
Metin Eloğlu (11 Mart 1927-11 Ekim 1985)
Ölümünden üç yıl önce yayımlanan Hep adlı şiir kitabının arka kapağında Behçet Necatigil onun için şunu yazmıştır: “Dili deryadil, müstehzi; çokluk halk konuşmasının canlılığını veren, arada argoya kaçan sevimli, sıcak, erbap bir dil! Şiirde zalim bir istihza, dokunaklı bir alay havası esiyor”.
Metin Eloğlu’nun Garip akımı içinde şiire başladığı, ilk iki kitabı olan Düdüklü Tencere (1951), Sultan Palamut (1957) yer alan şiirlerin toplumsal içeriğinin üçüncü kitabı Odun (1959)’la beraber değiştirmeye başladığı ve modern şiire doğru yön aldığı, Horozdan Korkan Oğlan (1960) ile içerik ve biçim olarak farklılaştığı, İkinci Yeni şiirine yakınlaştığı tartışmaları yapılırken benim aklımda kalan Metin Eloğlu, Hep Necatigil’in onun için söyledikleriydi.
İçinden geldiği gibi yazan ve konuşan bir şair olduğunu düşündüğüm Eloğlu, şiirdeki arayışını ilk kitabından hemen sonra zaten kendisi söylüyor; “Yeni bir ‘halk şiiri’ne nasıl varmalı; onu araştırıyorum. Yazıp çizdiklerimizde insanın içini sıkan bir noksanlık var. Bir bencillik, bir şairanelik, bir eski düzen diyeceğim.” (Yeditepe dergisi, 1952)
Yeditepe dergisinde resim üzerine yazılarının olmasının nedeni, Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümünden mezun olması, hatta Bedri Rahmi atölyesinde çalışmasıdır. TRT’nin hazırladığı belgeselde akademideyken kafasının resimden ziyade şiirle meşguliyetinden söz eder. Üsküdar’da doğmuştur, İstanbul’un hemen hemen çoğu bahçesinde çalışmış bahçıvan Hasan Efendi ile türlü nakışlar işleyen Nahide Hanım’ın oğludur. Yıllar sonra kendi kızına Şiir adını verecektir.
Mesela zamkinülzarefe yemeğinin
Akşama yetişmesi lazım, başın darda.
Al eline şu nesneyi,
Dibini bir güzel yağla,
Sovanını da doğra, düt! desin;
Bir tutam tuz, biraz kimyon;
Şıpın işi pişiverir.
Baksanıza göbek atıyor;
Beylere selam, hanımlara selam!
Çengi misin be gavur icadı,
Düdüklü tencere misin? ( Düdüklü Tencere şiiri)
Bu dönemde (1951) Asım Bezirci ile yaptığı söyleşide, halkın yanında yaşayarak, onun konuştuğu dili bilerek şiir yazılması gerektiğini, şiirin bir hikayesi olması yanında gerçeğin ve aydınlığın şiirini süssüz ve yalansız yazmanın önemli olduğunu vurgular.
Horozdan Korkan Oğlan’la imgelemeye yakınlaşan ve dilde yoğunlaşan bir şiire taşınır. Kendisiyle 1968 yılında yapılan başka bir söyleşide bunu söyle dillendirir: “Dil, ozanların ön araç’ı, ön kulp’u. Öyle olunca da ozan sayısınca ‘kendine özgü dil’ de ortaya çıkacak elbet… Ama kimileri bu zorunluluğu amaç ediniyorlar, kimileri de hep araç bilip hep özene bezene kullanmayı yeğliyorlar. Ben ikincilerdenim.”
Bu dönem şiirlerinden bazı örnekleri resimlerini görerek okuyalım.
Yumuşak G şiiri
Bedri Rahmi Eyüboğlu’ya…
Davulzurna menevişli pelvan gök
Aynalı tellikavak
Nakış nakışa salkım söğütler
Başucumuzda meleyen bir masal kuzu,
Yok/yoksul kınalı mutluluk,
Yakamoz yıllardaki buram buram şiir ses,
Dipdiri dedecil anı,
O horoz/düşü anacan kız,
Nice gözpınarımızda umut döğüşü,
Kuş kanadında şarap sulağı, rakıda telek,
Candaşlığı köpürten kapı/komşu bir deniz,
İsterizoğluisteriz,
Sanki kan/tere batmış bir Türkiye türküsü…
Öyle değil mi, reis?

…
Köz küllenirken neler sezer acaba
Bihız yaşanmışlığı mı? eh, o da bir yorum
Baba oldum iki kez, evet, basbayağ baba
Hayret, gençliğime hâlâ doyamıyorum
bir de avucumu açıyorum binlerce camkırığı
Hangi tırnağımı sökeyim öncelikle ben olmak için
Batan batana, sallar güller ve en sevdiklerim
İkisi var ya, onlarsız ben bir Kolonya ısırığı
… (Kolonyaya Selam Sabah şiirinden)

A şiiri
Edip Cansever’e
Şu yabanıl hergeleler var ya;
— hergele, yabanıl at anlamındadır zaten —
Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;
Ne koşum, ne gem, dizgin, yular, üzengi, eğer de ne?
Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır işim.
At nemize? diyeceksiniz;
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
İnsanoğlu basbayağ.
Yumuşak G’yi — uyakça ola— ilk Dıranas değerlendirmişti;
O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.
Eloğlu Türkçesi denilen şiir diliyle olan ilişkisine yine kendi söyledikleriyle değinelim. Füsun Akatlı’yla yaptığı “Divan Şiirinden Payıma Zırnık Düşmemiştir” başlıklı söyleşide Türkçeyi onarmak, yeniden var kılmak olarak adlandırdığı bir yükümlülükten söz eder. Anlam gücünü pekiştirmek için dilin olanaklarını kullanmak şairin boynunun borcudur.
Metin Eloğlu şiirinde İstanbul vardır, İstanbul bizim gördüğümüzden farklıdır. Metin Eloğlu’nun o kendine güvenli, şaşkınlıktan uzak bakışındaki İstanbul dizelerine dokunmadan İstanbullu olunmaz. Bu arada son yıllarda dergilerden derlenip yayımlanan İstanbullu adlı öykü kitabını da meraklıları için hatırlatalım.
Gayrı şarapsadım ben, İstanbul’sadım”
“Hadi git azıcık İstanbul iste / Kosunlar o denizi bir çanağa”
“İçin dışın bozela gümeç gözlerin / Güzeldi yeniydi İstanbul’luydu”
“İçin için sözleştik hiç unutur muyum / İstanbul’dunuz evimdiniz ne güzeldiniz”
“Hani İstanbul’u bu evin, hani zurnabalığı”
“Üç pencere ölüsünde bir daracık Üsküdar”
Çağ geçicisiydim, doğada İstanbul koparığı;
İnsandım, çıngıraktım, kiraz yeliydim;
Etmeyin, bana da aşkolsun mu?
Yahu, aşkolsun, şunca yıl yaşadınız;
Boş bulunup da, metin falan dediğiniz işte bu. (Boş, Bu Yalnızlık Benim adlı toplu şiirlerinin yer aldığı kitabından)

Sevgiyle selamlıyoruz.
Nükhet Eren
(Metin Eloğlu 11 Ekim’de vefat etmiş, 16 Ekim’de torağa verilmiştir. Mezar taşında vefat tarihi 16 Ekim görünmektedir)