O sabah yorgun bedenim, kendini taşımakta zorlanan ayaklarımın üzerinde yığıntı halinde duruyordu. Kafamın içinde, güne dair olacakların belirsizliğini koruyan soru ve cevaplar vardı. Başkalarının bakınca güzel ya da çirkin olarak nitelendirdikleri suretlerin hepsi, bana canavar olarak görünürken ne yapmam gerektiğini bilmeden ilerlediğim o kaldırımda, içimde bir sıkıntı, kendini unutan benliğimin fısıltıları ile savrularak yürüyordum. “Nereye belirsiz ilerliyorsun ki, ne bu farklı olma çabaları, bildiğin işe yetişmeye çalışıyorsun işte, düzgün bir kıyafet bile giyemedin!” Bir yandan içten içe kendimi azarlıyor, bir yandan da hâlâ havalı bir şekilde yürümeye çalışıyordum. İçimde roman kahramanı yoktu. “Ne bu iz bırakma çabaları, neyin rüzgârından geçiyorsun kızım sen?” cümlesiyle yükseliyor, edebiyat parçalamaya çalışsam da yanından geçtiğim arabaların aynalarına bakınca, o bet suretimden başkasını göremiyordum. Geceleri uyumak bilmez, sabah yataktan kalkmak bilmez bir beden ve sonra da kendi iç dünyasında kendine hava atarak, bir de sır dünyasının kapılarını açar gibi buğulu havalar yaratmalar, aslında tam bana göreydi. Ezik dünyamın prensesi bendim. Hızlı adımlarla servisin beni alacağı yere doğru geldiğimde minibüs, sokağın köşesinden, caddeye doğru dönüyordu. İçim, bana içini dökmeye başladı.
“Bediacım, saati yediye kurmuştun ama sen yedi buçukta kalktın. Akşamdan kıyafetlerini hazırlamadığına göre giymen gerekenleri bilmiyorsun. Geceden banyo yapmaya üşendiğinden yarım saatlik gecikmene biraz daha ekledin. Ah! Acaba o yarım saatlik zaman dilimi banyo için miydi? Geceden aldığın kararları söylüyorum.
-Erken kalk
-Banyo ve makyaj yap
-Mutlaka elbise giy. Altına güzel bir topuklu ayakkabı…”
“Yedi buçukta kalktın. Banyonu yaptın, makyaj çantanı aldın, iş yerinde makyaj yapacaksın! Pisliğin teki olduğundan geceden fırçalamadığın dişlerini de fırçaladın. Aaaa! Bedia tırnakların ne kadar uzamış. Kuaföre mi gitsen! Geç kaldın Bedia! Kedinin mamasını ver, akşama kadar ölmesin açlıktan. Kıyafet seçecek zaman kalmadı. Dün giydiğin kumaş pantolon ne güzel göz kırpıyor sana, üstüne de bir gömlek. Spor ayakkabı da sırıtmaz. Bir sonraki aşama neydi? Koş Bedia koş! Gece koltukta yediğin çekirdekler ve cipsler sabah sana “Günaydın” dedi, duydun mu? Midenden boğazına kadar alevli selam atıyor. Senin bunu bastırman gerek. Gir ve şu üçüncü sınıf pastaneden bol yağlı bir poğaça al. Ateşine bir benzin de sen at. Yerken koşmalısın, servis kaçacak. Ahh Bedia! Servis gitti. Otobüse yetişmen gerekli şimdi, koş Bedia koş! Durakta az kişi var. En azından oturarak gitme fırsatın var.”
Kendimle hasbihalim bitince durağa gelmiş olduğumu anladım. Sabah saatleri otobüsler daha sık çalıştığından durakta çok beklemedim. Uzaktan bineceğim otobüsün numarasını seçince ön kapının denk geleceği yere doğru geçtim. Emindim, bu sefer oturacaktım. Durakta hanım hanımcık duran, sülün kılıklı, mini elbiseli kadının, yanaklarındaki allığı şeftaliden rol çalıyordu. Dudaklarına kan kırmızı görünümü veren ruju, kibar kibar bekleyen kadına şeytani bir güzellik katmıştı. Çaktırmadan bu hatunu kesiyordum. Ayakkabıları, hep heves edip giymekten çekindiğim zariflikte, incecik topukluydu; göze çarpan mor rengiyle aklımı başımdan almıştı. Otobüs durağa yaklaştı ve bir anda karmaşaya dönüşen durağın içi, son nefesimi vermeme sebep oluyordu. Otobüsün kapılarını açmasıyla sabah kâbuslarına başlangıç düdüğü çaldı. Dudakları şeytani kırmızı kadın, ayağındaki incecik topuklu ayakkabılarına aldırmadan uzun mesafe koşan bir atlet çevikliği ile kapıya atladı. Topuklarıyla, en sevdiğim spor ayakkabımın ucunu delmeyi başardı. O dilberi, bu eyleminden sonra hafifçe geri itelemem gerekti. Keşke yenmem gereken sadece bu dilber olsaydı.
Durakta oturan tonton dede bir canavara dönüştü. Onu durağın içinde ayakta gördüğüm ilk anda, orada oturan genç adama kızmış, bastonuyla ayakta duran şu yaşlıca adamı nasıl görmezsin, diyerek suratına böğürmüştüm. İnsanlık namına değil, benim korkumdan kalkıp yer vermişti. Ağzının içinde döndürdüğü lafları anlamamış, daha fazla sinirlenmek istemediğimden sormamıştım. Tonton dede, beyaz sakalı, nurlu yüzü, yeşil gözleriyle sabahın ilk ışıklarında daha da aydınlık gelmişti. Onu gördüğümde sıcak bir sabaha uyanmışım gibi hissetmiştim. Toplu taşımanın onu bir Hulk’a dönüştüreceğini bilemezdim. Otobüse bineceğimiz anda, onu, öne doğru almaya çalışırken bastonunun tutma kısmına bir çengel görevi verip, basamağa koyduğum ayağıma çelme taktı. Düştüğüm anda, beni merdiven basamağı gibi görmüş olmalı ki üstüme basarak bindi. Haklıydı tabii canım, neden saygısızlık etmiştim ki, ona yol vermeliydim! Görselime, delinen ayakkabı sonrası dizleri ezilmiş bir pantolon eklemiştim. Beni kaldıracağını sandığım genç adamın, ayak ucuyla itelemesi bu olanların üzerine tuz biber ekmişti. O da haklıydı. Sabahın köründe yüzüne pis nefesini vererek haykıran bu kadın, daha iyisini hak etmiyordu. Genç adamın mır mır konuşarak ağzının içinde gevelediği kelimeler ise basamak şeklini aldığımda tık tık belime basarak içeri girdi ve otobüsün derinliklerine doğru yol aldı. Hayal âlemine böylelikle adım attım. Kelimeler gövdelenip üzerime yürüdü.
Aman Yarabbim! Bu gelen otobüs değil de acaba devasa bir elektrik süpürgesi miydi? Toz zerreciklerini önce çekti. Ben sona kaldım çünkü tüm küçük pisliklerin altında ben vardım, kocaman bir parça Bedia. Zor bela otobüse bindim, bu sefer de iç sesim beni rahat bırakmadı. Kafamın içinden kulaklarıma üflercesine seslenmeye başladı. “İyi tutun diyeceğim ama sarıp sarmalayan orta yaşlı abi, seni düşmemen için kolluyor fark ettin mi? Kavramış arkandan… Mis gibi pastırma kokusu, geçen gün kokan sucuktan sonra daha bir hoş geldi değil mi? Ehhh, kaç gündür servisi kaçırmıyordun. Özlemiştir abi seni. Kaçıl kaçıl, kurtar kendini Bedia!” Hiç sekmeyen taciz yine bedenimde filizlenmeye başladı. “Yaşlı ve güzel kadınlara yer verilirken, vasat Bedia tabii ayakta dursundu.” Bu tacizin hedefi her seferinde neden ben oluyordum? Belki de etrafıma kördüm. Şimdi bağırsam, ‘Bu adam üstüme çıkacak!’ desem. Yapmadın mı sanki Bedia? En son hınca hınç otobüsün içinde zorla şoförün yanına ulaşıp derdini anlattığında, ‘Hadi bacım hadi, bana şimdi ceza yazdırma, gecikiyorum!’ dememiş miydi? Sen nasıl el âlemin ekmek parasıyla oynarsın. Haddini bil Bedia, haddini bil!”
“Bak, bastonlu amca sana nasıl sırıtıyor. Bir gün sorsana ona ‘Amca nereye?’ Ben onun yerine cevap vereyim sana ‘Boş boş gezmek be evladım!’ Benim fikrimi sorarsan verdiği bilet paralarının karşılığını çıkarmak. Yıllarca işe giderken çektiği eziyetlerin intikamını almak. Bedava yolculuk hazzı… Gençlere bastonlu savunma. Evde bıraktığı karısı, ondan kurtulduğu için çok mutludur. Baksana yüzündeki hırsa…”
Kendime geldiğimde ineceğim durağı kaçırmak üzereydim. İçimden bir canavar “Bas, bas, düğmeye bas!” diyordu. Basacak kadar yakın değildim. Son nefesimi vermeden bir hamle yapıp “Düğmeye basar mısınız lütfen? Orta kapı lütfen! Pardon, geçebilir miyim?” cümlelerini hızla tekrar ederek kapıya doğru gelmiş, tam iniyordum ki, son darbe şoförden geldi ve ben inmeden kapıyı kapadı. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum, “Şoför bey, kaptan, hocam, hoopp, kapıyı açın, sıkıştım, çantam kaldı!” O anda kendimi “İffet” kadar savunmasız hissettim. Şoförün fark edip kapıyı açmasıyla bir kez daha savrulup yere kapaklandım. O sırada içimdeki canavar harekete geçti. Ne diyordu, “Koş Bedia koş – Run forrest run” bağırarak kendi kendime söylüyordum artık.
İş yerine yaklaşmış, kimselere görünmeden asansöre binme hayallerini kurarken, çantamı küçük bir kurcalama sonrasında giriş kartımı unuttuğumu fark ettim. Başımın püsküllüsü içimdeki yaratık atağa geçti. “Kız Bedia duydun mu? Otobüs sana karşılık verdi. ‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sayın yolcusu Bedia Candan, bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Tekrar bekleriz. Sonraki seyahatimizde yine heyecan, hırs, baston, ter ve taciz mevcut olacaktır. Saygılarımızla!’ Hadi hayırlı olsun. Kendinden sonra otobüsle de konuşur oldun. Bediacım, çılgın kızım, unutkan prenses bil bakalım ne eksik? Evet, giriş kartın! Git bakalım güvenliğe girişini yapsınlar. Kâmil Bey, seni candan bir şekilde karşıladı. Duydun mu sana ne güzel iltifat ediyor? Nasıl duymazsın? Sana, savsak salak, dedi. Az bile dedi.”
Güvenlikle küçük bir mücadele sonrası içeri girmeye hazırlanırken, sağ tarafıma Selin geldi. Aslında Selin yanıma gelmeden kokusu geldi. Yasemin çiçekleri… Ah babacığım, canım, ne çok severdi yasemin çiçeklerini, her sabah vazoya bir demet koyardı. Bizim evde yasemin kokusu çalındı mı burnumuza, yataktan kalkma vaktinin geldiğini anlardık. Bu kadın, sevdiğim anılarımın kokusuna sahipti. Sadece bu sebepten dolayı ondan nefret edebilirdim. Anılarımın tokadıyla aynı anda binaya giriş yaptık ve ben içimdeki ezikle dedikoduya başladım.
“Bak yanına geldi Selin. Ohhh! Giyinmiş şık şıkırdım. Aman yarabbi! Apartman topuklarının üstünde kuğu gibi süzülüyor. Sen kumaş pantolon altına spor ayakkabı giyip gelmişsin. Cool olacakmış. Nereye cool oluyorsun ben anlamıyorum ki. Ah yarabbi! O mor ruj… Sanırsın ki tüm sümbüller rengiyle Selin’in dudaklarından geçmiş! Ahh Bedia ahh! İsmin bile sandık kokuyor, sen nasıl Selin ile aşık atabilirsin ki! Ayyy bunaldım kendimden, kendime daraldım! Kızım, Selin senin düşmanın, nedir bu hayranlık? Kız geleli altı ay oldu. Senin terfini aldı. Alır ne şan, ne ihtişam… Bir garip Bedia. Bu hayatta ezik kaldın. Neye el attıysan elinde kaldı. Koş koş yetişirsin. Aç kapısını Selin’in, bir üste daha terfi ederse belki yerine seni önerir.”
-Günaydın Selin Hanım,
-Günaydın!
Asansörde sessizce katımıza çıktık. Kimseyle göz göze gelmek istemediğimden başım eğik, hızlıca masama doğru ilerledim. Günlük planlarımı hazırlamam gerekliydi, bilgisayarımı açtım.
Kahve almaya mutfağa gittiğimde içeride kimse yoktu. Birileriyle -günaydınlaşmak- zorunda kalmadığıma sevindim. Kendimle atışmaya başladım. Beni oldukça zorluyor, kendimle hesaplaşmaya çağırıyordu.
“Günağğyyydııınn! O ne öyle! Bir hava! Zannedersin patron! Sendeki neydi Bediacım? Günağğğyydııın Selin Hanım, bir de üstüne kapı açmalar. Sen tam bir salaksın Bedia. Bırak asansöre kendi girsin, hatta kapıyı bir defa da o açsın. Sanki seni görüyor. Elinde telefon, kim bilir kimle ne mesajlar… Sana da marketlerden indirim mesajları. Bak bakalım mesajlarına cipsler indirime girmiş mi? Sevgi nasıl koştu Selin’in yanına. Görmedin mi? Yok canım, inanmam! Şahin gibi gözlerinle sen her şeyi görürsün. Bana ‘Nerede kaldın Bedia?’, Ona ‘Hoş geldiniz Selin Hanım’.”
Bir anda mutfağa Mert girdi. Onu görünce başımın dönmesinden Dünya’nın döndüğüne inanıyordum. Acaba Kemal ya da Murat girmiş olsa böyle etkilenir miydim? Senin son zamanlarda her erkeğe başın döner oldu. Sevgisiz Bedia!
-Günaydın Mert
– …… ?
– Mert günaydın.
– He, sana da!
Mert’in beni umursamayan haline dayanamıyordum. “Görmeseydin Mert, fark etmeseydin, ses bile çıkarmasaydın.” Bazen gerçekten görünmediğimi zannediyordum. Kimse beni fark etmiyordu. Acaba gözleri, bedenime mi yoksa varlığıma mı körleşiyordu?”
“Bediacım, sen kendi varlığını, kendin kabul etmiyorsun, başkalarından nasıl beklersin ki bunu? Ne demek şimdi bu? Ben kendimin farkında değil miyim sanki? Sen kendini hiç görmüyor musun? Sen ben değil misin ki fark edemeyesin? Anlatsana bana beni, nerelerde fark edilmiyorum?” İç sesim resmen tüm hayatımı, tokatlayarak yüzüme vuruyordu. Kendime kendimi anlatır oldum. Kimseyle konuşamıyor, dertleşemiyordum.
Arada unutkanlıklarım olmasa… Aslında tüm unutkanlıklarım ya da sarsaklıklarım, şahsi hayatımın içindeydi, bunu hiçbir zaman işime yansıtmadım. İşimde her zaman düzenliydim. Büyük bir disiplinle tüm görevlerimi zamanında yapar; ihtiyaç duyulan, her işi başaran eleman görevini, layığıyla yerine getirirdim. Neden bunun kıymeti yoktu bilemiyorum. “Çalışkan bir elemanı her zaman bulabiliriz,” diye mi düşünüyorlardı? Selin’den önceki müdürümüz Tahir Bey, emekliye ayrılmadan bir sabah beni yanına çağırmış ve gideceğini ilk bana söylemişti. Onunla birlikte iken çalışmaktan zevk alıyordum. Takdir edilme isteğimi her zaman başarıyla yerine getiriyordu. O gün bana “Ben ayrıldıktan sonra yerime geçebilecek kişi olarak seni önereceğim, uzun zamandır buradasın, tüm işlere hâkimsin ve başarılısın,” demişti. Onun gidişi ve Selin’in müdür oluşuyla güzel ve dikkat çekici olmayışımın bu kadar yüzüme vurulacağını hayal bile etmemiştim. Selin, iyi eğitimler almış, akıllı bir kadındı. Tek eksiği bu sektörde ilk kez çalışıyor olmasıydı. Hepsi erkeklerden oluşan üst yönetim kurulunun ortak kararıyla güzellik kazanmıştı. Genel müdür, onun müdürlüğünü ilan ederken “Selin Hanım, altı ayda çok yol aldı. Kısa zamanda bu sektöre dair eksiklerini kapatacaktır. Başarılı bir müdür olacağından eminim,” diyerek bundan sonra söylenecek her sözü engellemiş, hepimizin ağzına bir fermuar çekmişti.
Mutfakta kahve yapmaya çabalarken iç sesim, attığı tokatları yeterli görmemiş, beni konuşa konuşa içten bitirmeye çalışıyordu. “Bu kadar çabaya rağmen senin çalışkanlığını nasıl görmezler, bilemiyorum. Haklısın, sen bile kendine inanmazken onlar nasıl inansın. Şimdi kalk. Kahveni yap ve işinin başına geç. Birazdan Selin Hanım arayıp dosyaları isteyecek. Sen de tüm ezikliğinle onun işini yapmış olmanın gururunu kuru bir ‘Thanks,’ ile alacaksın. Sen başarılı bir iş kadınısın Bedia! Kendi varlığında ezilmiş olmak tek kusurun.”
Kahvemi yapıp masama geçtim. İşleri toparladım. Selin Hanım’a teslim ettim. O da sanki günlerce uğraşıp, kendini heba etmiş bir çalışan havasıyla alıp, toplantı odasına gitti. Bingo! İşi almıştık çünkü Selin Hanım oldukça başarılı bir sunum dosyası hazırlamıştı. “Muhteşemdiniz, kısa zamanda işe hâkim olacağınızı biliyordum. Zekice hazırlanmış bir dosyaydı.” Genel müdür, ağzının sularını akıta akıta kahkahalarla Selin’e bu övgü dolu sözleri söylüyordu. Bu sözleri ben de kendime alıyordum. Kaymağını o yemiş olsa bile o övgüler bana aitti ve hak ettiğim sözleri duyuyordum. O anda bilgisayarın kararmış ekranında kendimle göz göze geldim. Orada ben değil de sanki kızgın bir canavar olan Bedia vardı. Birden ekrandaki suretim bana bağırmaya başladı. “Sen sırıtmaya devam et, koltukların kabarsın ama bak geldi öğlen arası. Genel müdür ve tayfası; Selin’i de almış, o senin kapısından dahi adım atamadığın restoranda yemeğe gidiyor. Herkes gidiyor bir yerlere, seni çağıran yok!”
O an, bu yaşamın bana zor geldiğini fark ettim. Aslında uzun zamandır farkındaydım ve bu durumu görmezden geliyordum. Görmüyor! Duymuyor! Fark etmiyorlardı! Kendime yazdığım mektuplar bile artık bana çare olmuyordu. Faydam yoktu, belki de vardı ama bunu kimse umursamıyordu. İş yerinde sadece bir mürekkep lekesiydim. Kalemin ucunda iken işe yarıyordum. Diğer zamanlarda orada hep duran, silsen dahi geçmeyen rahatsız edici bir izdim. Belki de kocaman bir iz…
Artık karar verme vakti gelmişti. Uzun zamandır düşüncelerimde sadece intihar vardı. Ah ablacığım, en çok seni düşünüyordum. Babam göçüp giderken ona olan sorumluluğumu kendiyle toprağa gömmüştü. Annem, babamın senesi dolmadan evlendiği o adama hayatını adamış, seni ve beni çoktan unutmuştu. Annemin bizi yüzüstü bırakışını ikimiz de biliyor ama birbirimize itiraf edemiyorduk. Bildiğin bir hakikati başka birinin sana söylemesi… İşte o zaman gerçekleşiyordu. Bir gece kendimle kavga halindeyken bunu acı bir itiraf olarak haykırdım. Bunu bana sen yapamazdın biliyorum, senin incinecek küçük kardeşinim. Sana söylüyorum ki beni biraz daha anla istedim. O gün artık bu intihar kararımı gerçekleştirme günümdü. İş yerinden değil hayattan istifa edecektim. Seni yalnız bırakmaktaki korkumun tesellisi, o güzelim üç çocuğun ve dünyadaki en iyi adam olan kocandı. Uzun zaman önce sana bir mektup yazıp, bunu evimde masamın en görünür yerine koymuştum. O gün varlığımı bulmam gerekti ve şirkettekilere bir mektup yazdım.
Önce genel müdürüme, sonra Selin’e, ardından Mert’e, sırayla canımı yakan kişilere birer cümle ile nefretimi kustum. Genel müdüre “Selin’le yatıyor musunuz? Yoksa onun size âşık olma ihtimaliyle mi bu göreve geldi?” yazdım. Selin’e ise “İşimi çalan bir kaltaktan başkası değilsin!” dedim. Mert’e “Şerefsiz!” demek keyifli bir andı. Sonra birlikte çalışmak zorunda olduğum herkese; aptal, pislik, salak, düzensiz gibi layık oldukları küçük sürpriz kelimeler bıraktım. Aslında o sabah mutfağa giren başkası olsaydı, şerefsiz damgasını o alacaktı. Öğle arası, bir saat olmasına rağmen tüm çalışanlar son on beş dakikayı, şirkette dinlenme alanı olarak belirlenmiş o rahat koltuklarda kahve içerek geçirirdi. Ben de bu anı kollamıştım. Mektubu Selin’in masasına koydum. Herkesin kahve keyfine bir acılık katmak istiyordum.
Bizim şirket sahibi dekorasyona önem veren biriydi. Giriş kata kocaman bir süs havuzu yaptırıp binanın her katını balkon görünümünde dizayn etmiş, ortayı boş bırakmıştı. Binanın tavanından tabanına havuz büyüklüğünde bir açıklık vardı. Amacım en üst kattan atlayıp o havuza düşüp, parçalanan bedenimden akan kanların kırmızıya boyadığı suyu onlara izletmekti. Bana acı verse de onlar için korkunç olacak, hafızalarından silinmeyecek ve her baktıklarında beni hatırlayacaklardı. Bunu düşündükçe mutlu oluyordum.
Onuncu kata çıktım, derin bir nefes alıp, kendimi aşağıya bırakacakken ayağım takıldı, halbuki ben kuğu gibi süzülmeyi hayal ediyordum. Ahh abla, sen hep bana koca kafa dersin ya, o gün o koca kafalığıma lanet ettim. Ayağımın takılmasıyla kafam, bedenime resmen hükmetti ve ağırlığı ile bana takla attırıp bir alt kata düşürdü. Atlarken artistlik pozlar verip “Hepinizden nefret ediyorum, pisliğinizde ve şirketinizde boğulun!” diye haykırmayı hayal ederken “Hepi…” diyerek cümlemi tamamlayamadan dokuzuncu kata sere serpe yattım. Kafamı yana çevirdim. Gözlerim açık insanları izliyordum ama bedenimin ağrısı kıpırdamama izin vermiyordu. Bir an burnuma yasemin kokusu geldi.
İçimdeki yaratık bana kahkahalarla gülmeye başladı. Hem gülüyor hem de “Ah Bedia ah! Ölmeyi bile beceremiyorsun,” diyordu. Ölmeyi beceremedim ama içimdeki canavarla barıştım. Yasemin kokusu boşuna düşmemişti burnuma. Bir yandan da yere yapışık olan kulağıma, ince ince, deniz kabuklarının içinden gelen uğultunun derinliğinde, tık tık tık yürüyüş sesleri geliyordu. Ardında daha tok bir ses! Selin önce dimdik karşımda durdu. Bir an bana acıdığını düşündüm. Yanılmışım. Kahve molası öncesi odasına uğramış olacak ki elinde benim mektubumu gördüm. Ayağıyla beni dürterken, bir yandan masasına bıraktığım beyaz kâğıdı sallıyordu. Öyle bir sallıyordu ki abla, yazdığım her küfür içinden kayıp kafama düşüyor, alnımdan kayıp yüzümde çizik çizik yaralar açıyordu. Ayağıyla dürtmeye devam ederken “Acaba benim ölmüş olmamı mı diledi?” diye aklımdan geçiriyordum, yere eğildi. Göz göze geldik. Gözlerinin içinde çoğalan alevleri görebiliyordum. Kâğıdı gözüme sokarcasına uzattı. Pis bir sırıtışla “İst…” diyebildi. Ardından koca adımlarla gelen genel müdür Selin’i bir kenara itip“İstifanı yaz!” dedi. Ortalığı önce ufak sırıtışlar, ardından kocaman kahkahalarda doldurdum. Genel müdürün yanında Selin de bir hiçti. Herkes bu düzenin kuklasıydı. Gönül rahatlığıyla istifa edebilirdim.
Zeynep Pınarbaşı
Ne güzel öykü, içine çekip kendi alemine götürüyor.
BeğenBeğen
Teşekkür ederim 😻
BeğenBeğen