İçeride kaç kişiydik kim bilir?  Saymak kadar tahmin etmenin de olanaksız olduğu kadar çok kişiydik. “Yürüyen bant” korkunun diğer adıydı.  Çok eski zamanlarda fabrikalarda ürünü tamamlamak için kullanılan bir çeşit  konveyör bandıydı sonumuzu getirecek olan.  Bizi üstüne koyacaklar,  hatalı bir ürüne yapıldığı gibi fazlalıklarımızın  yok edilmesi, çıkarılması için çalıştıracaklardı bandı. Kendi aramızda kullandığımız adını yürümek eylemiyle birleştirmeyi rastgele seçmediğimiz belliydi.  Biz burada, yürüyemeyecek kadar dar bir alanda sıkışmıştık ama düşündüklerimizle yürümeye devam ediyorduk. Bu karşı koyuş  aklıma düştükçe ara sıra umut kıpırtıları uyanıyordu içimde.   

Görevli personel, kapımızda bekleyen nöbetçiler, bize her gün dünya mutfağından çok özel karışımların olduğu yemek kapsüllerini getiren aşçı robot hepsi, bize karşı çok nazik ve özenliydiler. Her şey çok dakik, salisesi salisesine hesaplanmıştı.  Sağlık kontrollerimiz, yemek kapsülleri, tuvalet zamanları, açık hava molası -güneş ışınlarının tenimizin açıkta kalan kısımlarına değmesinden kaçınarak- her şey…   Gün geçtikçe bedenimle beraber zihnim de tembelleşiyor, kendimi boşvermişliğe  kapılmış hissediyordum. Günlerin anlamı silinmiş gibiydi, birinden diğerine atlarken sonumu getirecek olanı bekliyordum.  Parçalanma başlamış, takvimden düşen her yaprak beni ben yapan izleri bir bir silmeye koyulmuştu.

Aslında bu tek düzeliği bozan iki kişi vardı aramızda. Pıttırık bir deri bir kemik, yürüyen iskelet gibi görünen biriydi. Patlak gözlerinin laciverti  geçmişinde kurduğu koyu dostlukların soğuk yenilgisini  ele verir, epeyce bir derin suskunluktan sonra iç geçirir gibi  dostum, dostum diye bir ağıt tuttururdu. Bir çocuğun yapılmasını istediği şeyin olması için tutturmasına benzeyen bu gözyaşsız eylem, çevresinde onunla ilgilenen kimseyi bulamayınca çabucak söner yerini duraklı gülücüklere bırakırdı. Bu sırada çok sevimli görünür, ona bakanlarda başını okşama isteği uyandırırdı. Zaman zaman da pıttırık, pıttırık  diyerek hücredekilerin yanına gider, kuru bir dal parçasını göstererek, kendisinden başka kimsenin göremediği daldaki yeşermeyi anlattıkça anlatırdı. Bir düşünceyi kafasında uzun zaman evirip çeviren kimselere ait bu çok detaylı ve coşkun anlatımla içerdekiler kısa bir süreliğine de olsa “yürüyen bant”ın ölgün nefesinden uzaklaşır, onla şakalaşmaya başlarlardı. Ne yazık ki Pıttırık hakkında karar çıkmış, önceki gün gitmişti.

İkinci kişinin adı Hikayeci‘ydi. Nasıl seçtiğini kimselerle paylaşmadığı bir yöntemle gözüne kestirdiklerinin yanına sokulur, ona bir hikaye anlatırdı. Ne tuhaftır ki Hikayeci nin konuştuğu kişiler ertesi gün, “yürüyen bant” a çağrılırlardı. Bu garip tesadüfler serisi göz önüne alındığında onun bir tür lanet  yaydığı düşünülse de herkes içten içe, kendisinin de hikaye anlatılmaya seçilmesini bekler,  bu yaman çelişki sürgit devam ederdi. Başka bir söylentiye göre aslında Hikayeci düşünceleri olgunlaşanları nasıl oluyorsa dışarıdakilerden hep bir adım önce bilir ve hikayesini ona anlatırdı. Anlattıkları dışarıdakilere göre “hikayeden şeyler”  olarak değerlendirildiğinden  ciddiye alınmaz, hatta o kadar önemsiz sayılırdı ki banda bile çağrılmaya gerek görülmezdi. Oysa ne anlattığı bilinmese de, hikayeyi anlattığı kişi ertesi gün “yürüyen bant” yolcusu olsa da içerdekilerce  dinlenmeye değer bulunur, bu iki tezat düşüncenin  arasında o hikayesini bıkmadan, usanmadan anlatmaya devam ederdi.

Ben de bekliyordum uzun zamandır. Bir ara yanında bir şeylerle oyalanır gibi yaparak gözüne çarpmayı bile denemiştim. Bir, iki, üç ne yapsam beni görmüyordu. Ben de vazgeçtim, hikayesini  dinlemesem de olurdu. Herkesin uyumak üzere ranzalarına çekildiği bir gece Hikayeci yanıma geldi.  O gün en altta yatma sırası bendeydi, bir türlü uyuyamamıştım. Yatakta doğruldum, yanıma oturdu. İfadesi çok ciddiydi, vakit geçirmeden konuşmaya başladı. Merakla onu dinliyordum.  Önce denizde yaşayan bir canlı olsaydım ne olacağımı sordu. Fazla düşünmeden deniz süngeri dedim. Böylece hikayenin adını birlikte koyduğumuzu söyledi. “Yürüyen bant” a gitmek için neden buraya tıkıldığımızı sordu. Çöpçülerin kafamda düşünce bulduklarını söyledim. Büyük bir çöp kutusunu andıran robotların, başıma doğru tuttukları alet, yeşil olduğunda apar topar yakamdan tutup kutunun içine atarlarken yaşadığım çaresizlik  gelmişti aklıma. Bunları düşünmenin sırası olmadığını söyledi. “Yürüyen bant” ta neler olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Düşündüklerimin bandın sağında, solunda olan makinelerce kafamın içinden  çıkarılacağını, artık hatırlamayacağımı söyledim. Çok iyi saklarsam hiçbir gücün onları benden alamayacağını söyledi.  Hikayeyi anlatmaya başladı.   

“Deniz dalgalı olsun, yok  yok sakin olsun hatta her zamankinden daha sakin. Fırtına öncesi sessizlik, koptu kopacak tufanın habercisi, kendi içlerinde devinimlerine devam eden dalgacıklar, bundan sonra her şeyin değişeceğini, belki dönüşeceğini, tüm bildiklerimizi, ezberlediklerimizi ters yüz edecek bambaşka bir döneme girildiğini;  yeryüzünde, denizlerde, yeraltında, gökyüzünde yaşayan tüm canlılarca anlaşılması için işaretlerini acele etmeden, tek tek gönderiyordu.

Dalgalar oyun oynayan çocuklar gibi birbirlerinin üstünden atlaya dursunlar, denizin yüzeyinde bir karaltı belirdi. Ufacık, siyah bir lekeyi andıran cisim, dalgalarla beraber kıyıya doğru sürüklenirken büyüdü, büyüdü. Kıyıya yaklaşıp, göze görünür olduğunda bir deniz süngeri olduğu ortaya çıktı. Çok geçmeden yanına, kollarını her yere oynatan sonunda konuşabileceği bir arkadaş bulduğu için  mutlu bir sesle konuşan ahtapot yaklaştı. Deniz süngerini kollarından biriyle kavradı, sağına soluna, yukarısına aşağısına baktı, inceledi, tek bir yara izi göremedi. Süngere neden kendini bıraktığını, kıyıya çıkarsa  yaşamını yitireceğini söyledi. Sünger konuşmaya başladığında, denizin dalgaları toplaşıp, hüzünle ona eşlik ettiler.  O kadar çok şey anlattı ki sünger, onu çevreleyen  mavi su karardı, karardı; ahtapotun baştaki neşesinden eser kalmadı. Süngere dikkatle bir kez daha baktı ve eğer denizin tabanında yaşayan şarkı söyleyen balığa ulaşırsa her şeyin değişebileceğini  söyledi. Yol zorluydu, karanlığın kendisi diye anılan  yosun ormanını geçmesi gerekiyordu süngerin. Bu kez ahtapot söyledikçe söyledi, bir zamanlar şarkı söyleyen balığın  ezgisinin her yere dağıldığını, denizden yeryüzüne rüzgar olup estiğini, yağmur olup  insanların dünyasına barışı, sevgiyi, aşkı, kardeşliği yaydığını, oradan gökyüzünde bulutların arasında geceleri yıldızların çevresinde döndüğünü…  Birden susmuştu şarkı söyleyen balık , ahtapot sözcüklerine yenileri ekliyordu. Bu çok ama çok uzun yıllar önce yaşanmış, kulaktan kulağa anlatıla gelmişti, aktarımlarda hatalar olabilirdi, ama ya o balık varsa ve şarkısını yeniden söylemeye başlarsa, çok yaşlanmıştı artık böyle bir yolculuğa çıkamazdı, gençliğinde birkaç kez onu aramayı düşünmüş ama bir türlü yeterli cesareti toplayamamıştı. Sünger henüz çok gençti, ona ne düşündüğünü sordu.”

Ertesi gün olağan akışında seyretti, sıra ona gelmişti, “yürüyen bant” tan çok yorgun çıktı. Dışarıda gölgeleri takip ederek yürürken, kafasının içindeki boşluk onu ürpertti. Kim olduğunu bile hatırlamakta zorluk çekiyordu. Yürüdükçe sersemlemiş adımları açılmaya başladı,  belleğinde bir yerlerde sular dalgalanıyor, dışarı çıkmayı bekleyen  koruduğu, kolladığı çok özel bir şeyi ona vermek için bir tür geçit oluşturuyorlardı. Çok yakınından gelen sesi duydu önce: pıttırık, pıttırık , koşarcasına o yöne doğru gitti, banttakilerden sakladığı şeyi hatırladı:  Şarkı söyleyen balığı bulmaya gidiyorlardı.

Gülayşen Erayda