Dünya yuvarlaktır, bunu herkes bilir, çocuklar bile…
O kadar uzun süre bir aradaydık ki onun varlığını çekip gittiğinde fark edebildim. Boynumda hep asılı durduğu için aynaya her baktığımda görünmez olan bir kolye gibi benden bağımsız bir nesneden ziyade, şiddetle ağrıdığında hatırladığım ve eski günlerde olduğu gibi orada sakince durmasını dilediğim kalbime benziyordu hayatımdaki yeri. Birlikte aynı düşleri görecek kadar yakındık ve iç içe geçmiştik. İlerleyen yaşıma rağmen, onun gitmesi ile başıma gelecek tehlikelerin neler olabileceğini hesaplayacak kadar aklım başımdaydı; ruhum binlerce parçaya ayrılacaktı, olur olmaz zamanlarda, melankolik iç geçirmelerim veya delice kahkahalarımla etrafımdaki bir avuç insan için utanç verici ve çekilmez bir ihtiyar olacaktım. Onun gidişi ile Azrail’in gelişinin eş zamanlı olacağını anlatmakta zorlanacaktım. Bunu başardığımda ise ölümden korktuğum için hor görülecektim. Çünkü onlar ölümün doğum kadar doğal bir olay olduğunu söyleyecek kadar gençtiler.
Peşinden koştum. Çok fazla uzaklaşmamıştı, kapının eşiğindeydi, dışarıya adımını henüz atıyordu. “Kalmalısın!” diye seslendim. Eşiğin diğer tarafına geçti, dönmeye niyetli değildi. Ben de eşikten geçecektim. Hiddetle arkasını döndü ve bağırdı.
-Gelme! Gelme! Gelme!
-Neden?
-İznin yok!
-Senin var mı?
-Evet, var! Bu yüzden sadece ben çıkabilirim bu yolculuğa.
Binlerce sav öne sürdü, onları tek tek çürüttüm.
-Gizlice gelsem? Kimseye belli etmem?
-Kaybolursun.
-Ayak izlerini takip ederim.
Birbirimizi o kadar iyi tanıyorduk ki aslında bu tartışmanın yersiz olduğunu ve onunla gideceğimi pekâlâ biliyordu. Kanımca yalan söylüyordu, bu yolculuk için izin almak gerekmiyordu. Hem özgür ruhlardık, kim karışabilirdi yolculuklarımıza.
Günler geceler boyunca, eşikteki konuşmalarımız sonunda işe yaramıştı. Zafer benimdi. Onu ikna etmiştim. Altta kalmamak için asla uymayacağımı bildiği yüzlerce kural sıraladı. Hepsine inandığım pek çok şey adına yemin ettim. Birlikte kurallarını tekrar gözden geçirdik ve içlerinden en saçma sapan olanlarına bile sorgusuz sualsiz uyacağım konusunda anlaştık.
“Ayak izlerimin tam üzerine basacaksın. Unutma ilk adımı sol ayakla atacağız. İzler bazen silikleşecek bazen de ardımda hiç iz bırakamayacağım. O zaman tüm duyularını harekete geçirmelisin, eğer bir işe yaramazsa sezgileri kullan. Hep bir adım geride olacaksın ve ayak izlerimin tam üzerine basacaksın. Seni bekleyerek vakit kaybetmeyeceğim, senkronu tutturamazsan geri döneceksin. Oraya vardığımızda eğer sağ kalırsak ayrılacağız.”
Aklımı kemiren can alıcı soruyu yola çıkınca soracaktım: Nereye gidiyoruz?
Ayakları kıçına vura vura yol alıyordu. Etekleri mavi minelerle süslü şile bezi elbisesi adımlarının rüzgârı ile ahenk içinde savruluyordu. Arkasını dönme zahmetine girmeden cevap verdi.
-Dünyanın sonunu görmeye gidiyoruz.
-Sonunu görüp ne yapacağız?
Bu insanlığın en zaruri ihtiyacıdır.
-En zaruri ihtiyacımız beslenmektir ki hayatta kalmamızı sağlar. Yani birinci vazifemiz yaşamaktır.
-Her ne koşulda olursa olsun, değil mi?
-Evet.
-Hadi, boş boş konuşma yürü, yolumuz çok uzun.
-Hem, dünyanın sonunu görmek için bu kadar zahmete girmemize gerek yok ki zaten oradayız.
-Değiliz, neresindeyiz bilmiyorum ama orada değiliz.
-Gezegenimiz bir küre olduğuna göre her neresinde olursak olalım çıkılan her yolculuk daireseldir yani sonumuz başlangıç noktamızla aynı olacaktır.
-Küre mi? Hadi oradan!
-Değil mi?
-Hayır, düz ve ben sonuna gideceğim.
-Pisagor ve Macellan’ın kemiklerini sızlatacaksın böyle konuşma.
-Çocukken, mavi topunu gösterdiler ve dünyanın ona benzediğini söylediler, sen de kolayca ikna oldun değil mi?
-Herkesin ikna olduğu gibi…
-Herkes gibi olduktan sonra herkese söylenenler sana da söylendi. Bilim, teknoloji, sanat, felsefe, … , olarak tanımlanan ve bu tanımların altına sıralanan bilgilerin hepsini büyük bir aç gözlülükle sorgusuz sualsiz kabul ettin.
-Herkes gibi.
-Herkesten daha açgözlüydün, bu yüzden bilgi adı altında sana sunulandan bir an bile şüpheye düşmedin.
-Öğrenmeye hevesliydim desek mi? Daha az rencide olurum.
-Belki de daha aptaldın demeliyiz. Çünkü zor anlıyordun söylenilenleri. Kaldı ki bir de onları sorgulamak, hah!
Yanıldığını, öğretilenleri kayıtsız şartsız kabul eden bir ahmak olmadığımı anlattım. Ortak geçmişimizden örnekler vererek anlattıklarımı destekledim.
-Her şeyin gerçekliğinden şüphe edersek nasıl işin içinden çıkarız? Yıllar önce ispatlanmış olanları tekrar tekrar sorgulamaya kalkarsak, nasıl ilerleriz? Dünyanın yuvarlaklığından neden şüphe edelim? Uzaydan çekilen fotoğrafları görmedik mi? Ufuk çizgisinde kaybolan gemi direği…
-Kes! Hiçbir zaman değişmeyeceksin! Gelme peşimden! Defol!
-Neden kızıyorsun? Anlamıyorum.
-Sen var ya sen, basmakalıp sözcüklerden başka söyleyecek hiçbir sözü olmayansın. Papağan gibi tekrarlayıp duruyorsun öğretilenleri.
İkna etmek için pek çok şey söyledim fakat sözlerim ona ulaşmıyordu, rüzgâr sesleri geriye, bana doğru fırlatıyordu. Gelen sözcükler kulaklarımdan içeriye tersten giriyor, kulak zarıma çarpıyor, canımı yakıyordu. Ona “ Modernizm, temelde bilimi insanlığın gelişiminde bir araç olarak ele alır.” gibi tumturaklı bir cümle savurduğumda şöyle geri geliyordu; “Rıla ele karalo çara rib ednimişileg nığlınansni imilib edlemet mzinredom”…
Söylediklerimi duyduğumda hiç anlamlı gelmiyorlardı.
Bu durum canımı o kadar çok sıkıyordu ki eski sakin günlerimizi özlüyordum, birlikte pineklediğimiz öğle sıcaklarına geri dönmeyi istiyordum. Fakat evden çok uzaklara savrulmuştuk ve nasıl döneceğimi bilmiyordum.
Bir anlık suskunluğumu fırsat bilip dünyanın düz olduğunu ispat etmeye girişti. Ne zaman ve nasıl edindiğini bilmediğim birçok bilgiyi kaynakçaları ve dip notları ile aktarmaya başladı. Bunlar benim okuduğum kitaplarda yazmıyordu. Onlarla daha önce hiç karşılaşmamıştım. Ardı ardına sıralanan cümleler bombardımanından anladığım kadarıyla söyledikleri çok ta akla yatkın değillerdi, deli saçmalıklarıydılar. Tümcelerini takip etmeyi bıraktım ve ayak izlerine odaklandım.
Yine de yeknesak, can sıkıcı ve durağan fakat huzur dolu eski günlerimizdeki gibi inatla tekrar tekrar kurduğu cümlelerle aklımı bulandırmayı becerdi.
İşte, o zaman dünyanın sonuna vardığımızı düşledim: sonsuza dek ayrılacağımız sözünü hatırlayacaktık; yolculuk boyunca görmediğimiz gözlerimiz yeniden karşılaştığında, bakışlarında kendini boşluğa bırakma arzusunu fark edecek ve yolculuk boyunca nasıl olup da sözcüklerine sinmiş bu izi göremediğime kahredecektim.
Düz dünyanın sonundan sonsuzluğa uçuşunu hayal ederek ürperdim. O düşten sonra peşinden bir an olsun ayrılmadım.
Kimsenin bir şey bildiği yok.
Ayşenur Baran Turan