Bir zamanlar yaşlı kıtanın güneyinde, devasa büyüklükte ağaçlarla kaplı bir orman, bu ormanın içinde, gözlerden ırak bir ülke varmış. Bu ülkenin kral ve kraliçesi gece başlarını yastığa koyduklarında huzurla uyurlarmış. Halkın yediğinden içtiğinden fazlasına tamah etmezler, aynı havayı solumaktan, aynı derede yıkanmaktan gocunmazlarmış. Burada insanlar, ormandaki envai çeşit kuş sesini pan flütle taklit ederler, dans edip şarkılar söylermiş. Endemik bitki türlerini incelerken, ağaçları hastalıklardan korumak için araştırmalar yaparken, bitkilerin yaprak ve köklerinden enfes tatlar, şifa küpü karışımlar hazırlarken zaman su gibi akarmış. Bu güzel ülkeyi orman perileri ve uzaklarda, dağ başında, küçücük bir kulübede bir başına yaşayan dağ perisi korurmuş.

Dağ perisi bin yaşında olmasına rağmen hâlâ güzelmiş, üstelik sihirli güçleri orman perilerininkinden çok daha fazlaymış. Tehlikeli durumlara karşı her an teyakkuzda olan peri; yeraltında, derin kayalıklarda, bataklıklarda yol bulmasını, iz sürmesini iyi bilirmiş. Oysa orman perilerinin hülyalı bir yaşamı varmış; üzeri pullu payetli kat kat tülden eteklerini savurarak, gündüzleri kelebeklerle, geceleri yıldızlarla sarmaş dolaş dans etmekten; billur sesleri ile harikulade şarkılar söylemekten hoşlanırlarmış. Sarayı çepeçevre dolaşıp, koruyup gözetme görevini şıpın işi yapar ve hemen eğlenmeye başlarlarmış. Müziğin coşkulu ritmine kaptırdıkları kocaman kadifemsi beyaz zambak kulaklarını sallayarak, çiçek dallarına karışan çırpı bacakları ile daldan dala konarlarmış. Bu mini minnacık coşkulu kızlar, yalnız gezen dağ perisine korkuyla karışık saygı duyarlar, onun bir dediğini iki etmezler, çağırdığı vakit her işlerini bırakıp yardımına koşarlarmış.

Kral, minik peri kızların hepsini sever, kıymetlerini takdir edermiş. Ancak olmadık zamanda, teklifsizce, karayel gibi dibinde bitip, sevimsiz haberleri temcit pilavı gibi önüne süren; sonra da izin istemeden toz olan dağdaki doğrucu hatunla arası hiç iyi değilmiş. Ona öyle kaba davranıyormuş ki, son zamanlarda çok kızdığında arkasından peri yerine,”Kocamış cadı!” diye bağırdığı bile oluyormuş. Oysa dağ perisinin zamanla koşut, giderek katılaşmış yüreği, kralı henüz genç bir prens iken gördüğünden beri yeniden pır pır atmaya, ‘ben buradayım’ diye bağırmaya başlamış. Ona asırlardır gelmiş geçmiş tüm krallara olduğu gibi görev duygusu ile değil, kara sevdayla bağlanmış. Ancak için için yanıp, arada bir alevlenen ümitsiz aşk ateşini maşukuna sezdirmez, uzaktan onu ve onun sevdiklerini koruyup kollamakla avunurmuş.

Uçsuz bucaksız güney topraklarının kral ve kraliçesinin, evlat sahibi olma arzuları bir türlü gerçekleşmemiş. Aradan yıllar geçmiş, yaşlanmaya başlamışlar. Tam bu sevdadan vazgeçecekleri sırada, dağ perisinin doğurganlık iksirini bulduğu haberiyle umutları yeniden yeşermiş. Orman perileri dağ perisinden aldıkları iksirli suyun bir miktarını kraliçeye içirmiş, kalanını kaynak suyu ile doldurulmuş ahşap bir fıçının içine döküp, dolunay vakti onu bu suda yıkamışlar; gecikmeksizin gelen müjdeli haber krala tez elden ulaştırılmış.

Kraliyet ailesi, prensesin doğum haberinin sevincini, sevgili halkları ve komşularıyla paylaşmak istemişler. Görsünler diye prensesi, uzak diyarlara özel atlı ulaklarla, kırmızı kurdeleli davetiyeler göndermişler. Prenses altın sırmalı ipek giysileri içinde; saman sarısı saçları, pembe yanakları, düğme gibi minnacık biçimli burnu, duru su berraklığındaki teni ile çok güzel bir bebekmiş.

Uzaklarda, dağın doruklarında, imkansız aşkının çocuğunun doğumunu, kendisinmiş gibi  heyecanla bekleyen kocamış cadının, bebeğin gelmesine sayılı günler kala göğüsleri şişip süt toplamış, tüm bedenini doğum sancıları sarmış. Kara kargası, prensesin sağ salim dünyaya geldiği haberini ona uçurduğunda, sevinçten yerinde duramaz olmuş. Bütün gün dağda dolaşmış, karşısına çıkan otlara, yaban hayvanlarına bebeği müjdelemiş. Kargasından, prenses kırk günlük olduğunda, şerefine bir davet verileceği haberini aldığında ise, sarayla arası iyi olmadığından olsa gerek, içini davet edilmeme korkusu sarmış. Yine de bir umut beklediği davetiye gelmeyince, yaşadığı hayal kırıklığı, bir müddet sonra yerini öfkeye bırakmış. İçinde giderek çoğalan haksızlığa uğramışlık duygusunu, bir anda kontrolsüzce kusan dağ perisi, kulübesinin önünde, ellerini sağa sola savururken ateşler saçmış, havada fırıldak gibi dönen bedeniyle, oyuncağını kırıp parçalayan zalim bir çocuk gibi hoyratça doğaya eziyet etmiş.

Kocamış peri sakinleşince, davetsiz de olsa baloya gelmiş; görünmezlik pelerini ile kimseye sezdirmeden etrafta dolaşmış, konuşmaları dinlemiş. Böylelikle, sevgili kralının biricik kızının başında toplanan seçkin konukların kaleyi içten fethetme planlarını öğrenmiş. Bu fırtınalı orta çağın savaşmaktan başka becerisi olmayan komşu ülke krallarının, dere beylerinin, şövalyelerinin; uzak denizlere, okyanuslara açılan güney topraklarından parsa koparmakmış niyetleri. On sekizine geldiğinde, prensesi oğullarıyla evlendirme planlarını anlayınca çok endişelenmiş. Orada ayak üstü, onu korumanın yollarını düşünürken, gözleri bir anda sevinçten parlamış, “Buldum!” demiş içinden, “Prenses büyüdüğünde, isterse şayet, onu zamanda yolculuğa çıkaracağım.”

Prensesi görmeye gelen taş kalplilerin önde gideni, komşu Kuzey ülkesinin kral ve kraliçesiymiş; hediyelerini vermek için yanına yaklaşıp, yüzüne doğru eğildiklerinde; gözlerinde hain planlar oynaşıyormuş. Dağ perisi onların aralarındaki fısıltılı konuşmaların hepsini duymuş.

Evdekiyle evlendiririz, babasından söz alalım, beşikten bağlayalım kızın başını. Öte yandan şimdiden vermeli yelkenli siparişlerini, zaman dediğin nedir ki?

-Ani kararlar almayalım sevgili kralım. Böyle hayati bir mesele atılmamalı riske, bu geceden başlamalı bu toprakları da bize kazandıracak bir veliaht yapma işine. Malum evdeki biraz aptal, biraz da beceriksiz; duyulduysa bu durum, reddedilmek ağır gelir ikimize de.

-Haklısınız leydim, hazırlanın o zaman geceye, sürün sürüştürün, cerzebeli olun, görev duygusuyla yapmayalım o işi. On sekizine gelince alırız prensesi, alırız yanında verilecek tüm tarlaları ve evleri; drahomaya eklenmeli elbette Güney’in yükte hafif pahada ağır tüm altın ve mücevherleri.

-Toprakları verimli ancak döl yatağı bir çöl kadar kısır Güney Kraliçesinin; perileri olmasaydı, olmasaydı bakir ve bozulmamış verimli toprakları ve el değmemiş, kirlenmemiş kaynak suları, olmayacaktı elbette, bakışlarından zeka fışkıran bu güzel bebeleri.

-Endişelenmeyin siz, geceler uzun; her sefer dönüşü, keyifle çalışırız, sonunda da taze orman gibi verimli rahminizden hanedanlığıma bir erkek evlat bırakırsınız. Perilerin koruduğu bu ülkeyi topla tüfekle fethetmek imkânsız, prenses on sekizine girdiğinde, veliahtlarımızdan en iş göreni ile dayanırız krallığın demir kapısına, sezdirmeden niyetimizi, usulünce isteriz, böyle görülür bu devlet işleri.

Dağ perisi görünmezlik pelerinini çıkarıp, salonun ortasında, prensesin beşiğinin başında, kara dumanların içinde belirmiş. tahtta oturan sevdiceği kral ve kraliçe çok ürkmüşler. Politik adammış kral, alttan almış, periye olabildiğince nazik davranmış. Dağ perisi ‘zamanda yolculuk’ oyununun ilk perdesini, ikinci ve son perdesini prenses on sekizine girdiğinde, onunla birlikte oynayacaklarını düşleyerek oynamaya başlamış. Bebeğin on sekizine gelinceye dek, parmağına bir çıkrık iği batmasını ve sonsuza dek uyumasını dilemiş. Ortalık buz kesmiş, kral ve kraliçe tahttan inip, vazgeçmesi için ona yalvarmış. Bebek prenses o ana dek etrafa gülücükler dağıtırken, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başlamış. Dağ perisi, korku ve nefret dolu yüzlerce göz üzerindeyken, içinden, “Sevgili kral, seni üzdüğüm için beni affet, sana ve sevdiklerine asla zarar vermem,” diyormuş. Sonra en genç orman perisi, dağ perisi ile önceden sözleştikleri gibi, prensesin beşiğinin yanına yaklaşmış, “Prensesin ilerde uysal, söz dinleyen bir genç kız olmasını dileyecektim, şimdi onun yerine, dağ perisinin büyüsünü bozmaya gücüm yetmediği için, ancak onu değiştireceğim bir dilekte bulunacağım. Sonsuz uykusundan, onu içtenlikle seven birisinin öpücüğü ile uyanmasını diliyorum,” demiş.

Sonraki günler kral ve kraliçe için endişeli, uysal bir kız olmaktan son anda kurtulan prenses için ise eğlenceli geçmiş. Dağ perisinin dileği gerçekleşmesin diye ortalıkta ne kadar çıkrık ve iğ varsa ezilmiş, hurdaya çevrilmiş. Prenses çoğunlukla ormanda vakit geçirirmiş, bazen de ortalıktan kaybolur, herkesi kızdırır, endişelendirirmiş. Güzel, akıllı, adaletli, merhametli prenses, son dilek gerçekleşmeyip, ele avuca sığmayan biri olunca, şato ve ormanda sıkılmaya başlamış. Uzakları, dağları, göğü, denizin ardındaki ülkeleri, oralarda yaşayan canlıları merak eder olmuş. Bir gün, ayağında meşin çarık, elinde demir asa  ile çıktığı yürüyüşlerden birinde, ormanın ardında, zirvesi bulutlarla yarışan dağın yaylalarında yaşayan periyle karşılaşmış. O günden sonra da onu sık sık ziyaret eder olmuş. Prensesin geleceği günü özlemle bekleyen dağ perisi, küçük, üstü saz örtülü kerpiç bir kulübede yaşıyormuş. Kraliyet şatosundaki kasvetli havadan orada eser yokmuş. Sade bir şekilde döşenmiş, en gerekli eşyaların bulunduğu bu kulübede yaşamak prensese dinginlik ve huzur vermiş. Peri ana bir gün dağlarda yaşayan çok özel bir kuşun tüy ve teleklerinden prenses için de kanatlar yapmış. Kanatlarını takıp, el ele hızla koşarak uçurumdan aşağıya kendilerini salmışlar. İlk uçuşlarında kayalıklara çarparak düşmekten, yamaçtaki bir dala tutunarak son anda kurtulmuşlar. Dizleri yaralanan prenses, canı çok yansa da ağlamamış, peri hemen oracıktaki şifalı otları bir taşla ezip, yarasını sarmış. Uçmayı kısa zamanda öğrenen çocuk, havada saltolar yapıyor, son hızla, yere çakılacak gibi baş aşağı gidip, son anda havalanarak göğün derinliklerinde kayboluyormuş. Hatta bir defasında, şatonun tepesinde uçarlarken, az kalsın nöbetçiler tarafından kuş gibi avlanıyorlarmış. Birlikte geçirdikleri yıllar içinde, prenses, peri anayı kraliçe anası gibi sevmeye başlamış, ona olan güveni artık sonsuzmuş. Dağ perisi, prensese tüm bildiklerini öğretmiş, orman ve dağlar artık ondan sorulur olmuş. Prenses büyümüş, çok güzel bir genç kız olmuş; peri ana bir gün ona, ‘zamanda yolculuk’ tasarısını anlatmış; sonra da Kuzey kralının ya da diğer uzak ülke krallarından birinin oğlunu beğenirse kehanetini hemen bozabileceğini sözlerine eklemiş. “Tanımadığım, sevmediğim birisi ile evlenmek mi, kasvetli bir şatoda, daracık korseler içinde boğulmak mı? Asla! Zamanda yolculuk yapmayı tercih ederim!” diye bağırmış prenses. Dağ perisi ona, istemediği bir evliliğin gerçekleşmeyeceği konusunda söz vermiş. Ve böylece on sekiz yaş balo gecesi için ikisi birlikte hazırlık yapmaya başlamışlar. Prenses, kral babasını ikna ederek, davetli listesini hazırlama işini üstlenmiş. Sonra da listeye, topraklarında ve civar ülkelerde yaşayan tüm iyi yürekli insanları eklemiş. Komşu krallıklara saray prosedürü gereği davetiye gönderilmesi zorunlu imiş. Zaman yolculuğu bu durumda, götürmek istemedikleri insanlar saraydan ayrıldıktan sonra yapılacakmış.

Balo gecesinde kral ve kraliçenin içi rahatmış. Dağ cadısının kehanetinden koruyup kolladıkları, bu güne dek getirdikleri güzel kızlarının mürüvvetini nihayet görebilecekleri için kıvanç duyuyorlarmış. Öte yandan kızlarının evlenmek istemediğine dair aldıkları duyum üzerine, bunu aklından bile geçirmemesi için karşılarına alıp, sert bir lisanla onu uyarmışlar. Talipler şatonun önünde dizili birbirinden güzel kraliyet arabalarından inerken; prenses, kuytudaki odalardan birine gizlice soktuğu dağ perisi ile birlikteymiş. En şatafatlı atlı araba; Kuzey topraklarının kral ve kraliçesininmiş.  Oğulları olan üç prens arkalarında boy boy sıralanmışlar. En büyük olan yerinde duramayıp çan çiçeği gibi sallansa da, diğer ikisi dimdik ayaktaymış. Savaş tanrısı Ares gibi, kaslı bedenleri ve pazulu kolları ile hayli gösterişli, sert yüz hatları ve bakışlarındaki sert, buyurgan ifade ile bir o kadar da korkutucularmış. Kibirli kraliyet ailesinin yüzlerinde parlayan beş çift göz, yırtıcı akbabalar gibi, ele geçirmeyi planladıkları şatonun duvarları üzerinde geziniyormuş.

Oldum olası neşeli bir kız olan prenses, o gece de çok eğlenmiş, dans etmiş ve şarkılar söylemiş. Haklarında yanılmış olmayı, içlerinden birini sevebileceğini düşleyerek, yakışıklı müstakbel eşlerinin hepsiyle vals yapmış. Prenslerin sözleri çıkılacak seferler, ele geçirilecek ülkeler üzerineymiş, tarih, edebiyat ve sanattan, her devlet adamının olması gerektiği kadar haberdarlarmış elbette; ancak prenses en büyük olan dışında Kuzey prensleri ve diğer ülke prenslerinin hiçbirini sevmemiş; “Katlanamam bir ömür boyu, dünyayı ben yarattım bakışlarına!” demiş.

Kuzey’in en büyük prensi; çan çiçeği gibi sallanan oğlan, saf, hayalci, aklı karışık bir çocukmuş. Prenses, ailesinin hor gördüğü, eziyet ettiği bu zavallı çocuğa kıyamamış, ondan da gece yarısından sonra kalmasını istemiş. Sonra, uyandığında görmek istediği yüzleri tek tek seçmiş ve uşağını, gece yarısından önce saraydan ayrılmamalarını söyleme konusunda sıkı sıkı tembihlemiş. Kral ve kraliçeye sarılıp, odasına çekileceğini söyleyerek izin istemiş. Salondan çıkar çıkmaz dağ perisini sakladığı, şatonun kulesindeki odaya tırmanmış ve onun önünde duran sandalyeye oturmuş. Avludaki taşlı yolda, atlı arabaların gıcırtıları ve son nal sesleri de duyulmayana dek beklemişler. Dağ perisi biricik prensesi ile vedalaşmış, canının yanmamasını dileyerek iği parmağına batırmış; prenses başını onun omzuna yaslamış, derinlerden gelen dağ kekiği, ölmez otu kokusunu içine çekmiş, ne güzelmiş uyumak. Dağ perisine; “Uyut beni ve saraydaki tüm iyicil yürekleri cancağızım, o gün geldiğinde, alnıma bir buse kondurup uyandırmayı unutma ama!” demiş.

Oya Kaya