1942, Zonguldak ‘te doğan yazarımız Savaş Büke ilkokul, ortaokul ve liseyi Balıkesir’de tamamladı. 1968 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesinden mezun oldu. 1960 ve 1968 yılları arasında yazar ve sanat sayfası sorumlusu olarak Hizmet, Balıkesir Postası, Ateş, Ekspres, Adalet, Yeni Haber, Öncü adlı yerel gazetelerde çalıştı. Son olarak bir süre de TBMM’de danışman olarak görev yaptı. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Balıkesir Gazeteciler Cemiyeti, Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti, Dil Derneği ve Karadeniz Ereğli Sanat Kurumu Derneği üyesiydi.

1960 ve 1997 yılları arasında Türk Dili, Akbaba, Pardon, Papağan, Yelpaze, Hey, Zübük, Minerva, Dönemeç, Gırgır, Sıfır, Milliyet Çocuk, Pişmaniye, İlke, Yamaç, Avni, Yazın Seçkisi, Gümgüm, Yeni Asır, Gıcık, Uğraş, Hedef, Papirüs, Başak Çocuk, Yazko Edebiyat, Çağdaş Türk Dili, Zonguldak Kültür, Kuvay-i Medya adlı dergilerde ve Güneş, Bugün, Milliyet, Cumhuriyet, Hürriyet gazetelerinde birçok şiiri, eleştiri yazıları ile öyküleri yayımlandı. Akşehir Nasrettin Hoca Gülmece Öyküsü Yarışmalarında beş kez ödül aldı (1985, 1988, 1989, 1990). Bir başka ödülü de “Orman ve Çevre” konulu öykü yarışmasında kazandı.

27 Ağustos 1998 İzmir’de hayata veda eden yazar ve şair Savaş Büke’yi ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

ESERLERİ:

MİZAH: Mikser Mahmut (1971).

ÖYKÜ:   Buralarda Yaşanmaz ki Birader (1973),  Kaydırak Tepesindeki Kadın (1979), Üzme Tatlı Canını (1983),  Sıcağı Çok Seven Çocuk (1985), Olur Böyle Şeyler (1985), Hanfendi Tatilden Döndüler (1985), Balıkesirli Öyküler (1993), Minibüs Vitesleri ve Demokrasi (1997).

ROMAN: Dökme Demir Tahta Çivi (1975).

ŞİİR: Gönlüm Güzellik Yüklü (1993).

HAKKINDA: Zonguldaklı Yazarlar Zonguldak’ı Yazanlar (1998), Hüseyin Su – Ömer Lekesiz / Öykücüler ve Öykü Kitapları (Hece öykü, Ekim-Kasım 2004).

Olur böyle şeyler adlı öykü kitabından bir öykü:

İşte Roman

Efendim ben de her genç gibi heveslenip bir roman döktüreyim de anlasınlar benim ne büyük bir cevher ne bulunmaz bir yazar ve de eşsiz bir dahi olduğumu dedim. İnatçıyımdır, dediğimi de yaparım. Yaptım da. Oturup çok yönlü bir roman yazdım. Bu roman aşkı-sevdayı irdeleyecek, sosyokültürel oluşumların köküne, kökenine inecek, insanların psikolojik durumlarını inceleyecekti. Üstelik içeriği ve biçemi itibariyle de klasik romanla çağdaş roman arasında bir köprü oluşturacaktı. Eleştirmenler çılgına dönecek okurlar şaşırıp kalacak diğer roman ve romancılar benimki yayınlanınca havasını alacaktı…

 Ama ben yine de aşırı alçakgönüllülüğüm nedeniyle romanımı büyük bir yayınevine yüklüce bir para karşılığında satmadan önce “büyükler”ime bir göstereyim, onlara bir okutup düşüncelerini alayım dedim. Nerede şimdi böyle delikanlılar?…

 Önce ağabeyime verdim… Okudu etti, bir hafta sonra geri verdi bana romanımı…  Baktım bazı satırların bazı bölümlerin altı çizilmiş…

“Ne bunlar abicim? Can alıcı bölümleri mi işaretledin?..”

“Hayır kardeşim… Sakıncalı bulduğum ve romandan kesinlikle çıkarılması gereken yerleri işaretledim. Eh ne olsa abinim, başına iş gelsin istemem… Sen beni dinle ve çıkar o çizdiğim yerleri… Romanın özü zedelenmez; onları çıkarınca yine güzel bir roman kalır sana…”

“Peki abiciğim…”

 Aldım romanı götürdüm sevgilime… Eksik olmasın bir solukta okumuş.  Okumuş ama bir yığın yeri karalamış. Neymiş efendim karaladığı bölümler genç kız aşkını hafife alıyormuş, sevgiye karşı saygısızlık yapılıyormuş, kadın haklarına yeterince yer verilmiyormuş falan filan… Eh, bir roman uğruna roman gibi aşkımdan vazgeçecek değilim ya sevgilimin işaretlediği bölümleri de çıkarıp attık romandan.  Romandan bölümler atmak da neymiş, ben o kız için kendimi yedinci kattan aşağıya atarım…  Roman dediğin sevgiden de üstün değil ya anasını sattım…

 Allah var benim üzerimdeki hakkı ödenmez… Çok emeği geçti bana. Roman yazıp da edebiyat öğretmenime göstermemek olur mu? Olmaz… Olur da ayıp olur yani. Ayıp etmek, insanları kırmak klasik romanla çağdaş roman arasında köprü kurmak isteyen bir yazara yakışır mı; yakışık almaz. Ne yapiciiz şimdi? Hiiç… Götürüp romanı edebiyat öğretmenine vereceğiz bir baksın birden etsin diye. Aslında edebiyatçı medebiyatçı ama hayatında bir kez olsun roman yazmamış.  Neyse yine de büyüğümdür yine de öğretmenimdir. Öğretmenine karşı saygısızlık eden kişi ne klasik nedir çağdaş romanda başarılı olabilir. Bakınız büyük yazarlara daha doğrusu ben henüz piyasaya çıkmadığım için büyük geçinen yazarlara, tümü saygılı olmuşlardır öğretmenlerine. Şimdi ben nasıl olur da saygısızlık edebilirim edebiyat öğretmenime. Ona yazdığım büyük romanı göstermek her şeyden önce benim büyüklüğünü gösterir!..

Eksik olmasın tomar tomar yazılı sınav kağıtlarımızı okurken benim romanıma da şöyle bir göz atmış, gözle beraber romanın “can alıcı” birçok yerini çıkarıp atmış…

“Bak oğlum” dedi bana “Gençsin… Önünde istikbalin(!) var. Boş ver böyle hızlı yazarlık heveslerine. Romanında pek çok sakıncalı yerler buldum. Sana zararı dokunmasın diye çıkardım o bölümleri. Nene gerek böyle şeyler… Bana kalırsa sen okul öğrenci kahramanlık şiirleri falan yaz. Ama İlle de roman diye tutturursan ve de bu romanı benim sildiğim yerleri çıkarıp atmadan  yayınlarsan bırak kovuşturma-soruşturma falan filanı en azından okul yönetimi seni okuldan atar, öğrenimin yarıda kalır, yazık olur sana. Severim seni. böyle kötü hallere düşmeni istemem.”

“Ama hocam, bu klasikle çağdaş arasında köprü oluşturacak bir romandı, siz köprü ayaklarını yıkmamı istiyorsunuz.”

“Bırak bu ayakları oğlum bırak bu ayakları!.. Bunlar iyi ayak değil!.. Gelenek görenekleri olan saygım roman sevgime, yazarlık saygınlığıma üstün geldiğinden öğretmenimin sözlerine de dinleyip gerekli makaslamaları yaptım romanında.. Son şeklini pek beğendi öğretmenim. Yalın, temiz, pürüzsüz bir roman olduğunu söyledi ve bana bu yolda başarılar dileyip sırtımı sıvazladı. Bu roman nedeniyle de aslında ilk karnede “üç” olacak kompozisyon notumu beş’e çıkaracağını söyledi!..

 Ağabey bitti, sevgili bitti, edebiyat öğretmeni bitti. Kuşkusuz bu arada o güzelim romanın dörtte üçlük bölümü de heba alıp gitti… Ancak esas denetim merkezine başvurmadık henüz. Kendisinden habersiz adım atamadığım, tuvalete gidemediğim babamın denetiminden geçmemiş bir romanın doğması, roman doğarken yazarının ölmesi demektir! Bir duyarsa kendisinden izin almadan roman yayınladığımı, kemiklerimi kırar, kırar da tutkalcılara satar vallahi… Eee yapsın, biz de usul bu, o da babasından böyle görmüş…

“Sayın babacığım size son romanımı sunuyorum. İster, romanı okuyunuz ister benim canıma okuyunuz… Ben ve romanım emrinizdeyiz. Bir bakın, bir inceleyin, klasikle çağdaş arasında geçiş sağlamaya çalışan oğlunuzun hünerini görünüz, beğenmezseniz beni öldürünüz…”

“Tamam tamam koy şuraya. Boş zamanın olursa bakarım.”

Boş zamanım olursa demesi havası bizim pederin. Aslında dolu zamanı yok. Emekli zaten onun dolu dediği vaktinin çoğu gazetelerde pehlivan tefrikaları okumakla, şifalı otlar kitabını incelemekle, mahalle kahvesinde emekli arkadaşlar ile domino, tavla, prafa oynamakla geçiyor. Ama tüm bu anlamlı, yararlı ve yoğun işlerine karşın eksik olmasın benim romanıma da şöyle bir göz gezdirmiş…

 “Olmamış bu oğlum olmamış” dedi. “Böyle roman olmaz ne heyecanlı bir güreş anlatılmış, ne de Şifalı otlar tasvir ve tarif olunmuş. Böyle boktan roman moman olmaz. Hem sonra benim anlamadığım bir yığın yeni kelime vardı, hepsini silip attım…”

“Ellerine sağlık babacığım, ne güzel olmuştur şimdi kim bilir…” “Oldu elbet oldu ya baban bir işe el atar da o iş güzel olmaz mı?  Al hele hele de oku bakalım ben de dinleyeyim.

Aldım roman taslağını, çizilmemiş harfleri sırasıyla yanyana getirip okudum babama.

                “Zımtsşprzvaültüzzşısşt…”

Zeynep Pınarbaşı