse, Aile Mobilyaları’nda nasıl temsil edildiğini anlamaya çalışıp, bu yazı çerçevesinde aktarmaya çalışacağım. Anlatı incelemelerinde yer alan fabula, öykü ve metin üçlüsünün iç içe geçmiş basit dairelerinden ziyade çetrefilli yanı daha ağır basan çözümlemeye ihtiyaç duyulduğunu söyleyebilirim. En azından benim için böyle oldu. Fabula, eylem düzeni, bazı kaynaklarda olay örgüsü olarak ele alınırken; hikaye fabula’ya zaman ve bakış açısı getirilmesi, metin ise hikayenin dilsel yapılanmasıydı. Hepsi özetlenmiş ve sıkıştırılmış bir biçimde notlarımın arasına girmişlerdi.
Anlatıcı’nın öykü karakterlerinden biri olduğu “Aile Mobilyaları”nda zaman zaman anlatıcıyı kenara alarak yazarın araya girmesine de rastladım. Bu anlamda olup biten olaylar ve karakterler yani fabula’nın üzerini kapsayan hikaye, hepsini çevreleyen bir kurmaca anlatı ve anlatıcının dış halkası olarak yazarı görmek mümkün oldu diyebilirim. Söylem zamanının neredeyse kırk yılı aşan süresi içerisinde, anlatım zamanı ileriye doğru giderken karakterin yani Alfrida’nın hikayesinin tam ters çizgide kurulmasından çok etkilendim. Zamanda geriye bakış ve ileri sıçramaların yani Genette’nin adlandırdığı biçimde analeks ve proleks’lerin Munro’nun diğer öykülerinde olduğu gibi bolca olmasına şaşırmadım.
Yukarıda kısaca değindiğim unsurları dikkate alarak öyküyü irdelemeye çalışacağım. Öykünün ilk anlatım zamanı, anlatıcı karakterin 16 yaşında olduğu zamandır. Ancak öykü ondan yaklaşık 20- 25 yıl kadar geriye giderek, Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği, herkesin sevinç içinde olduğu, kilise çanlarının çaldığı gün üzerine bir anı ve diyalog ile başlar. Anlatı zamanının çok ilerisinde, hatta üstü oldukça örtülü bir biçimde sürpriz bir karakterin ağzından duyacağımız ana kadar, bütün hikayenin can alıcı damarının bu olay olduğunu okur olarak pek anlamayız. Baba ve kuzeni Alfrida’nın birlikte oynadıkları köpek Mack’e anlatı boyunca sadece yeni karakterle beraber döneriz. Anlatıcının nasıl bir oyun oynamayla karşılaştığını söylediği anda okur da yazarın oyununa kendini kaptırmış gibidir. Hemen ardından anlatı zamanına geri dönerek kuzen Alfrida ve aileyle olan ilişkilerini detaylı olarak görürüz. Kuzen Alfrida ki baba ve anneyle aynı yaşta olduğunu biliriz, şehirde yaşamaktadır ve kent gazetesinde evlilik, sağlık üzerine takma adla yazıları yayınlanmaktadır. Öyküde hemen kendine yer bulan ilk Alfrida yazısında evlenecek genç kadınlara öğütlerin olması, aile halinin hem kurmacanın adını hem temasını başından itibaren vurgulayarak okuru öykünün geri kalanına hazırlar niteliktedir.
“Kent bu anlamda onun (Alfrida’nın) yaşadığı ve çalıştığı kent demekti.” Anlatı metninden ayrılarak yazarın araya girdiğini düşündüğüm cümleleri, kentte yaşayan ve kent üzerine kafa yoran biri olarak tekrar tekrar okuduğum şu iki cümleyi burada paylaşmak istiyorum. “ Ama bir anlamı daha vardı; belirli bir binalar, kaldırımlar, tramvay hatları toplamını, hatta bireylerin bir araya gelmesini aşan bir şeydi. Daha soyut, defalarca tekrarlanabilecek, fırtınalı olmakla birlikte daha örgütlü, tam anlamıyla yararsız ve aldatmacalı değilse de rahatsız edici, bazen tehlikeli, arı kovanına benzer bir şey.” Bu arı kovanının birkaç yıl sonraki anlatı zamanında karşımıza çıkacak yazarın başka bir söylemiyle bağlantısı da olabilirdi: Saf bal mutlaka şekerlenir.
Ailedeki diğer akrabaları özel günlerde yapılan yemek davetleriyle tanırken, anlatımdaki analeks ve proleks’ler yoluyla, Alfrida karakterinin hayran olunan kentli kadın olması yanında muhafazakâr, sabit fikirli, yüzeyselliği aşamamış, cehalete yakın yanlarından haberdar oluruz çirkin dişlerine geçmeden önce. Dişlerin neden bu kadar ayrıntılı olarak aktarıldığına takıldım yeniden okumalarımda. Çünkü dişlerin konuşulduğu kısa diyalogla, yoksulluk ve çaresizliğinin sadece taşraya değil kente ait olduğunun altını çizilmesine olanak sağlarken, anlatıya kentin gireceğini belli ediyordu. Hemen ardından gelen sayfalarda, anlatım zamanı kent zamanında ve anlatım mekânıysa kentin sokakları, evleri, kütüphaneleri, konser salonları olacaktı.
Anlatıcı karakterinin, yazarlığa yakınlaşan hallerini yine aile bireyleriyle olan ilişkileri üzerinden izlemeye devam ederiz. Bilgiçlik taslayan, zalim dilli ve çaresiz hastalığa yakalanan annesine rağmen üniversiteye gitmek için kentte yaşamaya başlayan anlatıcı karakter, bütün çağrılarına rağmen yazdıklarını artık bayağı ve sıkıcı bulduğu için görmeye gitmediği Alfrida’nın evindedir. Anlatı zamanında beş yıl ileri gitmemize rağmen, karaktere bağlı hikaye, Alfrida’nın çocukluğuna gider evinde bulunan anne- baba yadigarı ev eşyalarıyla birlikte. Ailenin kabul etmediği evli bir adamla birlikteliğinden yine yazarın sesi uzanır. Aile mobilyalarıyla dolu bütün akraba evlerinde erkek sığınakları vardır: Bu sığınaklar kaçamak kokuludur ve ısrarlıdır kokuları. Erkek sığınakları, utanılan, utanç duyulan yerlerdir. Kadının alanıyla çelişen, inatlaşan köhne sığınaklardır.
Artık hikâyede Alfrida’nın çocuk yaşta annesini kaybetmesi vardır. Yaktığı lambanın elinde patlaması sonucu vücudunda meydana gelen yanıklardan dolayı hastanede yattığında küçük kızına gösterilmeyen kadının trajedisi anlatılır okura. Metnin yani “Aile Mobilyaları” öyküsünün eylem düzeni- yani fabula, içinde gerçekleşme zamanının ilk olayı olan bu trajedi, anlatıcı tarafından şimdi aktarılmaktadır. Ve anlatıcı karaktere yazar olarak ilk öykülerinden birini yazdıracak kadar kuvveti yüksek bir cümleyi içinde barındırır: O beni görmek isterdi.
Bütün ailelerde var olan geçmişe ait felaket konuşmalarını okurken, birinin başına gelen elim bir olayın kulakları tırmalayan, yürekleri kavuran sesleri, yazarın yine araya giren sesiyle geri geldi: “Bu hikaye onlar için feci bir hazineydi sanki; hiç kimsenin sahiplenemeyeceği, sadece bizim aileye ait, asla vazgeçilmeyecek bir farklılık, bir seçkinlikti. Onları dinlerken hep müstehcen bir suç ortaklığına, dehşetin, felaketin hevesle kurcalanışına şahit oluyormuşum duygusuna kapılırdım.” Hepimize tanıdık gelen acıyı kurcalamaya istekli akrabaları dışa vuran usta cümleler…
Hikayenin en son eylemi, anlatıcı karakterin babasının ölümü ve Alfrida’nın cenazeye gelmemesidir. Öykünün bu bölümüne zaman kullanımı açısından bakmak istiyorum. Bulunulan zamanı A zamanı olarak adlandıralım. Anlatı, üç cümleden sonra A(-1)zamanı adını vereceğim bir zaman dilimine doğru geri döner. Anlatıcı karakter için, evlilik boşanma, yeniden evlenme ve yazdığı kitaplar girdiğine göre 20 yıla yakın bir süreden söz edebiliriz. Sözünü ettiğimiz bu analekslere bazı anlatıbilim yazarları anlatıcının unutkanlığı diyor. A(-1)’de Alfrida’nın aileden kopma süreci ile A zamanında hikayeye ilk kez giren karakterin A(-1) zamanı içinde gerçekleşen, anlatıcının hiç bilmediği eylemler vardır.
Yerel gazeteden ölüm haberini öğrenerek gelen ve Alfrida’ya çok benzeyen yeni karakter, onun yakınlardaki bir huzurevinde kaldığını ve ciddi hastalıkları olduğunu söyler. Alfrida’nın davranışları çoğunlukla normal dışıdır ve sürekli olarak Fit as a fiddle and ready for love (turp gibi ve aşka hazır) şarkısını söyler. 30’lu yıllara ait şarkının sözlerinde birazdan kilise çanlarının çalacağını söyleyen bir bölümü olması beni şaşırtmadı, dikkatli okuru da şaşırtmayacaktır.
Anlatının A zamanındaki büyük bir kısmı, tanınmayan ancak aileden biri olduğu kesin görünen yeni karakterin kimliği konusunda akıl yürütülmesiyle geçer. Cevap aniden gelir; Yeni karakter Alfrida’nın kızıdır. Evlatlık olarak büyümüş, çoluk çocuğa karıştıktan sonra, A zamanından kısa bir süre önce biyolojik annesini bulmuş ve onunla ilgilenmeye başlamıştır. Metnin devamında anlatıcı, şaşırtıcı bir biçimde dışarıdan bakma, hatta en uzaktan bakma biçimine bürünerek bir süre hikayeyi sürdürür. Ardından ikili bir oyun olduğunu sezdiğim sesini duyarız yazarın: “Kadının muzafferane bir havası vardı, bu da anlaşılırdı. Anlattığında birini sarsacak bir şeyler biliyorsan, anlatırsan ve karşındaki sarsılırsa baş döndürücü bir iktidar hissine kapılman kaçınılmazdır.” Alfrida hakkında büyük sırrın ortaya çıkması karşısındaki hal ve duruştan ziyade, bana kalırsa okurun yazar karşısında ağzı bir karış açık halini çizmektedir.
Artık anlatıcı, öykünün en başındaki olaya, şimdi A(-4) zamanı diyebileceğimiz bir zamana, yani Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği güne dönebilir. Çünkü Alfrida’nın en yakını anlatı metnine girmiştir, Alfrida geçmişi çok iyi hatırlıyor hatta şarkılarıyla yaşıyordur. Anlatıcı, kendinin çok akıllı olmadığı hükmünü hikayeye katarak babasıyla Alfrida’nın lisedeyken yaşadıklarını sadece sunar. Elbette yazar, Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği gün yaşanılan oyuna bağlı olarak, son giren karakter olan Alfrida’nın kızının babasının kim olabileceğini belli belirsiz, üstü örtük olarak okura bırakır. Anlatının bütünü içinde Alfrida’nın annesinin öldüğü zamana A(-5) dersek, A zamanı ile A(-5) zamanı arasında 70 yıl gibi bir hikaye zamanından söz edilebilir. Yazarın metni yazdığı zaman da farklıdır. Buna B zamanı, okurun okuduğu zamana ise C zamanı diyebiliriz.
Anlatı metninin sonunda, öykünün ortasında yer alan Alfrida’nın evine ziyaretin yapıldığı zamana, A(-2) zamanına geri dönülür. Anlatıcı(yazar), kentin sokaklarında dolaşarak kendini toyluktan kurtarma yönünde adımlarını atar. İlaç gibi kötü kahvesini içerken ne iş yapacağına karar verir. Yazacaktır. “Kalabalığın haykırışları iri kalp atışları gibi geliyordu kulağıma, keder yüklüydüler. Uzak, neredeyse insanlık dışı onaylamaları ve hayıflanmalarıyla muntazam, güzel dalgalar.”
Alice Munro, 2013 yılında Nobel Edebiyat ödülünü almadan önce yazmayı bırakmıştır. Ödülden sonra yapılan bir söyleşide artık dünyanın geri kalanı gibi davranmak istediğinden yazmaktan vazgeçtiğini söyler. Aklıma gelen soru: “Aile Mobiyaları”nın metin yazarı da artık yalnız kalmaktan usanarak ailesiyle yeniden bağlantı kurmuş, kalan mobilyalardan ve yemek tabaklarından bazılarını evine almış mıdır acaba?
Nükhet Eren
Lacivert dergisinin 2015 yılı, 63. sayısında yayınlanmıştır.