İşte herkes gitti, yine bir başınayım. O bildik hüzün, iç sıkıntısı geldi yerleşti içime. Oysa az önce dostlarla birlikteydim, seyrek de görüşsek, az kişi de kalsak hala dar günde aranacaklar listesinin ilk sırasında onlar var. Ne güzel bir akşam geçirdik yine, yıllar öncesine  döndük ve şimdi, el ayak çekilince yine ıssızım.

Ortalığı toplamalıyım, pazar sabahı dağınık bir eve uyanmak istemiyorum. Kirli tabakların üst üste yığıldığı yemek masası, dolu kül tablaları, çoğu boş, kimi yarım bir sürü bardak, bir köşede kala kalmış fotoğraflarımız… İçerisi hâlâ sohbet kokuyor. Az önce şu koltukta oturan ben miydim, sevdiğimiz şarkılara eşlik eden, iyi, şen, sıcak, hep dost ev sahibesi. Şimdiyse çok kötü hissediyorum kendimi, hep o soru aklımda, yanlış mı yaşadım bütün bir hayatı? (Sen şimdi, “Ben yokum diye bu hüznün gözüm” diyeceksin gülerek, ama hatırla, yıllar önce Nevinlerin evindeki o çok güldüğümüz, eğlendiğimiz akşamın ardından da bir ağlama tutmuştu beni ,yüzümü yıkamıştın,“Gözyaşı neşeden hep  daha sahicidir, ağla be gözüm” demiştin, galiba o gece aşık olmuştum sana ben.)

Ah bu bulaşıklar, her şeyi toplamak, makineye koymak öyle zor geliyor ki bana bu gece. Bu gece kendimi daha yaşlı hissediyorum. Dün gece hissettiğim gibi ve ondan önceki gece ve ondan önceki gece…

Yirmili yaşlarımda nasıldım ben? Mücadeleci, her işe koşan, az konuşan, hep gülen, hep sıcak, hep paylaşan. Öyle miydim gerçekten? Bazen bir sisin ardında gibi hatırlıyorum o yaşları, uzak, belirsiz. Yirmili yaşların içimdeki duygusunu ise çok net hatırlıyorum, her günün yeni bir şeye gebe olduğu duygusunu. En olmadık şeylerle karşılaşmaya, en olmadık şeyleri yaşamaya hazırdık hep. Hayallerimizin sınırı yoktu, yaşamı ellerimizle kuracaktık ve hep aynı kalacaktık. (Böyle söyleyince hep dalga geçerdin benimle; “hele bir okulu bitirelim, o zaman anlaşılacak kimin devrimci olduğu gözüm” der dururdun, oysa aynı yaşlardaydık, sen sanki büyümüş de küçülmüş gibiydin, bize geleceklerimizden kötü haberler veren kahin… Böyle demiştim sana bir tartışmada, “hep böyle mi kalacağını sanıyorsun gözüm?” olmuştu yanıtın.)

80’li yıllardı, darbenin soğuk nefesini hep üzerimizde hissediyorduk ama sanki başka türlü bir yaşam kendimize ihanet etmekmiş gibi geliyordu bize. Bir sürü şeyle uğraşıyorduk, dergi çıkarıyor, öğrenci derneklerinde çalışıyor, yemekhane ücretlerinden sınav sistemine varıncaya dek her şey için imza topluyor, yemek boykotları yapıyor, basın açıklamaları düzenliyorduk. Etrafımız sivil polislerle doluydu, ha bire dernekler basılıyor,eylemlerimizde gözaltılar oluyor ama biz yine de, yine de vaz geçmiyorduk. Birbirimize söylemiyorduk ama deli gibi de korkuyorduk. (Peşimde bir siville günlerce dolaştıktan sonra sana söylemiştim çok korktuğumu… “Sadece salaklar korkmaz gözüm” demiştin. Sonra ertesi gün  o sivili İstanbul’da öyle bir dolaştırmıştık ki, neye uğradığını şaşırmıştı adam. Beyazıt’taki otobüs durağından gelişigüzel bir otobüse binmiştik, sonrasında her durakta inip bazen aynı güzergahta, bazen karşı güzergahta başka bir otobüse atlamıştık, onun da peşimizden indiğinden emin oluyorduk her seferinde, bu böyle yarım gün sürüp gitmişti, sonra Çapa durağında indiğimizde sivile, “Gözüm kapıya yakın dursana, çok bekletiyorsun bizi” demiştin, nasıl şaşırmıştı adam ama bir daha da görmemiştik onu.)

Koltukları da kabartsam mı, yoksa yarına mı bıraksam? Bu kadar dağıtmayı nasıl becerdik bu evi, her yer her yerde. Ne geceydi ama!  Önce anılara daldık, sonra tartıştık, sonra türküler söyledik. Her toplantımızda olduğu gibi yirmili yaşlarımız yıllar öncesinden çıkıp geldi, hesap sordu sanki bizden, bu sıkıcı ellliler için mi yaşamıştık o gençliği? Oysa birlikte kurduğumuz düşler ne güzeldi. Yaz kamplarımızda gece ateşin başında toplanır, çok az olan şarabımızı elden ele dolaştırır, hayallerimizi paylaşırdık. Evli, barklı, işinde gücünde insanlar, birbirinin aynı evler, fotokopi ile çoğaltılmış gibi benzer yaşanan hayatlar nasıl da itici gelirdi bize, asla onlar gibi olmayacaktık. (Sen yine dalga geçerdin, “Ne yani, ne yiyip içeceksiniz, kim bakacak size? Hepiniz bir işe girip çalışacaksınız, bana güvenmeyin” derdin. Durumu en iyi olan sendin aramızda.)

Oysa o hayatların bir benzerini yaşıyoruz şimdi. O güzel bahardan sonra bu uzun sonbahar…

Kül tablalarını da boşaltmalı. Beş paket bitti galiba. Gören bu gece bu evde çok önemli planlar yapılmış sanır. Tartışmada haklı çıkmak için alıntı yapılan kitaplar dağılmış dört yana, dergilerini unutmuş birisi, notlar alınmış kağıtlar neredeyse her yerde. Dönüp dönüp aynı şeyleri tartışıyoruz çoğu zaman, tek tip dernek yasasına karşı çıktığımız o büyük eylemi ne çok konuştuk bu gece. Kadir ile Ali az daha kavga ediyordu, tıpkı yıllar önce eylem değerlendirmesi yaptığımız gün birbirlerine girdikleri gibi kapıştılar, zor  yatıştırdım ikisini de. (O gün açılmıştın bana, hatırlıyor musun? Toplantıdan sonra, “Hadi Köprüaltına gidelim” demiştin, ilk kez ikimiz yanımızda kimseler olmadan birer bira içmiştik. Seni ilk kez o kadar gergin görmüştüm;  “Gözüm, ya bak nasıl denir bilmiyorum ama ben aşık oldum galiba sana?” demiştin. Ah ne sevinmiştim, havalara uçmuştum da hissettirmemiştim sana, gözlerimi elimdeki biradan kaldırıp gülümsemiştim sadece, “Galiba ben de” diyebilmiştim. Nedense sır gibi gizlemiştik çıktığımızı herkesten, hala söylemedim kimseye biliyor musun, bu anıyı kendime sakladım.)

Nevin gözlüğünü unutmuş, koltuğun minderine sıkışmış. Nasıl da durgundu bu akşam, tartışmalara katılmadı, türkülere eşlik etmedi. Kamp ateşinde o güzel sesiyle “Giresun’un İçinde İki Sokak Arası” türküsünü söyletirdik hep ona, önce nazlanır sonra çağlayıp durulan bir su gibi sesini salardı geceye, ruhumuza. Bu akşam ne kadar ısrar ettiysek de söylemedi, hep sustu, gecenin bitmesine yakın başka bir ülkeye taşınmak istediğinden bahsetti sadece, mutsuzum dedi, gecenin en yalın iç sesiydi belki de Nevininki. Bu ülke hâlâ gençliğimizin ülkesi, kaçıp gidemediğimiz, deli gibi sevdiğimiz ama bize hiç soluk aldırmayan, bizi boğan… Onu daha yaşanılası bir yer yapmak için  uğraştık yıllarca, şimdiyse artık derin iç çekişlerle yetiniyoruz. Ben kendimi trenin ardından koşan bir çocuk gibi hissediyorum, yetişemeyeceğimi, o treni asla yakalayamayacağımı bildiğim halde koşuyorum.  Yarın ilk iş aramalıyım Nevin’i, “Ben de mutsuzum” demeliyim. (Şimdi bana, “Hadi söyle, anlat, birileriyle paylaş” diyen sesini duyuyorum, “İnsanın acısını insan alır gözüm, gençliğimizdeki gibi,” diyorsun yumuşacık, ne çok özledim sesini.)

Bulaşıklar bitti, camları açıp evi havalandırmalıyım, bu gecenin büyüsü de kaçıp karışmalı havaya. Her buluşmada ve sonrasında yaşıyorum bunu, birlikteyken bir büyünün içine giriyoruz sanki, birden kendimizi o yıllarda buluyoruz. Peki ama neden? Kendimiz gibi olduğumuz biricik zaman dilimi olduğu için mi, her şeyi başarabileceğimize, her düşü gerçekleştireceğimize inandığımız yıllar olduğu için mi, hayat bizi henüz eğip bükmediği için mi, mücadelenin, kavganın, korkunun, acının, neşenin ve aşkın en yalın halini yaşadığımız için mi?  Gece bitip ayrılınca bal kabağına dönüşüyor her şey, kendimizle yüzleşiyoruz, artık yorgun ve düşsüzüz. (“Kendi adına konuş gözüm” diyorsun, o tok, genizden gelen sesini duyuyorum, “Gençtik, başımızda devrim yelleri esti, işte bu kadar. Şimdi de yapacak bir sürü iş var, mutlu olmak için bir sürü neden, topla artık kendini. Bak Kemal’e, ne kadar iyi bir avukat oldu, Serhat’ın şairliğiyle dalga geçerdik, kitap üstüne kitap çıkarıyor, Ayla en keskinimizdi, lise aşkıyla evlendi, iki çocuk doğurdu, çok da mutlu, suçlaya bilir misin onu, sen donup kaldın o zaman diliminde, yetişkinliğe geçemedin. Büyü artık.” İşte aynen böyle diyorsun ve haklısın, herkes bir yaşam kurdu, ben sende kaldım, senli zaman diliminde.)

İçerisi serinledi, ne kadar güzel bir mayıs gecesi bu. Çiçekler çoştu, doğa uyandı, balkonumun sardunyaları neşelendi. Her bahar daha çok özlüyorum gençliğimi, insan ömrü de mevsimler gibi ama biz bir kez yaşayabiliyoruz her mevsimi. Keşke doğa gibi biz de yenilesek kendimizi her bahar, kaç yaşında olursak olalım yeni sürgünler verebilsek, çiçeğe, yeşile durabilsek, bir devri daim olsa gençlik, yine, yine, yine gelse, ne güzel olurdu. (“Ben de Alain Delon olurdum o zaman gözüm” diyorsun, ne zaman olmayacak bir şey desek öyle derdin, o şen kahkahanı duyuyorum, “Sürgün içinde gözüm, tohumu yeşertecek sensin, bırak bu orta yaş bunalımlı kadın laflarını.” Ah ne haklısın, hep haklıydın, bazen kıskanıyorum seni, sen hep yirmili yaşlarında kalacaksın, içinde taptaze düşlerle. Biz yasını tutacağız hep, düşlerimizin ve senin. Kalbimizden vurulduk  çünkü, senin gibi.)

Yasemin Öztürk Çamur