“Kafamın içinde belki yüzlerce kez dirseklerimi yere dayayıp gövdemi havaya kaldırıyor, tabanlarımdan destek alıp doğruluyor, hatta doğrulur doğrulmaz üstüme başıma takılan sararmış yaprakları elimin tersiyle silkeleyip hemen yürümeye başlıyordum ama bunları bir türlü gerçeğe dönüştüremiyordum. Bir yanımla da, orada öylece uzanıp sonsuza dek hiç kımıldamadan yatmak istiyordum çünkü.” (Bin Hüzünlü Haz)

Solgun mu sanki aynadaki aksim? Tüh tüh tüh! Sonunda bu da mı oldu? Yaşım’a da mı yakalandım? Ve ben bunu, bu sabah, henüz gün usul usul ağarmaktayken, elimdeki aynaya taze bahar güneşi ılık ılık dolmaktayken mi kavradım? “Al bakalım aynayı,” diyor Yaşım. “Bunca zamandır saklandın benden. Sırf sen mutlu olasın diye göstermedim bayır aşağı inen gölgeli yüzümü sana. Ama her şeyin bir vakti zamanı var canım, anla beni, kabullen artık.” Neyini kabullenecekmişim senin? Umut veren bir tek şeyini söyle. Görmezden geliyorum seni, dinlemiyorum sözlerini. Şimdi var git, başka yerde eğlen, dans et, coş coşabildiğince, tozut tozutabildiğine, ama beni rahat bırak!

Aynalar neyse ki evin en kuytu, en en en küçük mekânlarında, banyocuklarında saklı, mutfak aynasız sözgelimi. Mutfakta, ince zevklerimden ziyade, yaşamsal içgüdülerim, açlığım, susuzluğum canlanır. Bu aralar, kar beyazından bol tahıllısına, en irisinden minnoşuna ekmekler pişiyor “evde kal” logolu evlerin hararetli mutfaklarında. Hepimiz yaptığımız ekmekleri gösterip gösterip duruyoruz birbirimize. İkram edemeyiz ama e-reçetesini verebiliriz pekâlâ. Yakında marketlerde maya da kalmayacak diyenler var. Ekşi mayalar göz göz olur, şişer de şişer, kabarır, kurumlarından yanlarına yaklaşılmaz olur artık.

Saman, kil ve cam kırıklarıyla kardığım çamurumsu karışım ile  ateş tuğlalarını sıvayarak bir fırın yapar, ekşi mayalı ekmeğimi odun ateşinde pişiririm ben. Tereyağını katık eder, üstüne suyumu içer, ormanda kaybolmaya giderim sonra da. Kayıp haberini alan jandarma ve civardaki köy kasaba ahalisi, günler geceler boyu hummalı aramalar yapar. Her ağaç kovuğuna, her kaya dibine, her inin kıyısına köşesine fener tutup, elleri boş döndükten sonra; bulunamayacağıma hükmedilir ve olmayan mezarımın başında toplanan cemaat fısır fısır konuşmaya başlar.

Annem onca ağlamalarının, iç çekmelerinin, elinde iyice hırpalanmış mendile sümkürmelerinin arasında, başını kaldırıp, “Şehirde de kaybolurdu,” diye elli yıl evvelki beni anlatmaya koyulur. “Hatta bir gün, bu benim Gaip’imi, evimizin bulunduğu sokağın köşesindeki bakkala göndermiştim. Sen tut, sola sapacağına sağdaki yola dön. Bizim orada sokaklar hep ızgara planlı, bunda da yön duygusu olmayınca, bir müddet ürkek adımlarla yürüdükten sonra, sağına soluna önüne ardına bakmış, hiçbiri  bizim sokağa benzemiyor, iyice paniklemiş, ağlamış, bir vaveyla koparmış, herkesi başına toplamış. Neyse konu komşudan bir tanıdık geçiyormuş oradan da, getirdi teslim etti Gaip’imi. Ah! Ah!.. Bizim kayıp hikâyelerimizin kuyruğu uzundur, buna benzemedik daha neler neler var da, vakit anlatılacak vakit değil!”

Ormandan yolumu bulup çıkamam bir türlü. Gündüzler ılıktır, ölümü düşündürmez pek, ama geceler soğuk, uzun ve zorludur. Bakmayın siz ateş böcekleri, yıldızlar yoldaşın olur diyen çok bilmişlere. Çoğunca ölüm karasıdır ormanda geceler. “Şehirler bu koronalı günlerde hiç de tekin değil mirim,” der, sivri burunlu çakal. Ötede meşe dallarından birine tünemiş Çalıkuşu biteviye ötmektedir, neşeli geveze. Ah, şu alüminyum battaniyeyi akıl eden cennetlik, o kesin! Kaybolduk ama ölmedik çocuklar, uyuyalım hadi.

Evet, annem haklı, şehirde de kaybolurdum hep. Herkesin kendince bir açıklaması vardı. Ama ben neden kaybolup duruyordum? Ben de dahil, kimseler merak edip eni konu araştırayım demedi gerçek nedenini. Öteden beri, birkaç zamanı, birkaç mekânı, birkaç insanı, birkaç problemi bir arada yaşayangillerden oldum. Sözgelimi sınıfta ders dinlerken, aslında, ‘sınıfta ders dinleyen ben’ değildim, kayıptım. ‘Ben’ o sırada dışarıda başka bir yerde, başka zamandaydı. Ama tam olarak orada da değildi, belki de yoldaydı, hep yoldaydı.

Şu orman meselesine gelince; Allah aşkına ben nereden bilirim odun fırını inşa etmeyi? Annem bilmiyor mu benim İstanbul’un göbeğinde bir rezidansta oturduğumu? Ekmek yapmışım, üstüne tereyağı sürüp yemişim, sonra da ormanda kaybolmuşum. Kim inanır bu zırvalara? Derseniz rezidansında, tv koltuğunda otururken ve denizin ötelerinde ve dahi gemilerin de en uzağında, göğün mavisi ile denizinkinin birleştiği yere, ufka bakarken dalmış, uyuyakalmış da, efendime söyleyeyim, kendini ormanda bulmuş ve sonra da kaybetmiş. Deyiniz efendim, işte buna inanırım. Dikkatinizi çekerim,  hep zaman, mekân, yer şeysi yüzünden oluyor bütün bunlar.

Evde kal, evde kal, evde kal, neyse kırk defa söylemeyeceğim. Evdeydim hep, kıçımı  kırıp kaldım hep. Kalkayım, şöyle giyinip süslenip, takıp takıştırıp piyasa yapayım dedim mi bu güne dek, demedim hiç. Deseymişim keşke! Şimdi kalıp gitsem… Her yer boşluk, her yer hiçlik.

Gitsem varsam Eminönü’ne, Şark Han’a yahut Kürkçü Han’a veyahut o eski taş baskı yazmaların satıldığı hana dalsam. Issız ıssız dolaşsam, müşteri yokluğunu aratmasam da alsam öteden beriden işime yarayan yaramayan pek çok şey. Sonra yıkık dökük bir merdiven bulsam kıyıda köşede. Kimseye sezdirmeden tırmansam basamaklarını ikişer üçer, sonra derin bir boşluğa düşsem, kaybolsam.

Elli yıl önce küt diye önüme düşen çocuk olsam. Koşsam kaldırsam o çocuğu, kendimi yerden. Sarsam yaralarını, yaralarımı. Bir daha hiç düşmemecesine kaldırsam. Ya da hiç dokunmasam, almasın dersini, almayayım dersimi. Öğrenilmiş çaresizliktir belki de en kötüsü desem, kaldırmasam. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir desem, deseydim keşke. Belki de o çocuk o dersi almasaydı, ne renkli ne harikulade ne görkemli dersler alacaktı, alacaktım, alacaktık şu hayattan. Hepsi, küt diye düşünce o çocuk, olmayıverdi. Olası her şey olmadı belki de. Belki de ben hep o küt diye düşmelerden sonra yolumu kaybetmeye başladım. Belki de o günden sonra adım atmayı bile unuta yazdım ve bu odada uyuyakaldım ve sonra rüyamda dolaştığım ormanda kayboldum.

Oya Kaya