Son yıllarda adını sıkça duymaya başladığım bir Türk yazarın onlarca baskı yapmış 2011 tarihli ilk romanı hakkında yazmak istemiştim bu hafta.  İlk sayfada karşıma çıkan anlamsızca uzatılmış cümleler, okuyucuyu metinden uzaklaştıran gereksiz tekrarlar, dört yüz sayfayı aşan bu romanı okurken oldukça zorlanacağımı düşündürttü bana. Üçüncü sayfada, zorlansam da yapamayacağımı anladım. (1) Kütüphanede romanlar, öyküler arasında epeydir sırasını bekleyen Nurdan Gürbilek’in (1956-    ) denemelerini topladığı kitabı ‘Sessizin Payı’na geçmeye karar verdim. Daha ilk sayfasında içime su serpti ‘Sessizin Payı’, ne söylemek istediğinden emin ve onu söylemenin en iyi yollarını araştırırken tüm birikimini, bilgisini, çabasını, düşüncesini ve ancak bunlar olduğunda ortaya çıkarılabilecek çok değerli ‘muhakeme gücünü’ ortaya koyan yazarının üslubuyla. Kıymetini hiç bilemediğimiz güzel dünyamızı bugünlerde bize dar eden virüsle mücadele etmek için ülkemizde çıkarılan kararnamede ‘konut kredilerindeki peşinat oranını %10’a düşüren’ maddenin ne işi olduğunu hiç düşünmeyen, “kolonya ve maske dağıtmakla bu boyutta bir salgın yönetilebilir mi?” diye hiç sormayan toplumsal bakış açımızın en çok ihtiyacı olan bu olduğu için belki de, güvenilir ve anlaşılır bilgiden, gerekçeli düşünceden, anlamlı bir yaratıcılıktan yana diliyle ‘Sessizin Payı’ virüse değilse de yaşadığımız şu tuhaf zamana ilaç gibi geldi.

Arka kapağında belirtildiği gibi “kavramlara edebiyatın içinden bakan” beş denemeden oluşuyor kitap. Ben de aynı yapıyı koruyacağım yazımda, kendi başlıklarımla.

Galibin Adaleti

‘Suç ve Ceza’nın unutulmaz karakteri Raskolnikov’un davasından 1957’de Fransa’da hâkim karşısına çıkan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi gerillalarının davasına, oradan Nazi dönemi savaş suçlusu Klaus Barbie’nin 1987’deki davasına uzanıyor yazar bu bölümde ve artık yaşamayan “iki paşa” mahkûm oldu diye yüzleştiğimizi zannettiğimiz 12 Eylül’e kadar getiriyor yolunu. Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ kitabından yola çıkarak dünya tarihinde -tabii ki günümüzde de- sıradanlıkla kötülük arasındaki ürkütücü bağı irdeliyor. Bu bölümün bana göre en önemli sorusunu, şimdiki zamanda bizim de öznesini, nesnesini değiştirip sık sık sorduğumuz soruyu, iki kişiyi öldürdüğü için yargılanan Raskolnikov soruyor: “Niçin bir kenti kuşatıp halkını topa tutmak daha saygın bir biçim sayılıyor, işte bunu bir türlü anlayamıyorum.”

Kont Tolstoy’un Yanlış(?) Hayatı

Kâhyalar, hizmetkarlar, işçilerin çalıştığı uçsuz bucaksız topraklarında çocukları, torunlarıyla birlikte müreffeh bir hayat süren Kont Tolstoy’u seksen iki yaşında malikânesinden kimseye görünmeden çıkartıp trene bindiren ve birkaç gün sonra son nefesini vereceği Astapova istasyon şefinin küçük odasına götüren neydi? ‘Anna Karenina’da doğruluğu toprağı işleyen insanların basitliğinde arayan Levin, ‘Savaş ve Barış’ta “mutsuzluk yoksulluktan değil fazlalıktan kaynaklanıyor” diyen Bezuhov karakterlerinin yaratıcısı Tolstoy, ‘İvan İlyiç’in Ölümü” eserinde İvan İlyiç’e sordurduğu ahlak felsefesinin temel sorusunu kendisine de sormuştu belki; “Doğru bir hayat yaşadım mı?” Bu bölümün sonunda, yirminci yüzyılda doğru hayat/yanlış hayat üzerine en çok düşünmüş yazarlardan biri olarak tanımladığı Adorno’dan alıntılarla, cesaret edebilen okurun kendi yaşamını sorgulamasının yolunu da açıyor bence Gürbilek. 

Biz Ne Ara Bu Kadar Kötü Olduk?

Yaşı ellinin üzerinde olanlar mutlaka Kemalettin Tuğcu’nun yoksul ama erdemli çocukları için gözyaşı dökmüşlerdir çocukluklarında. Gürbilek’in ‘masal’ olarak nitelediği bu hikayelerde ‘haysiyet’, ‘şeref’ sanki yoksulluğun beraberinde getirdiği kazanımlardır. Oysa aynı yıllarda Anadolu’daki değişimi, büyük kente göçü ve yine kaçınılmaz yoksulluğu anlatan ‘sosyalist/toplumsal gerçekçi’ roman ve öykülerinde Orhan Kemal, yoksullukla haysiyet, açlıkla erdem arasında zorlu bir mücadeleyi gündeme getirmektedir; “Haysiyet, şeref, namus… Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?”  Bu bölümde, kapitalizmin yaka yıka yerleştiği bu topraklardaki bireysel ve toplumsal yansımasını ve sanki tüm bu acımasız değişimler olurken hepimiz yurtdışı görevindeymişiz de yurda dönünce kucağımızda buluvermişiz gibi sosyal medyada sorup durduğumuz yukarıdaki sorunun cevabını bulmak mümkün.

Fatih-Harbiye Tramvayı Gezi’den Geçiyor mu?

Bu bölümde, Peyami Safa’nın bir tramvayla birbirine bağlamaya çalıştığı Fatih-Harbiye yarığından ‘Gezi’ye bakmayı deniyor Gürbilek. Kültürel, sosyal ve kaçınılmaz olarak politik iklimimizin bitmeyen çilesi ‘Doğu-Batı sentezi” tüm yurttaşların kendini iyi hissedeceği bir ortak zemine bir türlü ulaşamıyor. Aksine güncel ve sığ görüşlü politikaların işine yaradığı ölçüde giderek artan bir ‘kutuplaşma’ haline geliyor. ‘Gezi’de ‘bir imkânın ufukta yanıp söndüğü bir ‘an’dan bahsediyor Gürbilek; en delikanlı grupların LGBT’lerle, orta sınıf muhafazakârların işçilerle, üniversiteli gençlerin sokak çocuklarıyla karşılaştığı andan, Fatih-Harbiye yarığının neredeyse kapandığı andan. Öyle birkaç ana ben de şahit olmuştum Gezi’de; mavi saçlı, dudağı küpeli genç kızla el ele tutuştuğu sevgilisinin namaz kılanları koruma çemberine katıldıkları an gibi mesela. Hâlâ gözlerim doluyor anımsadığımda…

Auschwitz’den Sonra Şiir Yazılır mı?

‘Yazı ne işe yarar?’ sorusunun peşinde gelişiyor bu son bölüm. Değişik sebeplerle sesini çıkaramayanların sesi midir yazı? Büyük acılar ve felaketlerde bir telafi ya da bir hesaplaşma çabası mıdır? Yazar ya da metin tüm bunları yapmaya muktedir midir? Adorno 1949’da “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” dediğinde yaşamı boyunca bu cümlesine geri dönüp duracağını, açıklamaya çalışacağını belki de biliyordu. Yıkım zamanlarında yazının ve yazarın, hatta sanatın kendisini içinde bulduğu çelişkiler, Coetzee’in utancından, intihar etmiş oğlunun günlüğünden ‘Ecinniler’in taslağını çıkaran Dostoyevski‘den, Eurydike’sini ölüler diyarından liriyle geri getirmeye çalışan Orpheus’tan, edebiyatın bir “boş yücelik” olabileceğini söyleyen Vüs’at O. Bener’den örneklerle önümüze seriliyor.

Adı gibi değil ‘Sessizin Payı’; sesini yükseltmeyen ama duyuran, söylediklerini iyice anlaşılsın diye anlatan bir kitap. Mutlaka okunmalı.

Kırmızı Başlıklı Corona

  1. Bu yazıyı yazdıktan sonra gördüğüm bazı yorumlarda kitabın ilk bölümlerinde bir acemilik göründüğünü, ancak genel kurgusunun oldukça güçlü olduğunu okudum. Okumayı, başka bir zamanda tekrar denemeye karar verdim