Saçları sıkı sıkı toplanmış kadın, kapıdan başını uzatarak, gözlüklerinin üstünden “Süheyla Hanım, bir saate kadar hazır olun lütfen. Yanınıza ilaçlarınızı, şapkanızı ve güneş gözlüğünüzü almayı unutmayın,” deyip kapıyı kapattı. Nereye gideceğiz diye sormaya fırsat bulamayan Süheyla, içindeki telâşa bedenini uydurmak için çabalayarak yerinden “Allah Allah!” şaşkınlığıyla kalktı. Yan odaya koşturdu kendi deyimiyle.

– Nesrin sana da söylediler mi? Bir yere gidecekmişiz.

– Ne bileyim Süheyla? Nereye götürecekler acaba?

– E, niye şimdi haber veriyorlar? Kahvaltıdan önce söyleselerdi bari.

– İyi ki bir yere götürüyorlar. Bak bugün ziyaret günü güya. Hiç kimsemiz gelmez, öyle kös kös oturur dururduk kapılara bakıp.

– Aman boş ver. Biz birbirimize yeteriz. Hem senin şu Hüsnü Bey’in var. Biz yıllardır buradayız adam suratımıza bakmadı. Sen geleli daha bir ay oldu; çevrende pervane.

– Aman onu ne yapayım? Ahı gitmiş vahı kalmış.

– Sen ne zamandır aynaya bakmıyorsun? Duyan da altmışlarında sanır. Ah ah bana âşık olaydı ya.

– Al senin olsun.

Takma dişlerini hafif hafif yerinden oynatan kıkırdamaları arasında Nazan’ın içeri girmesiyle kendilerine geldiler. Hazırlanacaklarına hangi konuya gitmişti akılları.

– Hadi iyiyiz kızlar. Bugün bize özel.

Nesrin’le Süheyla bir ağızdan sordular.

– Nasıl yani?

– Bizim ziyarete gelenimiz yok diye Müdire Hanım jest yapmak istemiş. Gezmeye gidecekmişiz.

– Yine önceden biliyordun değil mi?

– Ben duyarım, dünden haberim vardı tabii.

– Çok kötüsün! İnsan söylemez mi? Bilmiyor musun durumumu?

– Ya sonra adım çıksın değil mi? Zaten Aksak Nazan aşağı, Aksak Nazan yukarı! Tak bezini yürü sen de Süheyla. İki litre çiş çekiyor diyorlar.

– Tabii yanan seninki değil. Kavuruyor be şeyimi o asit. Daha sabah taktım, halime bak. Kendimi taşıyamıyorum.

– Aman iyi, sana da bir şey söylenmiyor.

Nesrin duruma müdahale etti.

– Hadi hadi bırakın şimdi, toparlanalım bir an önce. Hem benim işim daha çok biliyorsunuz.

Kapının önünde toplandıklarında gruplarında iki erkek, bir kadın daha olacağını anladılar. Cevriye, Nihat, Hüsnü. Şapkaları ve güneş gözlükleri ile hazırdı herkes. Bunları kullanacaklarına göre gidecekleri yerin açık bir alan olacağını düşünerek sevindiler. Kadınların üçü de siyah pantolon giymişti. Üstlerinde mor, kahverengi, sarı tişörtler vardı. Nazan’ın şapkasının giysileri ile pek uyumlu olduğu söylenemezdi. Erkeklerin biri kahverengi, diğeri gri pantolonluydu. Cevriye, elbise giymekten yine vazgeçmemişti. Meslek icabı alışkanlık yaptı elbise bana diyordu niye hiç pantolon giymiyorsun diye soranlara. Nazan, kaşla göz arası makyaj yapmaya kalkışınca malzemelerin yüzündeki ince oyuklara dolarak arada yeşil siyah karışımlar yapacağını düşünmemişti. Kimse bunu söylemeye cesaret edemedi. Kapıda yardımcılarından biri ile beliren Müdire’nin gülümsemek için kendini zorluyor gibi bir hali vardı. Öncelikle ilaçların yanlarına alınıp alınmadığını sordu. Onu gören beyaz saçlı başlar aşağı yukarı sallandı. Müdire, kalp, böbrek, tansiyon ve şeker, diüretik haplarınız, insülinleriniz diye sayıp duruyordu bu arada.

En son bir televizyon kanalına şeref konukları olarak davet edilmişti tüm huzurevi. Önden iki sıra onlara aitti. Sunucu, bilmem ne huzurevi sakinleri aramızda diye anons ettiğinde arka koltuklardan gelen alkışlara kayıtsız kalamayan Nazan, yanındakinin kulağına “Kanmadık, bunlar acıma şakşakları,” demişti. Yanındaki, başını aşağı yukarı sallayarak derin bir iç geçirmişti. Canlı yayın başlamadan önce neler yapacakları, ne zaman kimin komutuyla alkışlayacakları anlatılmış ama anlayamazlar diye hepsine teker teker tekrar ettirilmişti. Sonra yetmez gibi bir de toptan sorulmuştu. Hepsi başlarını aşağı yukarı sallamak zorunda kalsalar da dönüşte sunucunun onları aptal yerine koyup koymadığı konusunu uzun süre tartışmışlardı.  

Süheyla, kolunda asılı çantasını ne olur ne olmaz diye hani odaya gizlice soktukları ekmek dilimleri ile doldurmuş, üstünü de kendi ördüğü eflatun hırkası ile örtmüştü. Nesrin, “Keşke sırtımıza birer tülbent koysaydık,” diye fısıldadı Nazan’a. Bu fısıltıyla o tarafa dönen Müdire, gözlerini Nesrin’in ayaklarının yanına doğru açıp kontur boyalı kaşlarını çatarak ince dudaklarının arasından “Aşkolsun Nesrin Hanım, yine mi?” diye sesini yükseltti. O ana kadar kimsenin umursamadığı kahverengi bavul herkesin odağı oluverdi.

– N’olmuş? Ben onsuz hiçbir yere gitmem, biliyorsunuz.

– Biliyorum. Ama olmaz ki efendim. Stüdyoda da sizin yüzünüzden mahcup olduk.

– Olmayın, ben gelmem olur biter. Meraklısı değilim hem. Kaç aydır burnumu dışarı çıkarmadım. Yine çıkarmam.

Cevriye, Nesrin’in yanına gelip arkasından hafifçe çimdikleyip “Yapma işte, bir nefes alacağız şurada, bırak onu,” diye fısıldadı.

– Sen sus be! Hem benim yanıma gelmesene sen.

Nazan’la Süheyla onlara doğru adım atacaklardı ki Müdire, “O zaman inerken arabada bırakın lütfen,” dedi. Ortalığın yumuşamasından faydalanmak isteyen Hüsnü, “Ne güzel olacak bugün değil mi Nesrin Hanımefendiciğim,” diyecek oldu ama umduğu yakınlığı yine bulamadığından bastonuna dayanıp omuzlarını daha da indirerek kös kös Nihat’ın yanına yöneldi.

Nihat, Hüsnü’ye  “Kardeşim, gezmek iyi güzel de bu prostat aman vermez ki, iki de bir sıkıştırır durur. İnşallah rezil olmam,” diye yakındı.

Bu arada yaş almışların havada uçuşan nereye gideceğiz soruları yanıtsız kalıp duruyordu. Kapının önüne gelen minibüsle bazıları sevinirken bazıları telaşlandı. Süheyla, “Şimdiden geldi işte. Yapacağım mecburen,” deyip sıcak sıvıyı saldı gitti. Nihat, benim tuvalete gitmem gerek diye giriş kapısına koşturdu. O sırada elindeki torbaya sahip çıkamayan Cevriye’ye çıkışıldı “Biz yanınıza bir şey almayın demedik mi?” diye. Cevriye, avaz avaz bağırmaya başladı “Ben mindersiz bir yerlere oturamam.” “Minderinize gerek kalmayacak, merak etmeyin,” diye kaş göz işareti ile kadını susturmayı başaran Müdire’nin sözlerinin ardından gelen araca kuşku ile bakan gözler çoğaldı. Nereye götürülüyoruz sorusu aralarındaki fısıltılarla için için kaynarken Süheyla dayanamadı.

-Allah aşkına nereye gidiyoruz söylesenize, devlet sırrı mı? Gezmeyse keyifle gidelim.

Müdire’nin yüzündeki tik birkaç kez tekrarladı.

– Efendim size sürpriz yapmak da yaramıyor.

– Müdire Hanım, biz kaç yaşındayız; sürpriz yıllarını çoktan geçirdik.

– Anlaşıldı, şimdi lütfen arabaya binelim.

Altı beyaz kafa, titrek ayaklarının minik adımlarıyla ilerlerken bu kez sürpriz ne acaba sorularını birbirlerinin gözlerinde yakaladı. Cevriye hâlâ söyleniyordu, “Benim şeyim kıymetli kardeşim, bunca yıl sonra kendime kalmış, tabii koruyacağım ama kim anlar. ” Nesrin, elindeki bavula teslim ettiği cılız bedenini biraz daha öne eğerek “Anlamazlar!” deyiverdi. Dediğine de hayret etti. Bir minder mi aralarındaki buzları çözecekti? Hem onun gibi bir öğretmenin, genelev kadınıyla ne işi olurdu? Sanki bavul, onu Cevriye’ye yaklaştırmış gibi hırsla sapına asılarak minibüsün basamaklarını çıkmaya çalıştı. Hulusi Kentmen görünüşlü Nihat, rahatlamış olmanın enerjisini bavula aktararak yardıma kalkıştığında Hüsnü’nün çatılan kaşlarının farkında değildi. Minibüste kim kimin yanında oturacak tereddüdü yaşandı bir an. Sonra şapkalar ele alınıp, güneş gözlükleri çıkarıldı. Nazan’la Süheyla yan yana, Cevriye onların arkasına, Nesrin ise yandaki koltuğa oturdu. Böylece bavulunu rahatça tutabilecekti. Hüsnü atik davranıp onun arkasındaki koltuğa kendini attığı için yüzüne yayılan huzurun etkisinde yola çıkmayı beklerken yol boyu Nesrin’in saçlarından kendisine gelecek esintinin hayalini kurmaya başladı.

– Sevmedim bu arabayı.

– Araba işte nesi var?

– Huzurevininkine ne olmuş?

– Bilmem sorarız?

– Ben bununla bir yere gitmek istemiyorum. İneceğim ben.

– Ne diyorsun Nesrin? Şaşırdın galiba kendini?

– İneceğim işte! Müdire Hanım lütfen bakar mısınız? Hareket etmesin araç, ineceğim.

Sürücünün yanındaki koltuğa yerleşmeye çalışan Müdire hışımla arkasını döndü.

– N’oluyor orada?

– İneceğim diye tutturdu bu?

– Bu mu? Görgüsüz ne olacak!

– Ben bu köpekli arabada gidemem bir yere. İneceğim işte.

Herkesin gözü bir anda arabanın önünde başını sallamaya hazırlanan biblo köpeğe yöneldi. Bir zamanlar el üstünde tutulan ama sonra unutulan bu köpek nasıl, nereden bu minibüse gelmişti? Belki de yıllardır yerinden kıpırdamamıştı. Dökülmüş kahverengi tüyleri bunu söylüyordu sanki. Bezgin görünümü, gözleri tüm dünyanın yükünü çektiğini haykırıyordu.

– Nedir derdiniz anlamadım ama üstünü örteriz hanım teyze?

– A şoför de terbiyesiz bak. Derdim neymiş.

– Ne yapsın adam çare buldu. Sus otur Allah aşkına.

Köpeğin üstü torpido gözünden çıkan ‘düğünümüze hoş geldiniz’ yazılı havlu ile örtüldü.

Bunu gören Nesrin, boyun damarlarına akın eden kanın başına iş açmasından korkarak “Akım derken bokum yaptınız. Tamam, lanet olsun alın o havluyu üstünden. Neymiş; düğünümüzmüş!” diye bağırdı.

Hüsnü, “Ne tatlı kadın ya. Bayılıyorum. Karadeniz’in tüm hırçınlığı yüklenmiş sanki üstüne. Kendisi için yazdığım şiirleri bir okusam. Hele o Bavullu Sevdiğim şiirimi,” mırıldanmasındaydı. Nihat arka koltuklardan birinde prostatının kendisine oyun oynamaya hazırlandığının farkına vardığından Hulusi Kentmen görünüşünden yavaş yavaş Turist Ömer hallerine girmeye başladı.

Araba hareket etti. Herkes hipnotize olmuş gibi başını sallayan köpeği izlemeye başladı. Nesrin, dışında. O, gözlerini dışarıya dikmiş, sanki caddeleri ilk kez görüyormuş gibi dikkatle bakıyordu. Hüsnü, koltukta biraz öne eğilerek inceden bir türkü fısıldamaya başladı.

– Keser misiniz şunu?

Köpeğin başına hipnotize olmuş gözler onlardan yana döndü. Hüsnü’nün ince bıyıkları altından neredeyse görünmeyecek derecede ince dudakları yol boyu susmak üzere kapandı.

Sokaklar, yollar, asfaltlar, köyler, elektrik direkleri, tarlalar, bahçeler, en çok da yolların iki yanında sıralanmış, bazen özleme dayanamayıp üst dallarla birbirlerine kavuşmuş ağaçlar, minibüsün dikiz aynalarında art arda devrildi bir buçuk saat içinde. Köpeğin programlanmış gibi görünen başı, aşağı yukarı devinimlerle hiç durmadan devam edip durdu.

“Benim bildiğim böyle yolculuklarda şarkı söylenir,” diye, ‘karakolda ayna var kız kolunda damga var’ şarkısını söylemeye başlayan Cevriye, köpekten gözünü hiç ayırmadı. Kendisi de bu köpek gibi değil miydi; patronu kimi isterse başını sallar onunla yatardı. Şarkı bittiğinde gözyaşları elbisesinin göğüslerini örten kısımlarındaki nervürlerin arasına damla damla saklandı.

Sürpriz, Polonezköy’dü. Geniş bir alan ve bu alana yayılmış rengârenk, büyük kabarık yastıklı, tahta çardaklarla arka taraflarında yemeklerin, çayların hazırlandığı derme çatma kulübeler. Çevrede birkaç at başıboş geziyor, bir kaz, yavrularına sahip çıkmak amaçlı gelenlere doğru tıslıyordu. Araçtan inenler hayretle birbirlerine baktı:

– Ne sürpriz ama!

– Aman Nesrin sen de bir şey beğenmezsin? Hem o elindekini bırak. Kızacak şimdi Müdire Hanım ha!

– Sen sanki çok beğendin burayı. Bırakmam arabada bavulumu. Kızarsa kızsın bana ne.

– Hanımlar, beyler üç saat serbest zaman. Bu arada yemekleriniz, çaylarınız servis edilecek. İstediğiniz gibi oturabilirsiniz. Gördüğünüz gibi mindere ihtiyaç yokmuş Cevriye Hanım.

Cevriye kendisinden bahsedilmiyor gibi davrandı. Hangi minder onun minderinin yerini tutabilirdi ki?

Nihat, kokusu dışarıya taşmış tuvalete koşarken, Süheyla yanına niye yedek bez almadığına kızdı. Şimdi ne güzel değiştirir, o çiş çekmiş şeyin içinde beş saat daha durmak zorunda kalmazdı. Ben de tuvalete gitsem mi diye düşünse de vazgeçti.

Hamile olduğu için beline bağladığı önlük iyice gerilmiş bir kadın yanlarına yaklaştı hepsi bir arada oturmayı tercih etmiş yaş almışların.

– Hoş geldiniz. Yemeğiniz bir saat sonra servis edilecek. Çay, kahve arzu ederseniz getireyim.

– Bana bir su ver kızım. Sen bu halde niye çalışıyorsun?

– Ne yaparsınız, ekmek parası.

– İlk çocuğun mu?

– Yok, ellerinizden öper iki oğlum daha var.

– Aa bu da mı erkek, şanssızmışsın be kızım.

Süheyla, kadınla aralarında başlayan diyaloğu “Ee, çaylar nerede kaldı kızım,” diyerek bıçak gibi kesti.

Kadın neye uğradığına şaşırıp başını aşağı yukarı sallayarak uzaklaştı. Hüsnü yol boyunca saçlarının kokusunu aldığı Nesrin’in bu kez tam karşısına oturmuş, içinden methiyeler düzüyordu. Süheyla kendi kendine konuşmaya başladı. “Doğursun bakalım, biz de doğurduk, bak şimdi kimse yok ortada. Ben oğlumu kolejde okutacağım diye hizmetçilik yaptım be! Sabahın köründe bir giderdim ki mutfakları üst üste bulaşık tabak, çanak, bardak dolu. Yemiş, içmiş, sıçmış bırakmışlar. Soba kovalı boşalacak, doldurulacak yakılacak, yatalak analarının boku temizlenecek, karnı doyurulacak, hanımla beye kahvaltı hazırlanacak, çocukları pişpişlenecek, sonra alışverişe gidilip yemek yapılacak, arada ütü, çamaşır, ev temizliği cabası. Ben böyle ağız kokusu çektim işte. Oysa hamileyken bu taze gibi ne hevesliydim. Boş, her şey boş! Sonra çalıştıklarım daha insafsız çıktı ya. Ne ağırlıklar taşıdım bilseniz. Neden bugün bu durumdayım? Bakın altım lök gibi. ” Bir anda kendine geldi Süheyla. Aralarında erkekler bulunduğunu unutmuştu. Nihat’la Hüsnü önce birbirlerine baktılar. Sonra yere yöneldi bakışları. O anda masaya gelen semaver sanki bir kurtarıcıydı. Süheyla onun arkasına saklanmaya çalıştı utancından.

“Seninki ne ki?” diye başladı Cevriye. İşin iyice tadı kaçacağını anlayan Nihat, “Atların yanına gidelim gel Hüsnü. Çayımızı orada içelim,” diyerek iki bardak çay doldurdu.

– Daha yemeğe bir saat varmış. Şunun yanına biraz bir şey getirirdi insan. İçim kıyıldı.

– Nazan, bende ekmek var, istersen.

– Ver bari. Bunların yapacakları iş bu kadar. Acaba yemekte ne verecekler; kadına sorsaydık ya.

Cevriye söyleyeceklerinin arada kaynayacağını anlayınca telâşla “Senin ki ne ki dedim duydun mu Süheyla?” tekrarı yaptı.

Kadınlar alışkın oldukları konuşmanın başlamasını istemiyor gibi sırayla çaylarını doldurmaya başladı. En son Cevriye bardağını eline aldı.

– Biliyorum bıktınız anlattıklarımdan ama bu kez kimseye anlatmadığım bir anı anlatacağım. Hazır erkekler de yokken.

Çimenlerin tekdüze rengine inat, yeşilin tüm tonlarını sergileyen ağaçlarla çevrelenen bir ortamın göbeğinde olduklarının sanki farkında değillerdi. Bu gezi sürpriz bir gezi olmamıştı onlar için. Birkaç gün sonra aralarında konuşurken insan boğaza götürür bir balık yedirirdi; madem sürpriz dediler değil mi diye birbirlerine hak vereceklerinin sinyali şimdiden belliydi.

– Anlat kurtulalım hadi.

– Öyle dersen hiç anlatmam Nazan ama.

– Aman sen de nasıl olsa dinleyeceğiz. Baksana kaçacak yer yok. Güneşin altına mı gideceğiz? Nihat’la Hüsnü’nün tansiyonları çıkmaz inşallah. Şu Müdire Hanım’ın keyfine bak ya, almış yanına yardımcısını. Kız, onlar çayın yanında ne yiyorlar öyle? Aa ben böyle şeylere gelemem. Zaten şoförü de atmışlar öbür çardağa kukumav kuşu gibi.

– Tamam, o zaman anlatıyorum. Lohusaydım, memelerimden sütler akıyor, daha kırkım bile çıkmamış ama çalışmak zorundaydım. Yoksa ellerindeki senetlerimi gözüme sokmaya başlarlardı hemen. Günde kaç kişi bilseniz. Adamın biri üstümde gel git yaparken memelerime abanmış, e, memeler dolu tabii, gözleri kapalı olan adamın suratına bir fışkırdı sütüm. Adam kendini yere attı bir anda. Ben şaşkın, adam yerde debelenir. Sonra yavaş yavaş gözlerini açtı. Salak, kendini beyin kanaması geçiriyor sanmış. Belki de haklı, nereden aklına gelsin öyle bir şey. İşte ben böyle çalıştım. Yavruma vereceğim sütler mememde çarçur oldu pezevenklere.

– Ay midem bulandı Cevriye. Ben biraz yürüyeyim. Bavuluma sahip çıkın ha!

Ayağa kalkan Nesrin, önce sendelese de adımlarını açarak oradan uzaklaşmak, gözünün önüne gelen görüntüden bir an önce kurtulmak için çabaladı. Nihat geri gelirken onu görünce neyi olduğunu sorsa da yanıt alamadı. Atlar, etrafta dolap beygiri gibi dönen Nesrin’i seyretmekle meşgulken Hüsnü elinde bir gelincikle ortaya çıktı.

– Buyurun Nesrin Hanımcığım. Sizin kadar güzel olmasa da…

– Niye kopardınız ki onu şimdi? Yazık!

– Size sevgimi nasıl ifade edeceğimi bilemedim. Affedin.

– Sevgi mi? Hıh! Öyle bir şey var mı bu dünyada?

– Niye bu kadar karamsarsınız? Benim sevgim ikimize de yetecek kadar.

– Rica ederim, her zamanki gibi başlamayın.

– Bu reddedilişimin o elinizdeki bavulla ilgisi var değil mi efendim?

– Var, yok size ne?

– Öyle merak ediyorum ki içinde neler olduğunu.

– Ama sıkıldım ben, arkadaşların yanına döneceğim.

– N’olur şiirimi okuyayım size. Sizin için yazdım. Size ve bavulunuza.

– Allah Allah böylesini de ilk kez duyuyorum. Saçmalayın lütfen!

– Lütfen müsaade buyurun Nesrin Hanım.

– Of tamam okuyun da gideyim.

– Buyurun, yol boyunca okuyayım.

Hüsnü şiirine başladığında Nesrin’le aralarında yarım metre varken şiirin sonunda bu aralık beş santime indi. Hatta sağ dirseğinin yavaşça tutulmasına sesini çıkarmadı Nesrin “Sizde ne cevherler varmış,” derken. Yüzüne yayılan kırmızılık beyaz saçlarının alacasında alevimsi dalgalanmalar yapmaya başladı. Hüsnü, aldığı cesaretle “Rica etsem, ilerdeki çardakta birkaç dakika baş başa geçirsek, ne dersiniz?” diye sordu. Ayakları dolandı Nesrin’in. Sonra “Olmaz, yanlarına gidelim,” dedi. Geldiklerinde Süheyla niye göz kırptı diye kızgın bir bakış yolladı Nesrin. Nihat bir tuhaf bakmayı sürdürdü yemek gelene kadar. Köfteler pişmemiş diye geri yollayanlar oldu aralarında, patates kızartması soğumuş diyenler, bu nasıl sos diye çemkirenler, bari suyunuz soğuk olsaydı, getirecek başka yer bulamamışlar bizi diye eleştiriyi, aşağılamaya kadar yükseltenler birbirleriyle yarıştı. Kahveleri geldiğinde yanında lokum yok diye suratlar iyice asıldı. Zaten menüdeki Kemalpaşa gibi klasik tatlı onların sinir katsayılarını arttırmıştı.

İçlerinde en sessizi Nesrin’di bu arada. Bugün niye her şey üst üste geliyor diye düşündü. O sallabaş köpek, düğünümüze hoş geldiniz yazılı havlu ve Hüsnü’nün jesti. O şiirden sonra ayrı çardakta oturma teklifini kabul etse miydim, adam benim için şiir yazmış, yetmemiş bavuluma da yazmış ikilemini kullanan unutamadığı geçmişi ile içinde bulunduğu gün, birlik olup bir mengene gibi onu sıkmaya başladı. Yaşadığı huzursuzluk gözlerine akseden Nesrin onları bir noktaya dikerek robot katılığında fincanı ağzına götürüp getirdi. Kahvelerin son yudum sessizliğini bozan da o oldu:

– Arkadaşlar, biliyorum geldiğimden beri bu bavulumda ne var diye merak edip duruyorsunuz. Niye yanımda taşıyorum, neden ayrılamıyorum ondan?

– Evet, tabii ki ediyoruz ama ser verip sır vermiyorsun ki.

– Şimdi vereceğim.

– Ne yani söyleyecek misin?

– Açıp göstereceğim.

Hüsnü’nün gözleri yüzündeki kırışıklıkları yırtarcasına fırladı. O da beni seviyor diye geçirdi içinden. Diğerlerinin durumu da ondan aşağı değildi. Hayret dolu gözler, kahverengi esrara yöneldi. Çantadan çıkan anahtar yuvasında dönerken heyecan had safhadaydı. Para olabilirdi içindeki büyük bir ihtimalle. Nihat’ın aklından geçen buydu. Ötekilerin zihninde belli belirsiz soru işaretleri birbirini dürtüyordu.

Sanki güneş bulutların ardına kendini saklamak istemiş gibi çekildi birden. Açılan kahverengi kapak, koyu sarı astarı gözler önüne serdi. Tabanında beyaz, dantelli bir giysi, onun üstünde büyük, küçük, yassı, kabarık poşetler, kumaş keseler, içi siyah karton yapraklı bir albüm duruyordu. Meraklı başlar, bavulun içine iyice sokuldu. Nazan “Ay şimdi çatlayacağım. Müdire Hanım’ı da çağırsak mı ne dersin?” diye herkesin ters ters baktığı bir soru sordu. Önce içleri görünmeyen poşetler çıkarıldı teker teker. Masanın yarısı doldu. Sonra herkesin gelinlik olduğunu görür görmez anladığı giysinin üstünde gezen Nesrin’in elleri, bavulun içindeki gelin tellerine yöneldi. Yılların utancını birbirlerine sarılarak gidermek isteyen telleri bir titreme aldı. Sanki tek kişilik bir dram sergileniyordu. Herkes bir kadın, bir gelinliği bavulun içinde yıllarca niye saklar, her gittiği yere niye götürür tahminlerini zihninde sıraladı. Nostalji, eski günlere duyulan özlem, ölen kocasına âşık kadının yüreğindeki derin iz. Belli ki erkenden kaybetmişti eşini. Belki de düğün gecesi. Kimse bir şey soramıyordu. Sessizlik, sıcakla birlik olmuş çardağın üstünü sıkı sıkı örtmüştü.

Müdire’nin onlara dek ulaşan kahkahası ile kendilerine geldiler.

-Bunun yaptığı da terbiyesizlik şimdi. Zaten ayrı oturmak da neymiş?

-Arkadaşlar, bu gelinliği giydiğimde yirmi yaşındaydım. Evde kalmış gözüyle bakıyorlardı bana. Allah rahmet eylesin babam benim kızım okuyacak dedi. Liseyi bitirdim. Köyde benden başka okuyan kız olmadı. Sonra sevdiğimle evlenmek üzere düğün hazırlıkları başladı. Köydeki evimizden davul zurnayla çıktım bu etekleri kat kat dantel gelinliğimle. Terzi Zuhal abla bana özel dikmişti. Mutluydum. Ahmet de mutluydu. “Seviyorum, ölürüm senin için,” diyordu. Evlenene dek görücülerin biri gelip biri gitti bizim eve. Hele yakın köyden birisi ısrarla geldi. “Başlık parası veririm,” dedi. Babam “Kızım satılık değil!” dediyse de arttırdı durdu. Kapıdan kovsak bacadan girecek şekildeki bu eziyet neredeyse nişanlandığım güne dek sürdü. Ahmet’le evleneceğim için hiç pişman olmayacağımı sanıyor, güzel bir evlilik, çocuklar hayal ediyordum. Bir yandan içimdeki öğretmen olma istediğini besliyordum. Ahmet, hemen evlenmekte ısrarlı davranıp evlendikten sonra gidersin okula dediğinden o yıl sınava sevinerek girmiştim. Düğün gecesinin sonlarına doğru dünyam yıkıldı. Kendimi bir kamyonun içinde buldum uyandığımda.

Meraklı birkaç kuş, uzaktaki ağaçlardan uçup çardağın çevresinde tur atmaya başladı. Sanki biraz sonra devam edecek sözlerin ağıtını yakarcasına ötmeleriyle oturanların başı onlardan yana dönse de Nesrin boğazındaki düğümü birkaç kez yutkunarak alt etmeyi başarıp devam etti.  

-Gözlerimi zorla açtığımda ilk gördüğüm başı devamlı sallanan bir biblo köpekti. O zamanlar çok modaydı. Her arabada bulunurdu hemen hemen. Ağzım bantlanmış, ellerim bağlanmıştı. Ne kadar çırpınsam da kamyonu süren adamdan -ki onu görür görmez tanımıştım, peşimi bırakmayan komşu köydeki adamdı- kurtulamadım. Zaten deli gibi sürüyor, o sürdükçe köpeğin başı azgınlaşıyordu. Ne kadar gittik bilmiyorum. O gece olan oldu. Hayatım mahvoldu. Düğün basıldığında kolunu tuttuğum Ahmet put kesilmiş öylece kalmıştı. Olayın sonunu öğrenince “Kirlenmiş kızı ne yapayım ben?” demiş sadece. Tekrar düğün yapıldı bana, bu kez o adamla. Babamı iki ay sonra kahrından kaybettim. Ölmeden önce yüklü bir para verdi bana “Kimsenin haberi olmasın,” diyerek. Sonra kızım doğdu, şimdilerde ortada olmayan kızım. Beni hep suçlayan.

Masadakiler ağızları açık dinliyordu. Bir şeyler söylemek isteseler de Nesrin’in dudaklarının arasından hızla çıkan sözcükleri aralamak ne mümkündü.

-Bu gelinlik benim ihanete uğramamın simgesi işte. Diğerlerine gelince hepsini göstermeyeyim. Müdire Hanım’ın oralarda bir kıpırdanma başladı. Vakit geldi mi ne? Şu Arap kızla oğlan çiftini hatırlarsınız değil mi? Hani eskiden herkesin evinde olan. Geçenlerde internette gördüm, nostalji kazığı ile üç yüz liraya satıyorlar. Biz de Ahmet’le onları evimizin duvarına karşı karşıya asmayı hayal etmiştik; bu sen, bu da ben derdi hep. Gözlerimiz birbirinin içine bakacak, hiç ayrılmayacakmışız. Hepsi lafta kalmıştı. Kocam olacak adama duyduğum kinden daha çok kin duyuyordum ona. İçine düştüğüm durumu hiç hazmedemedim. Bir şeyler yapmalıydım. Bir gece kamyonun anahtarını aldığım gibi atladım. Hiçbir şey umurumda değildi. Ne çocuğum, ne köylüler ne der düşünmüyordum. Deliler gibi sürdüm, sürdüm. Bana pis pis başını sallıyordu o köpek. Sanki yan yan bana bakıyordu pörtlek gözleri. Kamyonu durdurdum. Kopardım o başını.

İşte böyle. Naylonların birinin içinden çıkardığı başı kopuk biblo köpeği gösteriyordu Nesrin bir yandan. Geldikleri minibüstekinin aynısıydı üstelik.

-Bunlar da o Arap çift işte. Hayallerim yıkıntılarım hepsi bu bavulun içinde. Kimselere kanmayayım diye ömür boyu yanımda ders olarak taşıdım bunları. Kalanları sonra gösterir, anlatırım. Nasıl öğretmen oldum, nereleri gezdim, kızımla nasıl yıllar sonra karşılaştım.

“İşte onun kokusu gitmesin diye hep sarıp sarmaladığım zıbını,” diyerek yeni bir poşeti açmaya yeltenen Nesrin artık kendini tutamadı, için için ağlamaları hüngür hüngüre dönüştü. Sonra birden gözyaşlarını elinin tersi ile silip Hüsnü’nün gözünün içine baktı.

-İşte böyle, sevgi diye bir şey yoktur!

-Ama Nesrin Hanımefendiciğim.

-O yaşta olmayan aşk, bu yaşta olur mu? Şiirmiş, miirmiş! Hepinizin köküne kibrit suyu!

Hayallerinin yıkılmasının şaşkınlığı içindeki Hüsnü’nün “Yapmayın, etmeyin,” sızlanmalarını Müdire’nin tiz sesi araladı.

-Hadi hanımlar, beyler. Dönüş vakti geldi.

Yaş almışlar, başlarını aşağı yukarı salladılar. Nesrin masanın üstündekileri apar topar bavula yerleştirmeye çalıştı. Bavulu kapattığında kenarından gelinliğin dantel etek ucu sarkmış, sallanıyordu. Bunu gören Süheyla, Hüsnü’nün artık bu sevdadan vazgeçeceğini düşünüp sevinirken Nazan “Artık dayanamayacağım, yarın ben de anlatayım da başımdan geçenleri, Nazan’ı Aksak Nazan yapanlar kimmiş görsünler,” diyerek önde gidenlere yetişmeye çalıştı. Nihat, hızla tuvalete yöneldi. Müdire’nin “Çabuk olun lütfen Nihat Bey, Allah Allah kaç saattir aklınız neredeydi?” diye bağırmasına Nihat’ın başını öne arkaya sallamaktan başka çaresi yoktu.

Ceyda Sevgi Ünal