“Paracelsus’un iddiası”
Henüz geldim ormana. İşte toprağa basıyorum. Ama ayakkabılarımla. Ayakkabılarıma bakıyorum oldukça rahat, biraz kirlenmiş ama fazla yıpranmamışlar.Geçtikleri yollarda fare ölüleri, ambulans sirenleri , mesafesiz merdivenler ve ulaşılamayan katlar var. Yürüdüğüm yerlerin birbirine benzerliği , sıkıntılı bir tekrara dönüşen günlerim, hiç ilerleyemiyormuşum da hep aynı noktada duruyormuşum hissi, tıpkısının aynı şeyleri gündüz-gece sarmalında yineleniyor oluşu canımı sıkıyor. Arada bilim kurgu filmleri izlemek heyecanlı; merdivenlerle ulaşılamayan katlara çıkan genç ve güzel kızlar, yakışıklı ve bir o kadar da yetenekli genç adamlar var orada. Ama “Kentin kanalizasyonunda olmaya isyan edip ölen farelerin laneti var mıdır fark edilmesi lazım gelen?” veya “Bu sirenleri göğü yırtarcasına haykıran ambulanslardan farelerin haberi olmalı mıydı?” türünden sorularıma cevap arıyor gibi değiller. Tabii üç boyutlu gözlüğün ve kulaklıklarınla gömülüp arkana yaslandığın koltuğundan ekrana yansıyan görüntüler içinde olmadık heyecanı tadabiliyorsun ederi mukabilinde kapalı odalarda. Onlar da benim sorularımın cevaplarını merak etmiyorlar kesinlikle. Herkes asırlar önce bütün merak edilenlerin cevabını bulmuş da hiç başka soru kalmamış gibi rahat uyuyup uyanıyor. Oysa ben merak ediyorum. Kendi yolculuğumda sorgulamalıyım kendi sorularımın cevaplarını. O yüzden buradayım işte. Sırt çantamda bitmek tükenmek bilmeyen merakıma karşılık gelecek işaretleri aradığım yolculuğumda bana rehberlik edebilecek bazı şeyler var.
Ayakkabılarıma dalmışken, hoop nasılda geçiverdim bir hayalet gibi doğanın canlılığından patika yola. Sanki bana içerleyen tüyümsü canlılar beni buraya fırlatıverdi. Neyse burası bir yol. Bakınca nereden gelip nereye gideceğini görebildiğin -gözünün görme sınırları içinde olanları yanlızca tabii ki- bir patika. Burada ilerlerken, iri gövdeli odunsu kalın dalları ve iyice gerilmiş bir elin ayasını andıran yemyeşil yaprakları olan canlılar yok. Rüzgarın fısıltısında yerlere kadar eğilip onu selamlayan ince uzun bedenleriyle hışırdayan otların ıslığının tınısı kulaklarımdayken ansızın karşıma çıkacak bir sincap, yılan ya da başka bir hayvanla karşılaşmanın heyecanını duyamıyorum. Tüy gibi hafif saydam canlıların geçmişin kuytularındaki sevgilimin saçlarına benzer kokularıyla başımı döndürmesini de beklemiyorum.
Bu patika yolun beni götüreceği dönemeçte ne tarafa yöneleceğimi nasıl bileceğim? Ya saptığım tarafta orman yavaş yavaş sonlanır, ya da balta girmez vahşi bir bilinmeze dönüşürse? Bu daha önce aklıma gelmiş miydi? biraz düşünmem lazım… Hatırlamıyorum. Sonuçta buradayım artık, ya bu patika yolun beni götüreceği serüveni itirazsızca kabul edeceğim ya da ?.. Ya da ne? Ormanın büyüsü içinde ilerlerken şimdi üzerinde yürüdüğüm patikanın varlığının farkında mıydım? Buraya geçmeyi ben mi istemiştim hatırlamıyorum. Neyse yürümeye devam edeyim.
Hoop işte gene canlıların arasına sanki ışınlandım. Tüyümsü canlılar beni kucaklayıp öte tarafa bıraktı. İşte o çok özlediğim kokuyu derin derin içime çekiyorum.
Onların arasında yürürken işaretleri kaçırmamak için gözlerimi dört açıyorum. Endişelerim sona erdi, güvende hissediyorum. Yürürken etrafımı saran canlıların saza benzer bir şekle büründüklerini, giderek boylarının uzadığını fark ediyorum. Bir hışırtının yanı sıra kavisli ince bir silüeti fark ediyorum ayaklarımın dibinde. Bir yılan. İyi ki ayakkabılarım ayağımda. Korkuyorum biraz galiba . Ama toprağa çıplak dokunmak onun bilinmezini varlığımla bütünleştirmek için sınırsız bir istek duyuyorum. Sırt çantamdaki pankartı hatırlamak ayakkabılarımı çıkarıp toprağa basma isteğimi sağaltıyor. Küçük pankartımı çantamdan çıkartıp yılana doğru uzatıyorum. Üzerinde: OSY, OSYA, OSY yazılı.
Işık Demirtaş