Arkadaşlarla kafede oturuyoruz. Baharın habercisi ılık bir hava var Kızlı erkekli altı yedi kişilik bir grubuz, bir şeyler içiyor bir yandan da konuşuyoruz. Bazen de sayımız onu buluyor. Hararetli konuşmalarımızın ardı arkası kesilmiyor, sınırsız hayal gücümüzle yeni şeyler yapma telaşındayız. Hepimiz farklı yerlerde okuyor ya da çalışıyoruz ama bizi ortaklaştıran tiyatro aşkımız. Bir de mobil telefonlara mesafeli yaklaşımımız, özellikle bir aradayken gerekli olmadıkça telefonla ilgilenmiyoruz. Ama etkinlik duyurusu ya da farklı bir durum için ortak karar alındığında hepimiz telefonlara kilitlenebiliyoruz da.
Bu günlerden birinde gruba yeni biri katıldı, Uzay’ın arkadaşı. Onun bir trapezci olduğunu ve adını duyduğumda gerçek olduğuna kendimi inandırmak için kolumu çimdikledim. Hayretimi ve sevincimi görünce gülmeye başladı, sıcak kanlı samimi bir genç kadındı. İsmi Neptün. Heyecanla sirklere ve hele de trapezcilere olan hayranlığımı söyledim. Çocukken hemen hepimizin gitmiş olabileceği sirk dünyası birden zihnimde canlandı. Trapezci genç kadınların görütüleri de. En göz kamaştıran trapezcinin adı da Neptün’dü.
Kocaman ve göz alıcı renklerden seçilmiş brandadan çadırın girişine adımınızı attığınız andan itibaren bir başka dünyada olduğunuzu bilirsiniz. Okuldaki tek bir damla tozu göz ardı etmeyen hademenin titizliğini hatırlatan tertemiz sıralarda yan yana oturup beklersiniz. Sirk dünyasının kahramanlarının tek tek sahnede seyircileri selamlaması ile başlar gösteri. İlk önce sahneye dağılan palyaçoların bir başka alemden geldiklerini işaret eden rengarenk fırfırlı giysileri, kocaman süslü teknelere batıp yan yatmış ayakları ve ağır bir ahenkle çevirdikleri başlarının iki yanındaki boyalı yaydan kaşları, yüzlerinin ortasına oturtulmuş potin burunları ve daima gülen kocaman ağızlarını şaşkınlıkla incelerken, bir de bakarsınız ki kollarının fırfırlarının arasından bozuk paralar, iyice parlatılmış kıpkırmızı elmalar ve lastik toplar bir görünüp, bir kayboluyorlar. Hatta bu bozuk paraların bazıları kulağın arkasına da saklanmış olsa derhal bir parmak şıklamasıyla avuç içine alınıyorlar. Şaşkınlık ve hayranlıkla gözlerinizi hiç ayırmadan tüm hareketlerini izliyorsunuz. Nasıl sihir yaptıklarını görüp öğrenmek ister gibi. Her biri tek tek hünerlerini sergiledikten sonra çadırın farklı bölümlerinde oturan seyircilerin önünde eğilip selam veriyorlar. Palyaçolar selam verip sahneyi terk ettiklerinde, onları yolcu eden alkışlarınız kafesleri içinde görkemli ve huzursuz aslanların kükreyişlerine aldırmayan uzun bacaklı rengarenk kostümlü yarı çıplak, göz alıcı genç kadın terbiyecilerini karşılıyor. Bu arada özellikle onlar için bestelenmişçesine müzik de bu sahnelerdeki hareketlere eşlik ediyor, zihninizi ve kalbinizi de büyülüyor. Göz alıcı aslan terbiyecileri şaklattıkları kırbacın uysallaştırdığı aslanları kafeslerinden çıkarıp pistte ahenkle yürütüyorlar. Siz de sirktekilerden biri olmak istediniz mi? Ben istedim ama palyaço ya da aslan terbiyecisi olarak değil. Birazdan verilecek aradan sonra gösterinin yıldızları olarak sonlara doğru sahneye çıkacak parlak giysili güzel trapezcilerden biri olarak. Neptün gibi.
İşte şimdi karşımdaydı. Sahnedeki görüntüsünün tersine bol bir pantalon ve gene bol kesimli bir tunik giymişti. Yüzünde çok hafif bir makyaj vardı. Sahnedeki o pırıl pırıl kostümlü göz alıcı kadınla hiç ilgisi olmadığını göstermek ister gibiydi. Son derece sade görünüşlü hatta sıradan diyebileceğiniz bir genç kadın. Gerçek adının sahne adıyla aynı olması gösteri dünyasında sık rastlanan bir şey değildi ama sahnedeki göz alıcı yetenekli olağanüstü Neptün’ün karşımdaki koltukta oturan gerçeküstü Neptün’le tek ortak yanı da adıydı. Tiyatro kürsüsündeki ortak arkadaşlarımızın bir ay sonraki oyununda onun da rolü olduğunu öğrendim. Ben grubun yazma ekibindeydim. Yoğunlaşan prova sürecinde geceli gündüzlü bir arada olmaya başlamıştık, yakınlığımız da epey ilerlemişti. Bir arada olduğumuz zamanlarda grup içindeki tartışmalarda ayrı yoldan gitsek de aynı sonda buluşmanın ikimizi de sevindirdiğini göz göze geldiğimizde anlıyorduk. İkimiz de elmalıya bayılıyorduk. O tartı seviyordu hani şu içine dilim dilim yerleştirilmiş elmaların üzeri jöle ile parlatılmış olanı, ben de bol tarçın ve cevizle pişirilmiş elma küpleriyle dolu kafesli olanı. İkimiz de her daim taze demli çayı kahveye tercih ediyorduk. Sahnede gerçekten ulaşılmaz ve olağanüstü güzel bu kadının aslında ufak tefek bedeninin içindeki yüreğinde, cesaretin yanı sıra müthiş bir edebiyat aşkına da yer açmaya çalıştığını öğrenince biraz şaşırdım, galiba kıskandım. Ona, sirkteki trapezcinin ipin üzerindeki hünerlerini göstermesi tekrara bağlıysa, yazarın da yaşam yolculuğundaki keşiflerini sergilemesi aynı şekilde tekrara bağlı basit bir “an” ya da belli “anları” sabitleyip zihinlerde bir görüntü yaratma deneyi olabilir mi diye sordum.
– Belki tam da öyledir.
diye cevap verince hızımı alamayıp devam ettim: Yazmak belki de yapamadıklarımıza daha doğrusu eyleme geçiremediklerimize inat sözcüklere sığınmak olabilir mi? Yaşamı bir keşif yolculuğu içinde seyreden bir kaşif olarak algıladığımızda, her gün birbirinin aynı ama aynı anda birbirinden farklı deneyimlerle ilerlemekse, yazmak da yaşarken kaçırdıklarımızı satırlarda göstermek olabilir mi?
Yazma üzerine bu kadar söz söyledikten sonra ona kendisi gibi trapez dansçısı olmak istediğimi söyledim. İçtenlikle gülümsedi. Bakışlarındaki sarıp teselli eden sıcaklık sonra kuracağı cümlenin etkisini silmek ister gibiydi.
– Biliyor musun, dedi, benim annem babam sirkte kostüm ve dekorasyon işlerine bakarlardı, ben dört yaşında iplere tırmanıp dans etmeye başladım. Çok büyük bir istekle ve severek adeta oyun oynuyormuş gibi trapezci oldum. Tabii vücudumun o yaştaki esnekliği benim işimi çok kolaylaştırdı, şimdi başlamak istesem o kadar kolay olmazdı eminim.
– Evet anlıyorum anlamında başımı salladım.
– Ama artık trapez dansçısı olmak istemiyorum, dedi.
– Ama neden? diye sordum içimde dalga dalga yükselen öfkeyi kontrol etmeye çalışarak. O kadar zahmetsizce ulaştığı adeta avucunun içinde bulduğu trapez dansçılığını giymekten sıkıldığı bir kostüm gibi çıkarıp kenara atabiliyordu. Oysa ben neler vermezdim onun gibi olmak için. Gerçekten çok yetenekliydi ve çok hızlı öğreniyordu.
– Annem ve babam artık orada kalmak istemiyorlar, benim sirkte olmamı ise hiç istemediler. Yeteneğim ve becerimle bu işi bir oyuna çevirmem ve bundan mutlu olmam yıllarca onları sessiz kıldı. Altı ay kadar önce sirkteki aslanları besleyen ve onlara bakan Yasin Amca kafesten parçalanmış bir halde çıkarılabildiğinde tüm sirk çalışanları yasa büründü. Eski arkadaştılar, annemlere bu işi bulan da oydu birbirlerini severlerdi. Bu olay hepimizi çok üzdü. Yetmezmiş gibi bu olaydan iki hafta sonra fillerden biri de gösteri esnasında asıldığı çengelin kopması sonucu düştü ve belini kırıp sakat kaldı. Acı dolu haykırışları kulaklarımdan gitmiyor. Onu iğne ile uyutmak zorunda kaldılar. Gösterinin yıldızlarından burnunun ucundaki topuyla suda izleyicileri büyüleyen numaralar yapan fok da yaşlanınca bir kenarda unutuldu. Üzüntüm haftalarca devam ederken düşündüm ve fark ettim ki belki de çok önce ormandan alınıp kafeslere kondukları anda ölmüşlerdi. Sustuk, ikimizin de gözleri dolmuştu. Neptün’ün bu kadar zorlu ve tekinsiz serüvenini sağ salim sonlandırdığına şükrettim.
İlkokul yıllarında izlediğim bir filmdeki trapezcilerin sirkte en güzel numaralarını her gün farklı izleyicilere sergileme becerisini hayranlıkla izlediğimi hatırlayınca dönüp Neptün’e sordum. En çok alkış alan ve seyirciyi soluksuz bırakan sahnelerden birinde beklenmeyen bir şekilde kendini boşlukta bulan trapezcinin duygusunu çoğumuz yüreğimizde hissetmişizdir. Acaba bir yazarın da aynı o trapezci gibi düşme anını okuyucularına yaşatıp, onların yüreklerinde yer etmesi onu hatırlanan bir yazar yapar mı? Belki de yüreklerde iz bırakan o usta trapezcinin onca hünerine karşın trapezden düşme anını seyircilere gösterme becerisidir gönüllerde taht kurduran. Belki de bir an onları ölüme götürecek sıçrayışın hazzını ilk duyduklarında, aynı anda sonsuzluğun ürpertisini de hissetmişlerdi. Aynı yaşamda kaçırdıklarından duydukları pişmanlığı satırlarında gösteren yazarlar gibi.
Cevap yerine uzanıp kolumu tuttu, “Hadi deniz kenarında yürüyelim biraz, ikimize de iyi gelecek.” dedi. Yolun karşısına geçip aşağıya doğru yürümeye başladık, ufukta güneşin kızıllığı yavaş yavaş yayılıyordu.
Işık Demirtaş
Okurken kendimi sirkte buldum adeta.Dramatik yaşamları, madalyonun diger yüzü olarak çok guzel anlatmışsınız.
Kaleminize sağlık Işık Hanım
BeğenBeğen