Mekansızlaştığımız bugünlerde, öncelikle dışarıdaki her bir mekânı evlerimizin içine sığdırmaya çalıştık. Mecburduk. İş ortamımızı, çocuklarımız için oyun ve spor alanlarını, okullarını, kuaförlerimizi, müzeleri, galerileri, hatta AVM’leri. Mart ayından önce mekân dediğimizde ilk aklımıza gelenler arasında evlerimiz yoktu. Zamanımızın çoğunu kentsel mekânlarda, gündelik yaşam alanlarında geçiriyorduk. İş yerlerimiz, sinemalar, ev konforunda döşenmiş kafeler, eğlence merkezleri, alışveriş merkezleri, şehir şehir, ülke ülke seyahatler, vs… Evde konuk ağırlamalarımız azalırken, sosyalleşmemizi neredeyse tamamen dışarıya taşımıştık. Kentleşmenin yaşam biçiminde bir kurgu yaşar olmuştuk. Evimize döndüğümüzde ise sadece günü tamamlar haldeydik. Bu dönemde şuursuzca, asıl mekânımızı yaşamayanlar olarak başka türlü tükendik. Ancak son aylarda geldiğimiz noktada diğer alanlar birer birer hayatımızdan çıkarken, sığındığımız yerler tekrar evlerimiz oldu. Kendi sınırlarımız içinde güvende olduğumuzu hissetmemiz gerekirken, bu kez de evlerimiz tekinsiz ve yabancı geldi. Asıl mekansızlaşmamız da burada başladı. Zorunlu bir dayatma ekseninde, yabancılaştığımız evlerimize dönüşümüz çok da kolay olmadı.

Evlerimiz; mutfağında doyduğumuz, banyosunda yıkandığımız, odalarında düşünüp hayaller kurduğumuz, rüyalar gördüğümüz yer olmaya devam ederken, bir yandan da hücre evlerine dönüştü. Burada kısa bir bilgiyi paylaşmak isterim. “Hücre” kelimesi Arapça bir kelime olan “Höcre”den gelmekte olup iki anlam taşımaktadır. Birincisi küçük oda, odacık; -ki insan bedenini oluşturan yapı taşlarının ismi de buradan gelir.- diğeri ise tutukluların ya da mahkumların tecrit edildiği oda. “Hücre Evi” kavramını nasıl değerlendireceğimiz, tamamen evle aramızdaki bağla alakalı olacaktır.

Bachelard’ın “Uzamın Poetikası” isimli kitabının bir bölümünde geçen “Doğduğumuz evden söz etmek kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden, atalarımızdan söz etmekle aynı anlama gelir.”(1) görüşü çok kıymetli. Uzunca bir süre, tabii ki gelişen imkanlar doğrultusunda kendi evini usta bir işçilik ve akılla yapan insan, topraklarıyla bütünleşti. Doğaya ve iklimlere uygun bu evlerde gelenekleri ve kültürleriyle kök saldı. Kadınlar evlerde doğumlar yaptı, bebeklerin göbek bağları evlerde kesildi. Gelen her taze beden ve ruh, eviyle aldığı ilk nefesle birlikte bütünleşti. Kırk günü geçmeden düşen göbek bağları muhtemelen kapı önüne gömüldü ya da saklandı. Yaşlılar göçüp gittiğinde ise onların deneyimleri, yaşanmışlıkları, en önemlisi ruhları sinmiş olan ev ve eşyalar, geçmişin simge ve sembolleri olarak yeni kuşaklara aktarıldı. Yıllarca kılavuzluk etmeye devam etti, ihtiyaç ve inançlara göre yeniden kurgulandı. Tıpkı hücre çekirdeğinde toplanan genetik hafıza gibi. Böylelikle ev, kimliğimizin ve kültürümüzün bir parçası oldu.

Zaman ilerledi; devrimler, savaşlar, artan dünya nüfusu, değişen iklim ve coğrafi koşullar, teknolojinin önlenemez yükselişiyle insan beton evlerle tanıştı. İnşaat makinalarının gürültüleri arasında, evinin yapılmasına seyirci kalan insan, köklerinden iyice uzaklaştı.

Evlerde doğan bebek sayısı neredeyse yok denecek kadar azaldı, çoğu yeni yaşam, hastane odalarında, hastane kokusuyla başladı. Bebeğin düşen göbek bağı, ailesinin inanışına göre ya çöpe atıldı ya da evlerden uzaklara gömüldü. İnsan bedeni ve ruhu aradığı ev ruhunu zaman geçtikçe unuttu. Yabancılaşma başladı. Bu sürede kendine de yabancılaştığını fark edemez oldu. Son yıllarda, tüketen toplumun, tükettiği bir malzemeye dönüşen evler maketlerden seçildi. Uzun yıllar kredisini ödeyeceğimiz, çok tasarımlı evleri, borcu bitmeden sahiplenemez olduk. Teknolojik evler döneminin insan varlığı üzerindeki etkilerini ise merak etmemek mümkün değil.

Psikoloji, felsefe, sosyoloji ve tarih alanları ev kavramı ve insan birlikteliği hakkında çok disiplinli sorgulamalarda bulunmuşlar. Pek çok yazar mekân olarak evi seçerken, evin tavan arasından mahzenine kadar her bölmesini imgeledi, metafor olarak kullandı. Yazar Henry Miller şöyle ifade ediyor; “ ‘ev’, bir nesne olarak algılanmanın yerine sürekli içinde bulunduğumuz bir süreç olarak algılanabilir.”(2) Buradan, ev diye geçip gittiğimiz mekânların geçmiş ve gelecek için yol gösterici olduğu yorumunu rahatlıkla yapabiliyorum. Şimdi duralım ve evlerimize şöyle tekrar bir bakalım. Duvarları, odaları, pencereleri, kapıları ve çatısı üzerine tek tek düşünelim. Sıkça “Dört duvar arasında” diye hayıflandığımız ev duvarları, içerisi ile dışarısı arasındaki sınırlarımızı belirliyor, dış etkenlere karşı bir kalkan oluyor. Yatak odalarımız ve banyo bölmeleri her bir aile bireyimizin mahremiyet ihtiyacını sağlıyor. Başka bir duvar oturma odası kavramını getiriyor. Aile olarak bir arada nerede vakit geçireceğimizi belirliyor. Çocuk için yapılan ayrı bir odanın, onun bireysel gelişimine katkısı ise yadsınamaz. Dışarının uzantısı pencere ve kapıların, dışarısı ile bağ kurmaya olan ihtiyacımızı karşılamasını görmezden gelemeyiz. Işık ve havaya olan gereksinimi karşılamasının yanında, dışardan gelen, istediğimiz ya da istemediğimiz insanların ya da şeylerin kontrolünü sağlayabilmemiz de onlar sayesinde oluyor. Bizi, yukarıdan gelebilecek rüzgâr, yağmur, kar gibi iklim olaylarına ve daha pek çok tehlikeye karşı koruma altına alan, genellikle unutulan, uçsuz bucaksız gökyüzüne bir nevi kafa tutan tek sınırın çatılar olduğu gerçeğini atlamamak gerek. Her biri farklı görevde ustalaşmış, bize hizmet eden yapı taşlarımız olan hücrelerimizle, evlerimiz arasında bağ kurmam umarım abartılı olmaz.

Öte yandan, pandemi öncesi ileri teknoloji ve tüketen toplum kavramlarıyla mutluluk bir zorunlulukmuş gibi hepimize dayatıldı. Kentli, insanlar olarak çoğumuz mutluluğun bahçeli, şehirden uzakta, sessiz, sakin yaşam alanlarında saklandığını düşünmeye başladık. Satın aldığımız ya da kiraladığımız yazlık evlerle geçici yaşam alanları kurarken, hayatı yazlık ve kışlık olarak ayırdık. Aidiyet duygumuzu tamamen arafta bıraktık. Bunları yaşarken bilinç dışımızı da mevsimlik evlerimize taşıyabildik mi? Bugün ise durum biraz daha değişti. Beton evlerimizde ruhumuz nefes alamaz hale gelince toprağa olan, ihtiyacımız arttı. Belirsizlik içindeki durumdan kurtulmanın tek yolunun sakin, sessiz bir yerde, belki büyük şehirlerin dışında ama gidip gelmesi de kolay olan civar kasabalarda bahçeli bir ev olabileceğini düşünmeye başladık. Yerleşik hayata geçeli belki yüzyıllar oldu ama hâlâ göçebe ruhumuzu dizginleyemediğimiz de bir gerçek. Geldiğimiz noktada, koca mekanları içine sığdırdığımız ama ruhlarımızı sığdıramadığımız hücre evlerimizde bugüne kadarki benle(bizle) yüz yüze kalmanın yıkıcı etkisiyle karşılaşmış olma ihtimalimiz yadsınamaz. Doğamız gereği sosyal bir canlıyken, bu sosyalliğimizin elimizden alınmış olmasıyla zihnimizin bir panik yaşadığı da olası. Sinir, anksiyete, gerginlik ve umutsuzluk gibi durumlar ya ortaya çıktı ya da var olanlar tamamen ileri seviyeye taşındı. Tüm bu bulguların, hücrede belli bir süre tutulan mahkûmlarda da görüldüğünü ifade eden çalışmalar olduğunu belirtmeden geçmek istemiyorum. Sadece insan olarak bizler değil, mekan olarak “evlerimiz” de bir dönüşüm içinde. Bugünün “hücre evlerinde” düşünme ile şekil alan zihnimizin, daha adil eylemlerle yaşama dahil olması ise en büyük dileğimdir.  

Özlem Budak