Güneş uzun zamandır ilk kez beyaz bulutların ardından görünmeye çabalarken, Göksel gözlerini açtı. Japon tarzı  yataktan, çıplak bedeniyle ayrıldı. Yansıyan gölgesi sessizce takipteydi. Elbise dolabına gidip siyah deri kutuyu çıkardı. Üzerinde duran minik anahtar ile kilidini açtı. İçinde kumral, sarı, siyah, kahverengi tutam tutam saçlar minik kağıtlara sarılarak, ince lastiklerle bağlanmıştı. Kağıtlarda isimler yazılıydı. Küçük bölmede bir makas vardı. Burnunu kutunun içine soktu, saçları itekleyerek kokladı. Çiçek, vanilya, baharat ve odunsu kokuların karışımı parfüm firmalarına ilham verecek kadar güzeldi. Yıllanan ve köklerini unutan bu saçlar, onun için orgazmın başka başka halleriydi. Birkaç tanesini eline aldı. Parmaklarının arasında naifçe yuvarladı. Parmak uçlarında hissettiği yumuşaklık bedenini ele geçirdi. Belden aşağısı uyarıldı, tekrar sertleşti. Makası aldı, kutuyu kapatarak yatağa geri döndü, yorganın altına girdi. Yanı başında uyuyan Esra’yı seyretmeye başladı. Onu diğer kadınlardan ayıran en belirgin özelliği saçlarının gizemiydi. Bu gizem, afrodizyakların en büyüğüydü. Emsalsizdi.

Üç Hafta Önce

“Merhaba”

Esra telefonuna gelen mesajı açınca kestane saçlarını yokladı. Yakaladığı tellerden çekip koparmaya başladı. Telefonuna yüklediği flört uygulamasından gelen ilk cevap zedelenmiş haline iyi geldi. Mesajı yazan, kurnaz bir avcı sinsiliğiyle avına yaklaşsa da onun için büyük lütuftu. Cevap yazarken saç tellerini kopartmaya devam etti.

Eşi vefat ettiğinde dişleri henüz çıkan kızı artık genç kız olma yoluna girmişti. Ailesine yakın olabilmek için İstanbul’dan Ayvalık’a taşınırken küçük yerde dul kadın olmanın zorluklarını hesaba katmamıştı. Yazın İstanbul kadar ışıltılı kasaba, kışın aşina yüzlerle beden zindanıydı. İş-ev arasında mekik dokurken rutin hayatı içinde zaman zaman nefes darlığı çekiyordu. Kırklarına iki kalmışken, balık etli vücuduna alışmaya çalışırken; bilinçaltının karanlıklarına gömdüğü cinsel duyguları yüzeye çıkmaya başlamıştı. Fark edilmeyi, fark etmeyi özlemişti. Katı inançlarından vazgeçmişti vazgeçmesine de zihninin sınırlarını bir türlü aşamıyordu. Son zamanlarda yalnızlığıyla daha fazla vakit geçirir, insanlardan daha çok düşüncelerle yaşar olmuştu. Yaşam seçimleri, iyi-kötü kavramları gibi konularla ilgili muhakeme yaparken iyiden iyiye aşırıya kaçmıştı. Şeytan’dan Kabil’e, Kabil’den bugüne…Yaşama karşı umursuzlaşmıştı. Kompleksli bir hal alırken Şeytan Sofrası en sık ziyaret ettiği mekan haline gelmişti. Burada sorgulayarak yorgun düşmekten garip bir zevk almaya başlamıştı.  Zaman zaman kendini o tepeden kovulan Şeytan gibi hayal eder, yaşamına bir de oradan bakardı. Şeytan’ın sözde ayak izini hayranlıkla seyrederken onlarca kez mırıldanmaya başlamıştı:

“Tanrı soykırımı iyilere yapar.”  

Son zamanlarda fazlasıyla sertleşen konuşmaları, davranışlarına yansımıştı. Bu durum arkadaşları tarafından göz ardı edilmez noktasına gelmişti. Pek çok kez onun tarafından küçük düşürülmüşler, paylanıp, ezilmişlerdi. Etrafına karşı nevrozlu tavırları son derece alıngan, saldırgan ve düşmancaydı. Ruhu alacakaranlığa gömülmek üzere olan bir hastaydı. Ancak onu bir doktora yönlendirmek o kadar da kolay iş değildi. Ona olan ilgilerini, şefkatlerini, ayırdıkları zamanı arttırmışlardı. Tüm aşağılamaları karşısında ürkek ama kararlıydılar. Karşı cinsten birinin Esra’ya iyi gelebileceği konusunda fikir birliğine vardılar. Esra onların ısrar ve destekleriyle telefonuna  uygulamayı indirdi. Çoğunun niyeti tek gecelik ilişkiler olan güruh ile günlerce yazışarak flört etti. Bu esnada düşüncelerine ara vermek daha doğrusu bu basit şeylerle oyalanmak dürtülerini harekete geçirmişti. İlk tanışma, ardından da ilk buluşma talebi Göksel’den geldiğinde Esra’nın alelacele cevabı “evet” oldu. Sadık eş, vefalı anne, hayırlı evlat olmaktan sıkılmış, “yeni ben” kimliğini yaşamak için fırsat görmüştü. Ertesi günün akşamı iş yerinden çıkmadan tuvalete girdi, istiridye rengi tenini keskin hatlı dudaklarına sürdüğü rujla renklendirdi. Saçlarını düzeltti, omuzlarına yerleştirdi. “Tanrı soykırımı iyilere yapar,” diye söylendiğinde, duru bakışlarının yerini fesatlık aldı. İlk buluşma noktaları merkeze uzak otellerden biriydi. Beyazın sadeliği ile dekore edilmiş otel lobisine geldiğinde vücudunun titremesi duyduğu sesle hafifledi.

“Hoş geldiniz.”

Bankonun arkasındaki genç kızı görünce evladı aklına geldi. Düşünceleri film şeridine dönüştü. Kafasının bu denli karışık olmasından hoşlanmazdı. Geri dönmek istediyse de görevlinin yardımsever tavrına karşı koyamadı. Restoranın kapısına geldiğinde durdu, içeriyi kolaçan etti. Göksel’i gönderdiği fotoğraflardan hemen tanıdı. Kırk iki yaşında olduğunu yazmıştı. Hafif göbeği, geniş omuzları, kirli sakalı, üç numaraya vurduğu saçları, kulağındaki minik küpesiyle farklıydı. Sandalyenin sırtına doğru kaykılarak oturuşu fazla rahattı.

Esra derin bir nefes aldı, saçlarını iki yandan tuttu, aşağıya doğru bastırdı, düzeltti, adımlarını toparlayarak masaya yaklaştı. Göksel ayağa kalkıp karşısındaki kadını memnuniyetle karşıladı. “Merhaba.”  Bu merhaba “Size benden zarar gelmez,” sıcaklığını çok da hissedemediği bir merhaba olmuştu. Yine de kendini akışa bırakmak istedi. Çıkardığı siyah mantosunun altındaki gri, saten elbisesiyle derli toplu, sade ama çarpıcıydı. Göksel’in rahat tavırlarının etkisiyle gevşese de, sık sık eli saçlarına giderken, adamın gözleri onu takip ediyordu. Hissettiği acizliği fark ettirmemek için çok çaba sarf etti. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet su gibi aktı.

Göksel, Almanya’dan Ayvalık’a taşınalı bir yıl kadar olmuştu. Boşanmış, iki kızını annelerine bırakarak burada yaşamaya karar vermişti. Şirketinin işleriyle ve kızlarıyla ilgilenmek için senede dört beş kez Almanya-Ayvalık arasında mekik dokuyan varlıklı bir adamdı. Türkçesinin bozukluğu ayrı bir sempati katıyordu sohbetlerine. Gece yarısı Esra’yı evine bıraktığında ikisi de geceden memnun ayrıldı.

Dün Gece

Göksel’in merhabasını daha güvenli hissetmeye başlayan Esra, verilen adrese taksiyle geldi. Yazlıkçıların terk ettiği müstakil evler, ahşap iskeleye çarpan dalgalarla, rüzgârın uğultusu arasında kapıya yaklaştı, zile dokundu. Yanaklarının pembeliği soğuktan değil, duyduğu heyecandandı. “Şeytan Sofrası” nda hissettiği yoğun duygular kendini tekrar göstermişti. Kestane saçlarını düzeltirken kapı açıldı.

Göksel bugüne kadar telefonuna yüklediği flört uygulamasıyla pek çok kadınla buluşmuştu ama Esra farklıydı. İki hafta içerisinde yazışmaları ve görüşmeleri devam ederken en sonunda onu evine davet etmişti. Finale uzanan her gün zevk kadehinden bir yudum alıyor, gözbebekleri büyüyor, adrenalin bütün ağlardan bedenine yayılıyordu. Kaçınılmaz anın doyumsuz tadıyla kendini kaybediyordu. Acayip bir duyguydu. Nefesini avucuna verip kokladığı sırada çalan zil çok zamanlıydı. Kapıyı açtığında göz göze geldiği Esra’ya bakarken, bu gece hayal kırıklığı yaşamayacağına emin oldu. Hınzırca içeriye buyur etti. Salonun kısılmış sarı ışığıyla, yerden ısıtmalı ahşap zeminin sıcaklığında cinsel hazlarıyla savaşmayan bedenleri uyum içindeydi. Her hareketlerinde Esra’nın çiçek kokulu parfümü odada asılı kalıyordu. Birbirlerinin ritmine uyumları neredeyse kusursuzdu. Uyumsuz oldukları tek konu Esra’nın saçlarına dokundurmaması oldu. -Bunu en baştan konuşmuşlardı halbuki- Göksel’in kendini güç de olsa kontrol etmesiyle seksin trans halinde kendilerinden geçtiler.

Bu Sabah

Göksel isterikli bir halde saçlarına dokunmak için hamle yaptığı sırada Esra gözlerini araladı. Elindeki makasa dehşetle baktı.

“Ne yapıyorsun?”

“Sakin ol Esra! Korkma seni incitecek değilim.”

“Ee, bu ne peki! Delirdin mi sen!”

Söylenmesine devam ederek yataktan çıktı. Çıplak bedenine bir şeyler geçirmeye çalıştı. Yatağın ortasına oturan Göksel elini yakalayıp onu tekrar yatağa çekti.

“Sakin ol! Sadece saçından bir tutam almak istedim.”

“Saçlarıma dokunulmasından hoşlanmıyorum biliyorsun!”

“Neden? Peruk olduğu için mi?”

“Biliyor muydun?”

“Gördüğüm an…”

“Halbuki gerçek saçtan yaptırmıştım. Nasıl anladın? Neden söylemedin?”

“Saçlar uzmanlık alanım diyelim. Örneğin peruğun ilk kez Mısırlılar tarafından kullanıldığını biliyor muydun? Sen söyle asıl neden takıyorsun? Kanser misin? Saçların mı yok?”

“Saçmalama gayet sağlıklıyım, en azından fiziksel olarak. Senin Mısırlılar peruğu hasta oldukları için mi takıyormuş?”

“Yok, sıcak yaz günlerinde kafa derilerini sıcaktan korumak için takmışlar.”

“Demek peruk takmak için hasta olmaya gerek yokmuş. Asıl sen söyle saçlarımı kesip ne yapacaktın?”

Göksel çekmeceden deri kutuyu çıkardı. Kilidini açtı, içini gösterdi.

“Bunlar birlikte olduğum kadınların bıraktığı küçük hediyeler…”

“Saç mı onlar? Ne yapıyorsun onlarla? Allah aşkına nasıl bir manyaksın?”

“Hiç sadece saklıyorum.”

“Neden?”

“Neden peruk taktığını anlatırsan ben de saçların hikâyesini anlatırım.”

“Gitmemi istemiyorsan önce sen anlat. Söz veriyorum ben de anlatırım.”

Esra dinlemeye hazırdı. Yatağın üzerine bağdaş kurdu, tüm dikkatini Göksel’e verdi.

“İlk birlikteliğim lise son sınıfta oldu. Âşıktım. Almandı. Zarif bir bitki gibiydi. İnsan, âşık olduğunda daha hassas, zayıf, karmaşık, hatta bazen değersiz oluyor ve bunlardan da aşırı zevk alıyor. Enteresan değil mi? Neyse… Bir gün kaza geçirdi gözlerimin önünde, öldü. Ailesi kaza yüzünden beni suçladı. Ona ait hiçbir şey alamadım. Cenaze günü montumun yakasında bulduğum saç teli dışında. Aylarca o saç teliyle teselli buldum. Bir zaman sonra saçlar takıntım haline dönüştü. Birlikte olduğum kadınlardan aldığım her saç tutamı gecenin son vuruşu oldu. Saçlar da parmak izleri gibi eşsiz değil mi? Bunu yapmadan yaşadığım sevişmeler yarım kalacak gibiydi. Hâlâ da öyle. Psikologlar, psikiyatristler, ilaçlar derken evlendim ama hiçbir yere ya da kişiye tam olarak bağlanmayı beceremedim. Bu yüzden evliliğimi yürütemedim. Aidiyet benden hep uzak oldu. Ayvalık’ta sana bahsetmediğim iki evim daha var. Sadece kişilere değil mekanlara da bağlanamıyorum. Huzur bulduğum tek mekan teknem. Çünkü o hiçbir yere ait değil. Kısacası bir “Mavi Sakal” değilim. Korkma benden.”

“Tanrı soykırımı iyilere yapar.”

“Yani?”

“Boş ver, sesli düşündüm.”

“Kaçmak için çabalıyorsun biliyorum ama hadi hazırım.”

Esra’nın iş birliği yapmaktan başka çaresi yoktu. Göksel’e bağlanmışlığı düşündüğünden de fazlaydı.

“Her şey kusursuzdur. Sonra bir şey olur. Kusursuzluğun merkezine bir parazit yerleşir. Gizli kalp nedir bilir misin? Biz bilmiyorduk. Ta ki yaşamımıza sinsice sızana kadar. Kocam arkadaşları ile gittiği kamptan bir daha hiç dönmedi. Haberi aldığım gün saçlarımı yolmuşum. Zaman geçti ama ellerimi saçlarımdan alamadım. En çok saçlarımı severdi. İlk zamanlar koparırken canım yanıyordu, sonra geçti. Artık hissetmiyorum. İlk yıllarda kopardığım saç tellerimi saklıyor, mezarına götürüp gömüyordum. Şimdilerdeyse sadece koparıyorum. Sevdiklerimizi hem ölmeye bırakmak hem de yaşamak ne zor. Sanırım çok uzun bir süre yaşadım ama onu ölmeye bırakamadım. Yaşam beni içine almaya çalıştıkça, yokluğunun çaresizliği büyüdü. Acıların, korkuların ve endişelerin batağına giderek daha çok saplandım. Bu saplantı inancımı zedeledi. Çaresizlikle etrafımda olan bitenleri, diğer yaşantıları daha detaylı gözlemlemeye başladım. Sahip olduğum her şey değerini yitirmeye başladı. Sonrasında anladığım; Tanrı soykırımı iyilere yapıyor. Bunu iki yolla yapıyor. Birincisi öldürmek, ikincisi varlığımıza yabancılaştırmak. Nasıl yaptığını çözdüm. Neden yaptığını hâlâ anlamıyorum.”

Aptalca bulduğu gözyaşlarına hâkim olamadı.

Göksel, dinlediklerinden duygusal olarak çok etkilenmemişti. Aralarındaki uyumun sadece bedenen olmadığını fark etmekten mutlu oldu. Kıvrımlı çarşafın üzerinde duran elini kaldırıp Esra’nın peruğuna yaklaştırdı. Bu eylemine tepki almayınca, peruğun üzerinde gezindi, yukarı aşağı okşamaya başladı. Esra’nın onu zevke sevk eden hareketsizliğinden cesaretle peruğu çekip yavaşça aşağıya kaydırdı. Yere fırlattı. Altından çıkan saçları dağıttı. Okşadı. Kokladı. Tıpkı sakladığı ilk saç teli gibi amber kokuyordu. Parmaklarını seyrek saçların arasına daldırdı. Saçlarının arasındaki kel boşlukların sıcaklığını hissetti. Kafa derisinin beyazlığı kestane saçların arasında labirentler oluşturmuştu. İşaret parmağıyla labirentlerin arasında gezindi. Gözleri, elleriyle birlikte manzaranın fotoğrafını çekiyordu. İlk saç telini kokladığı kutsal ana geri döndü, benzerliğin tadını çıkardığı bu an bozulsun istemedi. Parmak aralarında gidip gelen saçlara sahip olmak, kutuya yerleştirip bulduğu bu keşfi neticelendirmek, tek isteğiydi.

Esra itaat oyununun akışını değiştirmek yerine, hissettiği özgürlük duygusunun tadını çıkarmaya, karar verdi. Saçları yıllardır ilk kez gerçekten doyumsuzca seviliyordu. Bilincini kaybetmek, kirli duygular içinde oynaşmak için büyük bir arzu duydu. Kontrolsüzlüğün özlemiyle saç tellerinde gezinen parmak izlerinin ruhunu hissetti. Bu bir tuzaksa bile kaçmak istemedi. Göksel’in talepkâr haliyle bir yanı sakinleşirken, diğer yanı tutkuluydu. Nefes nefese kalan Göksel, buğulu ve kısık sesinden çıkan kelimelerin kabul görmesini diliyordu.

“Saçların benim olsun istiyorum.”

“Hepsi mi?”

“Evet, her bir teli…”

Yatağın üzerinde duran makası eline alan Esra, Göksel’e uzattı. Gözyaşlarını silerken, iç çekişleri sakinleşti. Titreyen sesini kontrol altına alarak mırıldandı.

“Tanrı soykırımı iyilere yaparken yardım etmek gerek…”

Özlem Budak