Mısır’ın ilk hidivi olan İsmail Paşa, Kahire’de ilk opera binasını inşa ettirmekle kalmamış, dönemin büyük ustası Verdi’ye opera siparişi de vermiştir.

Kahire’de ilk Opera Binası

İsmail Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur, amcası Mısır Valisi Said Paşa’dır. Süveyş Kanalı’nın yapımı sırasında İsmailiye şehrini kuran, gösterişli bir merasimle kanalın açılışını yapan, Osmanlı başkenti İstanbul’a pahalı armağanlar sunan, Avrupalı devletlerle yakın ilişkiler içinde olan İsmail Paşa, payitahtta Sultan Abdülaziz’in ve Sadrazam Ali Paşa’nın öfkelerini üzerine çekmişti. Kopardığı imtiyazlarla Mısır’ı bağımsız hareket edecek duruma getirmiş, ordusunu güçlendirmeye devam etmiş, pamuk üretimine güvenip durmadan borçlanmaya devam etmişti.

Hidiv İsmail Paşa

Hidiv İsmail Paşa’nın Mısır’da yaptırdığı opera binasında sahnelenmek üzere Verdi’ye verdiği Aida operası siparişi çeşitli nedenlerle gecikmiş, 24 Aralık 1871’de ilk gösterimi gerçekleşmişti. Bu gösterim için Mısır’a gidemeyen Verdi, 8 Şubat 1872’de Milano La Scala Operası’nda Aida’nın sahneye konulmasına gayret göstermişti. Büyük ilgiyle karşılanan Aida, İtalya’nın diğer şehirlerinden sonra dünyada ardı ardına sahnelenmişti. İstanbul’a gelmesi on dört yıl sonra olmuştu.

Batılılaşma yolunda müze, kütüphane, telgraf şebekesi, posta servisi kurmuş olan sanatsever İsmail Paşa’nın sadece opera değil, İtalyan ressamlara tablo siparişi verdiği de biliniyor. Hidivyal Opera Evi için Verdi’den istenen Aida, elbette Mısır’da geçmektedir. ‘Mısır Uzmanı’ olan Fransız Augusto Mariette’in bir hikâyesi esas alınarak yazılmıştır. Mariette, İsmail Paşa’dan önceki Mısır valisinin hizmetine girmiş, bulduğu el yazmalarını, Sakkara tapınağından çıkarılanları, Louvre Müzesi’ne göndermiştir. Kahire müzesinin kurucusu olup ‘Bey’ ünvanını almıştır. Verdi, Hidiv için beste yapmayı birkaç yıl reddetmiş; Alman besteci Wagner’den beste istenmesi ihtimali, Du Locle’nin librettosunun güzelliği ve Don Carlos bestesi için Paris Operası’ndan aldığı paranın üç katının verilmesi gibi nedenler kabulüne yol açmıştı. Milli bir eser yaratıldığı için memnun olan İsmail Paşa, Verdi’yi ‘Osmaniye’ nişanıyla ödüllendirmiştir.

Mısırlı savaşçı asker Radames, rüyasında Etiyopya kralı Amonasro’nun kızı Aida’yı görür. Aida Mısırlılara esir düşmüştür. Mısır firavununun kızı Amneris de asker Radames’i sevmektedir. Etiyopya kralı, köle yapılan kızını kurtarmak için Mısır’a doğru ordusuyla yola çıkmıştır. Gelen orduyla savaşmak üzere komutan ilan edilen Radames kutsal silahları almak için Vulkan tapınağına gider. Radames’in başkasını sevdiğinden kuşkulanan firavunun kızı, yalan söyleyip kandırarak Aida’nın komutanı sevdiğini itiraf ettirir.

Savaştan zaferle dönen Radames’in esirleri arasında Etiyopya kralı da vardır. Radames firavundan esirlerin bağışlanmasını ister, firavun ise başarılı komutanı, damadı ve geleceğin hükümdarı olarak ilan eder. Evlilik hazırlıkları sürerken sevdiği kadın olan Aida ile buluşan Radames, kendi ordusunun yerini söyler, böylece düşmana bilgi veren komutan durumuna düşerek şerefini kaybetmiştir. Aida kral olan babasıyla kaçmaz, firavuna teslim olur. Adalet tapınağında yargılanan Radames, firavunun kızı Amneris tarafından kurtarılmak istenir, ancak komutan kendini savunmaz ve ölüme mahkûm edilir. Dehliz mezara ölmek üzere konulduğunda Aida’nın ülkesinde güvende olduğunu düşünürken, yanında nefes alan Aida’yı fark eder. Birlikte ölüme giderken Amneris dehlizin üstüne gözyaşlarını döker.

1981 yılında Pavarotti’nin Radames’i oynadığı San Fransisco Operası’nın Aida videosunu izledim. Pavarotti’nin bambaşka olduğunu düşünüyorum. Özgür bir sesin bir bedene sahip çıkması, kendi başına var olan bir sesin karbondan oluşan vücut içinde kendine yer bulması. Bütün aryaları onun sesinden dinlemeden duramıyorum. Bir değil, beş değil, onlarca kez dinlediğim aryaların sahibi Pavarotti için Bono’nun söylediğine katılıyorum. “Bazıları opera söyler, Luciano Pavarotti bir operaydı.” 1963 yılında, 28 yaşındaki Pavarotti’nin Türkiye’ye geldiğini hatırlayalım. Hemen ardından “kötü sesi” nedeniyle kovulduğunu da. Bu konuda farklı hatırlamaların olduğunu belirterek, yaşadığım ülkedeki ilişkileri, başarının aşağı çekilmesini iyi bildiğimden doğru olanı seçtim sanırım. La Boheme operasının Ankara’da temsili için La Scala’dan gelen Pavarotti, Rodolfo rolünde büyük başarı gösterir ve üçüncü kez sahneye çıktığı gece izleyenler arasında bulunan Cemal Gürsel Paşa, tanışmak için sanatçıları yanına çağırır. Bu isteği ileten müdür Cüneyt Gökçer’e Pavarotti’nin verdiği cevap, “Ben sanatçıyım o bir diktatör. Ben politikacıların ayağına gitmem, o gelsin!” olur.

60’lı yıllardan bugüne geldiğimizde Aida’nın yirmi kez sahnelendiği Aspendos’ta Radames rolünü üstlenecek Pavarotti artık yok, sonsuzlukta söylüyor şarkılarını. Devlet Opera ve Balesinin başındaki Murat Karahan’ın oynadığı Radames vardı geçen yıl orada. TRT2’den canlı olan yayında bile oyunun görkemi kendini gösterdi. Orkestrayı ünlü İtalyan şef Carminati yönetiyordu ve elbette sahnenin önündeydi. Opera orkestralarının sahne altında kalması hoşuma gitmiyor, yeni opera binalarında görünür kılınmalarına göre yapılmasını arzu ederim. Sahnedeki soprano kadar ‘çellist’in ya da ‘obua çalan’ın duygularını görmek istiyorum.

Aspendos tiyatrosu, Roma mimarisinin özelliklerini taşıyan iki bin yıllık bir yapı. Uzun ve dar olan sahne binasının, esas yüksekliği bozulmamış, yatay şekilde uzanan sahne yapısı çok katlı olarak inşa edilmiş. Aida’nın birinci perdesinde maviye bürünmüş sütunlar, Aspendos’u gerçek tarihinin ötesine götürüyordu. Aida’nın geçtiği zaman tam olarak söylenmese de, İsa’dan bin- bin beş yıl öncesine, Mısır’ın altın çağına doğru gidildiğini işaret ediyor. Aida, iki hükümdarın, iki hükümdarın başarılı ve yakışıklı komutana âşık kızlarının hikâyesi. Antik Mısır’ın sarayının, tapınaklarının Antik Roma’nın tiyatrosunda sahnelenmesinin bütün görkemi etkili bir prodüksiyonla ekrana yansıyor. Altın çizgili başörtülü saray adamları, çıplak bedenlerine altın zırh giymiş askerler, firavunun kızı Amneris’in haremindeki kızlar, ikinci perdede zafer marşı öncesindeki çocuk balerinleri, tahtla sahneye gelen hayvan başlı çocuk ve savaştan zaferle dönen Radames’i karşılayan üç atın sahneye çıkması, operanın görsel bir şölen olduğunu söylüyor. İnceliklerin ve ihtişamın görünür yüzüyle neşelenen seyirciler arasındayım. Orkestra, dansçı ve koro olarak üç yüz kişinin emeğinin başarısına parmak ısırıyorum.

Edward Said’in “Kültür ve Emperyalizm” başlıklı deneme çalışmalarında ele aldığı eserlerden biri Aida operasıdır. Anladığım kadarıyla, Aida’nın, kültürel tarihe yönelik olarak deniz aşırı uzaklıktan gelen tahakküm deneyimi sayılan, karma bir eser olduğunu işaret ediyor Said. Daha somut anlatısı için Said’e kulak verelim. “Kahire, Batı sahnelerinde uzun yıllar başarı kazanmış bile olsa, ömrü kendisininkinden daha uzun olmayan bir dolayım ve yer için yazılmış bir opera olarak Aida’yı uzun süre destekleyemezdi. Aida’nın Mısırlı kimliği kentin Avrupalı yüzünün bir parçasını oluşturmuş, yalınlığı ve gücü ise sömürge kentin yerli mahallelerini emperyal mahallelerinden ayıran düşsel duvarlara damgasını vurmuştur. Aida’nın estetiği bir ayrılık estetiğidir; Keats’in Yunan vazosundaki süsle, süse denk düşen, ‘bu insanların, bu kutsal sabahın boş bıraktığı’ kent ve kale arasında gördüğü uyumu, Aida ile Kahire arasında göremeyiz. Aida çoğu Mısırlı açısından, eğlence amaçları asıl amaçlarının yanında ikincil olan bir avuç müşteri için, borçlanılarak satın alınmış emperyal bir article de luxe’tü. Verdi Aida’yı sanatının anıtı olarak düşünmüştü; İsmail Paşa ve Mariette, çeşitli amaçlarla, fazla enerjilerini ve dur durak bilmez iradelerini Aida’ya dökmüşlerdi.”

Nükhet Eren