Belini bir halatla tutturduğu pantolonunun paçaları neredeyse dizine kadar parçalanmış, ayakları çıplak yaşlı adam bir sağ, bir sol kolunu önce geriye sonra yumruk yaparak ileriye doğru savuruyordu. Yüzünde yol yol sürülmüş tarlayı andıran derin kırışıklıkların içinden fışkıran uzamış sakalları hiddetinden sarsılırken, rengi belli olmayan kısılmış gözlerinde şimşekler çakıyordu.

Ağzını açabildiği kadar açıp yumruklarını tekrar tekrar sallayarak;

“Gel. Gel… Buradayım! Haydi gel!”

Çıplak ayaklarının altından hızla çekilen çakıl taşlarıyla ileri doğru kaydı. Geri geri yürürken avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

“Ey koca şaşkın! Kıyıyı dövüp dururken bulduğun her şeyi alıp götürüyor, sonra neden istediğini geri getiriyorsun? Herkes biliyor ne kadar büyük olduğunu yine de sırtını güçlü rüzgarlara dayayarak kükrüyor acı veriyorsun.”

Saatlerce sesi kısılıp gücü tükeninceye kadar bağırdı, kıyıda topladığı irili ufaklı çakıllarla denizi taşladı.

Ayakta dururken karşısındaki sonsuz denize bakarak güçsüz vücudunu dikleştirmeye, başını geriye atıp yüzüne gururlu bir ifade vermeye çalışarak, iki elini ağzının yanlarına koydu, bütün gücüyle seslendi, “Bak! Bekliyorum!” sesinin şiddetine vücudu karşı koyamadı, yüzüstü düştü.

Akşamüstü görevine yeni çıkan rüzgâr onu uzaktan görmüştü, yanına geldi saçlarını karıştırdı, yanağını okşadı “Kendine gel, kalk! Sürükleyeyim sana bir şeyler getireyim.” Adam gözlerini açtı emekleyerek doğruldu.

“Senden bir şey istemiyorum. Zavallı bir adam değildim. Bir zamanlar güçlüydüm, her şeyim vardı. İşim çoktu yalnız kendime, eşime ve kızıma ayıracak zamanım yoktu. Yıllarca onlarla doya doya yaşayamamış, iyi ve kötü günlerinde yanlarında olamamıştım.” Durdu etrafına baktı, rüzgâr dikkat kesildi “Tarihi unuttum. Ne zamandı bilmiyorum. Zamanımı kaybettim. Hatalarımı affettirmek için  beraber olmak istemiştim.” Ufka kadar uzanan masmavi sulara baktı. “Bana savaş açmasaydı, dağlar gibi dalgalarıyla eşimi ve kızımı benden alamazdı. O gece teknemizin güvertesinde ne kadar şendik. Aniden çıkan o fırtınada nasıl canavarlaştı? Üçümüz sularına düştüğümüz anda darmadağın olmuş, ayrı yerlere fırlamıştık. Gözlerimin önünde ikisini de bir anda yuttu. Mutlu bir geceyi neden bize çok gördü?” Rüzgâr teselli edercesine sırtını sıvazladı. “Beni belki bir kaplumbağanın, belki de bir yunusun üstünde getirip buraya atmış, onları neden getirmedi?  Onlardan beni niye ayırdı?” O cevap veremedi, geç kaldığını bahane ederek telaşla esip gitti.

Her gün gelip anlattığı bu öyküden sonra bakışlarını ufka dikerek gelecek bir cevap bekledi. Deniz, sahil boyunca uzanan geniş kartal pençesini kaldırıp ayaklanarak yükseldi yükseldi yeter artık “sus” diye şorladı. Kıyıdaki küçük balık sürüleri dibe doğru kaçtılar, taşlar korkuyla yerlerinden sıçradı. Başından aşağı akan sular adamı tekrar ıslattı. Omuzları çöktü, elleri yana düştü.

Gökten yere doğru inmeye başlayan siyah bir perde etrafı örtmeye başlayınca, gün boyunca ıslanan, titreyen vücudunu ısıtmak için topladığı çalı çırpıyla ateş yakmak istedi. Yakamadı. Karnı acıkmıştı, sağa sola baktı yiyecek içecek yoktu. Ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başladı. Karanlıkta kayboldu.

Güneş, o güne kadar gördüklerinin; yarın da aynısını göreceğinden emin gitmiş, ufukta bıkkınlıktan kızaran yüzünün izi kalmıştı.

20.8.2020

Nebahat Alptekin