Öldürmeyi hiç istemiyordu
Onlar sabırsızlanıyordu
Rüzgâra karşı yürüyordu, sarıp sarmaladığı ince vücudu öne eğik bir dal gibi, karşısına dikilen rüzgâra inat, çoğunluğu çamur olan kar öbeklerine bata çıka ilerliyordu. Başını kaldırıp ufka doğru her baktığında, kar tanelerinin konduğu kumaş sarmalının ortasında ince sert bir çizgiye dönüşmüş gözlerine, rüzgâr zulasından çıkardığı kar ve buz parçalarını fırlatıyordu. Yine de hasretle yolunu bekleyen tek katlı evini ve kalın perdeleri ardından sızan sarı sıcak ışığı seçebildi. Paltosunun cebindeki anahtarı sımsıkı kavradı. Evine ulaşınca, rüzgâr tipiyi de alıp yılgın ve sessiz mevzisine çekildi.
Genç adam uzun zaman önce ardında bıraktığı kapının önünde duraladı, eskiden olsa henüz anahtarını bulamadan kapı açılır, gülümseyen insanlarca karşılanırdı. Daha önce ne zilini ne de tokmağını çalmadığı kapıyı açmak için anahtarı çıkardığında ev ile arasındaki geçmişten süregelen, yıllarca inat ve gayretle kopmamasına uğraştığı bağ, acı tiz bir çığlık atarak kopuverdi.
Üzüldü, kilidi çeviriyordu ki kapı omuz omuza vermiş üç yaşlı adam tarafından açıldı. Afalladı, her birinin yüzüne yayılmış beklenene kavuşmanın heyecan ve sevincini görmezden geldi.
Atkısını boynuna dolamış, ağzını burnunu kapatmış, beresini kulaklarına kadar indirmişti, evinden ayrı geçen zamanlarda yaşadığı tüm acılar, açlık, sefalet, şiddet, çaresizlik, tek tek kanırtarak zalimce yerleşmişti gözlerine. Hüzünlendi üç adam, kendilerinden fersah fersah kaçmış ve şimdi geri dönen bu genç adam için yürekleri dağlandı fakat her biri ruhunda beliren elem dolu duyguları geçmişteki benzerlerinin yanına gönderdiler ve en diplere sakladılar, yüzlerine kocaman babacan bir gülümseme yerleştirdiler.
Gelen oğulları Kulaksız’ dı işte!
Beklenen oğul dönmüş, ölüm vakti gelmişti. Her ne kadar daha önce bunu metanetle karşılayacaklarını düşünmüş olsalar da şimdi tepeden tırnağa sarsan ölüm korkusunu saç diplerinden ayak uçlarına oradan da toprağa doğru akıtıp kaybettiler, onun yerine baba şefkatini, özlenene kavuşmanın huzurunu doldurdular.
“Hoş geldin oğul,” dediler hep bir ağızdan, “ Üşümüşsündür gel, gir içeri”
Kulaksız evini bıraktığı gibi buldu, hiçbir şey değişmemişti; semaverde kaynayan bayat çayın, ekmekten yapılan tostun ve ocakta unutulan cezveden taşan kahve köpüğünün yanık kokusunu ayrı ayrı içine çekti. Kulaksız kendisini bildi bileli her akşam hazır olan çilingir sofrası yine orta yerdeydi, yine sofra dört kişilik hazırlanmıştı, yine Kulaksız’ ın tabağında Kula ekmeği ile yapılmış peynirli salçalı tost, rafadan yumurta, yemyeşil yağın içinde yüzen buruşuk siyah zeytin taneleri, eskiyerek kurumuş yer yer küflenmiş İzmir tulumu, gül reçeli vardı, şarap bardağında ise parlak kırmızı renkte gelincik şerbeti.
Sarıp sarmalandığı kumaş yığınını çıkardı, birer birer, acelesiz, kurusun diye çıtırdayarak yanan sobanın yanına serdi.
Üç baba onun her hareketini izliyor, bir şeyler söylemesini bekliyordu. Genç adam uzun zaman önce kendisine söz vermişti; bir daha onlara asla “baba” demeyecekti. Herkesin seslendiği gibi seslenecekti; Şişman, Yaralı ve Çaycı. Oysa bu sandığı kadar kolay olmadı, nasıl hitap edeceğini bilemedi, bu yüzden tek bir kelime dahi etmedi.
Doğdu doğalı “baba” demişti her birine, sesinin tınısından bilirdi seslenilen “Efendim oğul,” derdi , “Söyle Kulaksız,” ya da “Buyur evlat.” Bazen onları tongaya düşürmek ister; hepsi bir aradayken özellikle çay bahçesi kalabalıkken, işler yoğunken ve onlar haldır haldır çalışıyorlarken ortaya öylece “Baba!” deyiverirdi, sanki Şişman’ a seslenir gibi aslında Çaycı’ya seslenmek niyetiyle “Baba,” derdi, ama bunu asla yutmazlardı. O hengâmede bile Kulaksız’ ın oyununa gelmezlerdi.
Masadaki gelincik şerbetini döktüler, onlarla ilk ve son kez rakı içecekti. Sarhoş olmadan ölmek istemiyorlardı. Kilolarca rakı içtiler, hiç konuşmadan içtiler, kadehlerini tokuşturmadan içtiler, kederli, olacaklara itiraz etmeden içtiler, boyunlarını eğerek içtiler. Bir süre sonra Kulaksız masadan kalktı, kurumuş olan paltosunu ve beresini giydi, yalpalayarak evden çıkarken bir an duraladı, dönüp onlara “baba” demek istedi, onlar çok daha fazlasını söylemek onun ruhundaki yaraları sarıp sarmalamak, onu dizlerinde avutmak istediler fakat o anasını bulmuştu, bir daha asla “baba” diyemezdi. Zaten bundan sonra hiçbir şey demesindi, ölüme kadar konuşmasındı, hele herkes gibi Şişman, Yaralı ve Çaycı diye seslenmesine hiç dayanamazlardı. Ölüm daha iyiydi, evet ölmeyi tercih ederlerdi.
Kulaksız evin arkasındaki tepenin oradaki çöplüğe doğru yürüdü. Rüzgâr ve tipinin yerine geçen yumuşacık karlara bata çıka ilerledi, ayak izlerinin üstünü hemencecik örtüveriyordu lapa lapa yağan çalışkan kar, her şeyin üstünü beyaz saf bir örtü ile kaplamak istiyordu. Kulaksız, çöplüğün oraya varır varmaz midesindekileri boşalttı. Sırt üstü karlara devrildi.
Açlıktan ve soğuktan bitap düşmüş iki koca sıçan daha fazla dayanamamış çöplüğe karınlarını doyurmak için çıkmışlardı. Kendi kusmuğuna bulanmış, kol ve bacakları iki yana savrulmuş, beresi başından yana kaymış Kulaksız’ı görür görmez tanıdılar, öç almak için dönmüştü, geri geri usulca çıktıkları deliğe girdiler ve suçlular ölene dek saklandılar.
Kulaksız başını sağa çevirip onları izledi, küçükken çöplüğe gelir, umutsuzca yuvalarından çıkmalarını beklerdi, bazen şansı yaver gider onları çöpleri karıştırırken gafil avlardı, o zaman naralar atarak yerde bulduğu taşları fırlatırdı, hiç bu kadar yakınlarında olmamıştı ama artık umurunda değildi, avlar başkaydı, suçlular başkaydı.
Sol tarafında karların üzerinde incecik bir yol çizerek ilerleyen kusmuğunu izledi. İzmir’ e ilk kez böyle bir kar yağıyordu. Çıt çıkmıyordu. Şehir sakinleşmişti. Adeta durmuştu. Kar, inatla, işgüzarlıkla kenti bir çırpıda kaplayıvermiş ve şimdi asıl hedefine yönelmişti; zarafetle, incelikle, usulca, sezdirmeden Kulaksız’ ın üstünü örtmeye girişti. Arada sırada onun açıkta kalan yanaklarına konuyor orada bir süre asılı kaldıktan sonra kor gibi yakan gözyaşlarının peşine takılarak aşağıya süzülüyordu.
Yattığı yerden tozuyan karlar arasındaki evinin kalın perdelerinden sızan sarı sıcak ışık belli belirsiz görünüyordu.
Üç adam yuvarlak kısa bacaklı bir masanın etrafında içmeye devam ediyordu sessizce ve sessizlikten birer birer sıkılıp bakışlarını pencereye doğru çevirdiler, Kulaksız’ı merak ettiler, sonra başlarını eğip konuşmadan içmeye devam ettiler. Çok sonra sessizlik canlarına tak etti. Şişman “İzmir’e en son ne zaman kar yağmıştı? “diye sordu. Yaralı “ İzmir’e daha önce hiç kar yağmadı ki,” diye cevap verdi. Kardan, İzmir’ den, mevsimlerden, Erzurum’da soğuk bir kış günü havada donup kalan kediden, başka bir kentin evlerinin saçaklarında asılı kalan buzlardan söz ettiler. Çaycı “ Kulübedeki Karabaş’ı içeri alalım bu gece,“ dedi, oysa Karabaş masanın altında ayaklarının dibinde uzanıyordu.
Kulaksız her akşam kurulan bu çilingir sofrasında sözün en sonunda dönüp dolaşıp kendi hikâyesine geldiğine defalarca tanık olmuştu.
Pencereden Karabaş’ın kulübesine ve Kulaksız’ ın okuma yazmayı söktüğünde yazdığı “KARABAŞ” yazısına uzun uzun baktılar, yeterince bakmayı becerseler, o günlere geri dönebileceklerini umdular.
Karabaş’ın kulübesi, çay bahçesi ve tek katlı ev aynı arsa içindeydi. Kulaksız’ın hayatının en güzel yıllarını geçirdiği arsa, kısa ahşap çitlerle çevriliydi ve eski İzmir-İstanbul otoyolunun kenarındaydı. Bir zamanlar vınlayarak geçen arabaların çoğu artık yeni otobanı tercih ediyordu, tek tük yolu düşen kamyon ve tırlar gecenin karanlığını aydınlatan farlarıyla, karla kaplı asfaltta usulca ilerliyordu, zincirlenmiş tekerleklerin karları yavaşça ezişinin sesi duyuluyordu. Kulaksız bu zincirlerin anasının sol ayağını bağlamak için kullandıklarına benzeyip benzemediğini merak etti. Nefretle eve doğru baktı.
Küçük bir çocukken, masadaki adamların yeknesak sohbetlerinden sıkılıp üstüne pike yaptığı, zıpladığı, taklalar attığı yer yatağını, sarıp sarmalandığı yorganını, kuş tüyü yastığının kokusunu, masanın etrafında oturan çakırkeyif üç adamın lüzumlu, lüzumsuz demeden her konuda usulca, yumuşak bir ses tonu ile dostane mırıltılarını hatırladı.
Kulaksız hikâyesini dinlemeden uyumazdı, inat eder, kapanan göz kapaklarını; başparmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırır; yukarıya doğru çekiştirerek açık tutmaya çalışırdı. Onlar ise her seferinde nazlanır, anlatmak istemezlerdi. Kulaksız, tüm isteklerini anında yerine getiren üç adamın onu neden yalvarttıklarını o zamanlar anlamazdı, yattığı yerden ellerini çırparak, tezahürat yapardı “Hadi anlatın, hadi anlatın! Nasıl buldunuz beni?”
Önce Çaycı başlardı, nazlana nazlana:
-Çok sıcak bir gündü, asfalttan alevler yükseliyordu.
Sonra Yaralı söze girerdi:
-Ramazandı, oruç tutuyorduk.
Sıra Şişman’ a geçerdi:
-Kimsenin mola verecek ya da yola çıkacak dermanı yoktu. Otobandan çok az araç geçiyordu.
Sonra her biri sırayla birer cümle kurarak devam ederdi, ta ki Kulaksız uykuya dalana dek.
-Araçtakiler ise bir an önce eve varmak, akşam ezanı okunmadan iftara yetişmek istiyordu.
-Çişi gelen ve susayan çocuklar için bile durmadılar.
-Fakat beyaz külüstür bir araba durdu, içinden çok genç bir kadın indi.
-Kırmızı geniş kenarlı şapkası vardı
-Güneş gözlükleri de vardı.
-Şapkanın altından omuzlarına akan ipeksi yumuşaklıktaki siyah saçları parıldıyordu.
-Elinde bir sepet taşıyordu, çöplüğün olduğu tepeciğe doğru yürüdü, herhalde piknikten dönüyordu.
-Piknik sepetindeki çöpleri atıyor sandık.
-Evet, o herkes gibi değildi yani oruçlu değildi, piknikten dönen kırmızı şapkalı genç bir kadındı.
-Çöplüğün olduğu tepeden koşarak indi, oradaki sıçanları görünce korktuğunu düşündük.
-Koşarken ayağından çıkan ve düşen ayakkabısının tekini almak için bile durmadı, o kadar çok korkmuştu sıçanlardan.
-Ayakkabıyı vermek için arkasından koştuk ama yetişemedik, arabaya binip gitti.
-Çok sıcaktı, bilirsin İzmir sıcaklarını.
-Kuyudan su çektik, o zamanlar kuyu pompasını bağlatmamıştık.
-Çıkrıkla çekiyorduk suyu.
-Tam beş kova su çektik.
-Hayır, üç kova.
-Yok, altı kova ben çekmiştim, sizden daha iyi biliyorum.
-Çardağı yıkadık, birer bardak çay içtik.
-Ramazandı, çay içmedik.
-Doğru, oruçtuk.
-Ha evet, top atılıncaya kadar çardakta uyumuştuk.
-Akşam ezanını zor duyduk, cami ve köy çok uzaktaydı ama sesin Homurlu’ dan duyulmuş.
-Avazın çıktığı kadar bağırmıştın, top atıldı sanıp oruç bozmuştu Homurlu köyü.
-Meğer seni bırakmış çöplüğe, zorda kalmasa bırakmazdı.
-Anneler isteyerek bırakmaz çocuklarını, herhalde saklamak istedi.
-Neyse ki sıçanlar kulaklarının hepsini kemirip bitirmeden yetiştik.
Kulaksız, hain sıçanlar yarım bıraktıkları işi tamamlamaya gelirlerse diye korkar, kepçeleri kemirilmiş kulaklarını beresinin içine sokardı. Annesinden kalan tek hatıraya sol ayakkabı tekine sımsıkı sarılırdı. Başında beresi, koynunda anasının ayakkabısı ile uykuya dalmadan az önce annesini bulmaya gidecek kadar büyümeyi diler ve hayaller kurardı. Kırmızı şapkası, ipeksi saçları, güneş gözlükleri ile uzak diyarlardaki bir kulede ejderhanın esir tuttuğu annesini kurtarır ve önünde diz çökerek ayakkabısının sol tekini uzatırdı. Annesi mutluluk gözyaşları içinde onu öpücüklere boğar, kemirilmiş kulaklarını severdi, sımsıkı sarılırlar ve sonsuza kadar ayrılmazlardı. Belki onu Kulaksız olmadan önceki adı ile çağırırdı. Bu adın ne olacağına hiçbir zaman karar veremezdi.
Aslında bir ismi vardı, arada sırada unutsa da, kimliğinde yazılı, devlet tarafından kayda alınan, doğduktan sonra kulağına ezanla okunan bir ismi vardı. Şişman, Yaralı ve Çaycı’nın da isimleri vardı fakat Kulaksız hiç birini hatırlayamadı.
Yattığı yerden kalktı, üstünü başını silkeledi. Kar işini bitirememenin hüznü ile kalakaldı, bir süre yağmadı fakat rüzgâr mevzisinden fırladı, genç adam eve varmak istedikçe onu çöplüğe geri fırlattı. Defalarca geriye düşen, karlara bulanan Kulaksız her seferinde kalktı, sonunda doğduğu eve geri döndü. Masadaydılar.
“Hadi anlatın,” dedi
Şişman, Yaralı ve Çaycı nazlanamadılar, birlikte uydurdukları ve ezberledikleri hikâyeyi eksiksiz hatırlamak ve şaşırmadan aktarmak için artık zaman kazanmalarına gerek kalmamıştı. Fakat şimdi nasıl bir hikâye anlatacaklardı? Gerçeği asla anlatamazlardı zaten onu unutmayı çok zor becermişlerdi. Hatırlamadan ve anlatmadan ölüme gitmelerinin çok daha uygun olacağını düşünüyorlardı. Kulaksız’ ın karşısında itirafın utancı içinde kıvranmaktansa öte dünyada cehennemde kavrulmayı tercih ediyorlardı.
“Hadi anlatın,” dedi Kulaksız, “Nasıl buldunuz beni?”
Artık kaçış mümkün değildi, çaresiz hatırladılar, kabullendiler, boyun eğdiler çirkin gerçeğe ve ona bir sabah kapılarını çalan anasını anlattılar.
Çaycı ona “Peri,” dedi.
Şişman, “Kelebek,”
Yaralı, “Parlak bir ışık.”
-Sıcak bir gündü, Ramazan’dı, çok az araç geçiyordu.
-Bisikleti ile geldi, biraz soluklanmak ve bir bardak çay içmek istedi.
-Parlak bir ışıktı.
-Kelebeğe benziyordu.
-Peri kızıydı.
-Çok neşeliydi, konuşkandı, bizimle sohbet etti, gülümsüyordu.
-Hiç gitmesin bizimle kalsın istedik, giderse hayatımıza kaldığımız yerden devam edemezdik.
-Gitmesin diye yalvardık, kabul etmeyince eve kilitledik.
-Kimse duymasın diye bodrumda tuttuk.
-Kaçmasın diye ayağından zincirle bağlamak zorunda kaldık.
-Aylar sonra neşesiz, küfürbaz, ağlayan şişman bir kadın olup çıktı.
-Önce kilo aldığını zannettik meğer sana hamile kalmış.
-Hep kaçmaya çalıştı, aklını yitirmişti, bebeği yani sen doğduğunda alıp gideceğini söyleyip duruyordu.
-Nasıl olduysa zincirinden kurtulmuş, çöplüğün oraya kadar sürünmüş ve seni doğurmuş.
-Oğlumun kulakları diye bağırıyordu, iki sıçan başındaydı.
-Seni kurtardık ama o çok kan kaybetmişti birkaç kilometre öteye bıraktık. Ölmese geri gelirdi.
-Sonrasında hiç günah işlemedik.
-Artık oğlumuz vardı.
-Sen vardın.
-Babaydık.
Yıllar önce bir kamyonetin kasasına atlayıp, anasını bulmaya giden Kulaksız’ a soran olsa eski hikâyeyi tercih ederdi, o zaman her şey hayal ettiği gibi olurdu, anasını bulur ayakkabısını giydirirdi. Kulaksız, benliğinin dehlizlerinde eski hikâyenin gerçekliğinden her zaman şüphe ettiğini sezdi, anneler çöplüğe bırakmazdı bebeğini, belki de o yüzden anasını İstanbul’un lüks semtlerinde, nezih mahallelerinde değil de çöplüğünde, arka sokaklarında aramıştı ve sonunda orada da bulmuştu. Üç adamın az önce itiraf ettiği gerçeği Kuledibi’nde bulduğu anası ağlayarak anlatmış, Kulaksız öcünü alacağına dair ona söz vermişti.
Anasının izini Galata Kulesi’nin dibinde bulmuştu, mendil satıyordu, çok yaşlanmıştı buna rağmen bir peri kızı kadar güzel, bir kelebek kadar narindi, ışık huzmesi içindeydi. Sağ ayağındaki ayakkabı Kulaksız’ ın koynunda sakladığının aynısıydı. Yıllardır hayal ettiği gibi olmayacak, kavuşmanın mutluluğu ile dizlerinin üstüne çöküp diğer tekini giydiremeyecekti. Sol ayağı olmayan kadına kırık dökük seslendi “Ana!”
Ertesi sabah gökyüzünde parlayan sarı sıcak güneş karları alıp götürmüştü, sanki dün hiç kar yağmamıştı. Kulaksız, evden ayrıldıktan hemen sonra artık ölü olan üç adamın isimleri resmi görevlilerce kayıt ediliyordu. O ise başka kentlere giderken devlet nezdinde adı olan suçlu biriydi, Kulaksız değildi, hayalleri yoktu.
Ayşenur Baran Turan