Hırşşşşş, hırşşşş, hırşşşşşşşş

O ses de neydi! 

Gecenin karanlığında yatağıma yatmış uyumaya çalışıyordum… Uzun zaman olmuştu yatalı ama bir türlü uyuyamıyordum… Gündüz yaşadığımız olaylardan mıdır nedir zaten tedirgin yatmıştım yatağa… Yorganımın içine doğru iyice sokuldum, sesi duymamaya çalıştım… Ama nafile gecenin o boğucu sessizliğinde ses sanki zonklayarak büyüyormuş gibi kulaklarımda çınlıyordu… Yavaşça ayaklarımla yorganın ayak ucunu içeri doğru çekip  baştan aşağıya kendimi güvence altına aldım ve yorganı başımın üzerine çektim iyice…Dakikalar geçiyordu ama ses’in sesi kesilmiyordu… Yorganın içinde pişmiştim, her tarafımdan sular akıyordu ama korkudan yorganı açıp kalkamıyordum, sadece nefes almak için araladığım küçücük bir delikten nefes alıyor, yorganın içinde tir tir titriyordum… Sessizce kardeşime seslendim :

 –Alperrrr!

O sessizlikte sanki çığlık atmış gibi geldi kulağıma dönüşü sesimin ama aslında titrek bir sesti ağzımdan çıkan… Tekrar bağırdım, bağırdım, yok duymuyor… Maşallah kardeşim de top atsan uyanmayacak kadar derin uyuyordu. Bi cesaret yastığımı fırlatıp yorganın içine sığındım yine…

N’oluyoruz yaaa! diye uyandı uykulu uykulu… Benim tarafa doğru baktı, az da olsa görebiliyordu beni, ay ışığı bütün haşmetiyle odadan içeriye giriyor, loş bir aydınlık yaratıyordu

– Şişştt…. duymuyor musun sesi?

-Ne sesi ya! der demez,

Hırşşşşş, hırşşşş, hırşşşşşşşş… Ses bir daha duyuldu.

Bu ne ya! dedi Alper de korkuyla…

“Bilmiyorum ama çok korkuyorum, ne kadardır sana seslenip duruyorum ama” diye ağlar sesle fısır fısır konuşmaya başladım…

O da korkmuştu sesten ama erkek  ya yatalım ya  boşver, dışarıdan geliyordur sesler deyince daha da korkmaya başladım.

-Ya korkutma beni, dışarıdan mı geliyor dedin sen….o zaman….diye geveledim ağzımda bir şeyler…

Birden o da hatırladı gündüz olanları ve “yoksa” diye o da korku emareleri gösterdi sesinde…

“Yanına geleceğim senin” dedim ve cevabını beklemeden karşı tarafımdaki divanda yatmakta olan kardeşimin yatağına kendimi canhıraş atıverdim…Şimdi ikimiz de yorganın altında ve sucuk gibi terlerken bir yandan da konuşup duruyorduk fısıltıyla…

-Ya o geldiyse!

Evimiz Fatih’teydi…Fatih’in eski güzel sokaklarından Kınalızade Sokakta… Bilirsiniz Fatih, İstanbul’un en eski, en köklü semtlerinden biridir… Eski güzel şaşalı günlerin merkezi… Hoş bizim geldiğimiz zamanlarda yavaş yavaş bozulma emareleri gösterse de gene de güzel bir semtti bir zamanlar. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi üç büyük imparatorluğa ev sahipliği yapan bu semti ve tarihi yapılarını, onun o tarih kokan kokusunu sevmiştim ilk zamanlar… Her yanımız camilerle, yatırlarla çevriliydi. Hemen üst tarafımızda  Fatih camii, alt sağımızda  Koyunbaba, biraz ileride ilkokulumuz Hırka-i Şerif vardı. Ramazanda her gece camileri gezmeye gider, Sultanahmet’te gezinir ve Eyüp Sultan’a uğramadan dönmezdik. Camilere gitmeyi, ezan sesleriyle uyanmayı sevmiştim… Hatta bir ara büyüdüğünde ne olacaksın dediklerinde ben camide yaşayacağım” dermişim, o kadar yani…

Ama en çok da yazlık sinemalarını sevmiştim Fatihli olmanın… O zamanlar yazlık sinemalar vardı, şimdilerde özlemle yad ettiğimiz. Tahta sandalyelerin ardı ardına dizildiği Madalyon Sineması, Fatih’in en güzide açık hava sinemalarından biriydi… Fatih camiinin alt tarafında, bize göre sağ taraftaydı… Allahtan bizimkiler çok severdi sinemayı. Her film değiştiğinde mutlaka giderdik, hiç kaçırmazdık matineleri. Akşam olup da yemekler yendi mi herkes minderini alır, çekirdeklerini hazırlardı… Minder satılırdı satılmasına da, annem başkalarının oturduğu şeylere oturmamızı istemezdi… Erkenden giderdik yer kapmaya, arka sıraları tercih ederdik genelde… Sanki gazinoya gitmiş gibi hissederdik zira rengarenk ampullerle ışıklandırılmış açık hava sinemasında, filmden önce öyle güzel müzikler çalarlardı ki, romantik aşk şarkılarının yanı sıra Hint şarkıları “Avare mu”, sonrasında gelecek filmlerden ya da eskilerden parçalar gösterirlerdi… Bu arada ortalıkta çocuklar dolaşır, satış yaparlardı, en çok da Uludağ gazoz ile Frigo tercih edilirdi, bir de çekirdek çitlenirdi… Yer göstericiler çoğunlukla üniversiteli çocuklar olurdu, okumak için harçlıklarını çıkartmaya çalışan çocuklar… Küçük küçük yaz aşkları yaşanırdı dolayısıyla da….Açık havada, yıldızların altında, güzel müzikler eşliğinde, bütün komşular birlikte çok güzel günler geçirirdik.

Akşemsettin Mahallesi’nde, Fatih camiinin bir alt sokağındaydı evimiz. Hem adından hem de sokağın alt çıkışında yer alan iki binanın arasında yer alan elektrik tellerini sarmış ve sanki bir gerdanlık gibi boynuna dolanmış, en ufak bir rüzgarda pencereden dışarı uçuşarak dans eden perde misali, usul usul aşağılara sarkan asırlık sarmaşıktan dolayı sokağımızı da çok severdim. Sarmaşıklı tek sokak bizimkiydi, dolayısıyla da sokağımız benim için çok özeldi.  Sağ tarafında, kapısında her daim kedilerin beklediği, tahta boncuklu kapısıyla ciğerci Erol amca, sağ tarafta ise çocuk özlemiyle yanan ve bu nedenle içi ağzına kadar lebalep akide şekeri dolu kavanozundan istediğimiz kadar almamıza izin veren bakkal Erol amcanın dükkanı vardı bu sarmaşıklı sokağın.  Güzel günlerdi ama gün geçtikçe kaybediyordu güzelliğini… Allahtan daha çocuktuk, fazla farkında değildik gelen kasvetli günlerin. İşimiz gücümüz sokakta oynamak, koşturmaktı…

İşte Fatih böyle bir yerdi, ilk zamanlar çok sevmiştim, sonraları ise çok kasvetli gelmişti bana… Eski evimiz deniz kenarındaydı, Tarabya’da… Doğayla iç içeydik, açık ve ferahtı. Dilediğimiz gibi ormanlarda gezip eğleniyorduk. Oysa burası, ilk günlerin heyecanı geçtikten sonra bitişik bitişik apartmanları, daracık Arnavut kaldırımları, demirli pencereleriyle Fatih ve sokakları kasvetli gelmeye başlamıştı bana, güneşi görmek bile zordu burada… Çocuk aklımızla neşe içinde koşuşturduğumuz o günler büyüdükçe azalmış, evlere tıkılmaya zorlanmıştık istemeden. Annemle yalnız bir yaşamdan Fatih’e, üstelik bir de babaannemlerle birlikte oturmaya gelişimiz ve onların kısıtlamaları bize zor gelmişti, ama babamın iş yeri o kadar uzaktı ki eski evimize, mecburduk burada ve birlikte yaşamaya. Biraz sığıntı gibiydik, farklı kurallar vardı bir de elbette. Üstelik insanlar da farklıydı. Kadınlar hep birbiriyle uğraşır, birbiri hakkında konuşur, dedikodu yapardı, tabii ki günlerde. Gün geleneği vardı Fatih’te… Haftanın belli günleri belki de her gün müydü bilmiyorum, birinin evine gidilir, börekler, çörekler yenir, çaylar içilir, kahve falları bakılır ve dedikodu yapılırdı. Annem de sevmezdi, ona kalsa kütüphaneden çıkmazdı ama mecburdu gitmeye, çünkü halam ile babaannemin yanında gelinleri olarak gitmek zorundaydı. Bizler de annelerimizin yanında gitmek zorundaydık, dolayısıyla da  bütün o açık saçık konuşmaları duyar, gizli olayları bilirdik… Bir de “büyü” olayları çok vardı bu semtte. Kadınlar durmadan büyüler hakkında konuşur,  büyücülere giden kadınlar kendi tecrübelerini aktarırlardı, biz de korkuyla dinlerdik anlatılanları. Büyü ve Fatih özdeşleşmişti sanki.

En solda ben, ortadaki de kardeşim Alper

Günlerden bir gün, daha sokağa çıkma iznimiz varken, böyle sokakta oynarken, ki o gün bugündü işte, bir karmaşa aldı başını gitti. Bir gürültü patırtı sonrasında ortalığı kaplayan toz duman ve arkasında koşuşturan mahalleli hepimizi meraklandırdı. Meğer sokağımızın orta kısmında yer alan ve Hırka-i Şerif’e doğru sola doğru kıvrılan sokağın -Bab-ı Naili idi yanılmıyorsam- başındaki bakkal Nevzat amcanın sol tarafındaki eski bir bina kat karşılığı müteahhide verilmiş, işçiler de evi yıkıp yeni evin temelini atmak için çalışma yapıyorlarmış. Biz minik boyumuzla büyüklerin arasından sıyrılıp ne olduğunu görmeye çalışsak da becerememiştik bir şeyler öğrenebilmeyi… Sonradan temelde altın bulundu da ondan bu kalabalık demişlerdi, biz de kanmıştık saf saf ama neden Hırka-i Şerif’ten bir imam geldiğini ve resmi görevlilerin sokağı neden doldurduğunu anlayamamıştık.  Hakikati, akşam yemekler yenip aile büyükleri bir araya gelip de sohbete geçince öğrenmiştik bizde gizlice…Sözde bizi odamıza göndermişlerdi, ama biz gizlice merdivenleri inip dinlemiştik çaktırmadan… Bu arada bizim ev Fatih’teki diğer evler gibi apartmanvari değildi, üç katlı özel yapım bir evdi… Girişinde tek bir daire vardı, orayı kiraya veriyordu babaannemler, bizse ikinci ve üçüncü katlarda kalıyorduk, dubleks olarak yapılmıştı zamanında…

Gerçeğe gelince, eski ama gerçekten çok eski, tarihi binanın temellerinde bir mezar bulunmuştu….İşçinin biri etrafı temizlerken kazması mezara denk gelmiş, bilmeden mezarı darmadağın etmişti… O dağınıklıkta kefen bezi açılmış, bir kadın iskeleti ve kucağında bir bebek iskeletiyle… ne var bunda diyebilirsiniz de, korkunç olan sonrasıydı, evet,  ikisinin de üzerinde birbirine ters bağlanmış tahta kaşıklar bulunmuştu, sıkı sıkı bağlanmış…. Uğultu halinde büyü bu, büyü, kadına büyü yapılmış, vah vah, demek çocuğu ile birlikte gömülmüş, ayırma büyüsü bu, çocuk acaba gayri meşru muydu, öldürülmüş müydü?” faraziyeleri almış başını gidiyordu. Sonradan öğrendiğimize göre tahta kaşıkların sırt sırta bağlanması çiftleri ayırmak için yapılan bir büyüymüş. Nasıl bir nefret duymuşsa bunu yapan, mezarında bile rahat bırakmamış zavallı mevtayı. Uzun zaman konuşuldu bulunan mezar, hem büyükler hem de çocuklar arasında… Kadınlar da çocuklarını bu mezarla korkutur olmuşlardı. Evin eski sahipleri düşünüldü, araştırıldı, ama çok eskilerden kalmıştı mezar, kimsecikler bilemedi.

Hep böyle hurafeler, hep böyle korku hikayeleri vardı etrafımızda….Böyle haberlerle çalkalanırdı Fatih…Yatırları bol bir yerdi ne de olsa. Günlerde anlatılırdı hep “efendim yolu genişletmek istemişler ama yolun ortasındaki yatır izin vermemiş, ne zaman gelip kazma vursalar kazmayı vuran kişi geceleyin kabuslar görmüş, hatta delirmişmiş”. Ya da eski bir evi yıkmak isterler ama bir türlü yıkamazlarmış, “meğer o evde de yaşayan bir yatır varmış, sabaha doğru takunya sesleri duyulur, musluğun yanına bıraktıkları havlular ıslak bulunurmuş… Eğer kalbin temizse sana görünürmüş dede, beyaz sakallı, beyaz uzun elbiseli nurdan bir dede… Ama korkmaman gerekirmiş, hürmetle, yüzüne bakmadan, dua okuyarak elini öpmeliymişsin, bir dileğin olursa kabul olunurmuş,  çok hayırlı olurmuş böylesi, ama elini öpmez korkar kaçarsan  ya da abdest alması için  su ve havlusunu hazırlamazsan vay haline, geceleri kimseyi uyutmazmış”. Hiç anlamazdım iyi kalpli yatırın, istediği olmayınca nasıl da kötü biri olabileceğini. İşte bu tür hikayelerle büyüyorduk Fatih’in karanlık sokaklarında…

Romanya kökenli babaannem de çok severdi böyle hikayeleri. Bahriye hanım, Maçin Türklerindendi. Bazen takılırdı bize babam “Bak babaannenizi kızdırmayın, kurt adamların, vampirlerin memleketinden geliyor babaanneniz, belli olmaz ne yapacağı, ona göre…” diye söylerken kıs kıs gülerdi gülmesine de, biz korkuyla büzüşürdük olduğumuz yerde. Kuzguni siyah saçları ve her zaman giydiği koyu renk kıyafetleriyle, babaannem de üzerimizdeki etkisinin farkında bir havayla, uzun kış günleri sıcacık sobanın yanında, üzerinde çay demlenir ve bir yandan da kızartılırken kestaneler, bir oralardan, bir buralardan anlatırdı in-cin hikayelerini, hayaletleri, mezarından çıkan ölüleri…

O gece de kendi başından geçen bir in-cin hikayesini anlatmaya koyulmuştu. “Romanya’da küçük bir kızken, bir gece yarısı uyuyamamış, dışardan gelen bir müzik sesi duymuşmuş, çiftlikten çıkıp uzaktaki asırlık incir ağacının altından belli belirsiz ışık parlıyormuş”. Biz hem merak hem de korkuyla “eeee sonra” diye sorunca da “ne olacak işte inler, cinler düğün yapıyormuş, eğleniyormuş, mini minnacık acayip bir şeylerdi, sonrasında babam beni yakaladı da başıma bir şey gelmedi” diye eklemişti. “Aman aman sakın gece tırnak kesmeyin, saçınızı yerlere atmayın, bir hayvana hele hele bir kediye sokakta tekme falan atmayın, alır götürürler sizi” demişti. “Neymiş efendim, geceleyin gelir, götürürlermiş. Kendi mahkemelerine çıkarır, hayvanın hangi uzvunu zedelediysen senin de aynı uzvunu zedelerlermiş.” Korkudan hayvanlardan kaçar olmuştuk bizde, oysa ki ilk evimizde köpeğimizle mutlu mesut yaşıyorduk ne güzel, korkmadan. Korkuyla yutkunurken konuyu gündüz bulunan mezara getirdi bir de üstelik.   “Hay Allah, mezardaki mevtanın huzurunu bozdular şimdi, vay bozanın haline, vay buranın ahalisine” diye şom şom konuştu, neymiş efendim kadının hayaleti gelip evlere dadanırmış, insanlardan hesap sorarmış… Annem bizi nasıl kaçıracağını bilememişti odamıza.

Hırşşşşş, hırşşşş, hırşşşşşşşş…

Yok, bu bizdeki yatır, matır değildi…Ayağını sürür gibi biri yürüyordu sanki, bizi korkutmaksa niyeti, korkudan nerdeyse ağlayacaktık zaten… Şu buldukları mezardaki büyü yapılan kadın olabilir miydi acaba! Ama niye gelsindi ki bize! Biz bir yaramazlık falan yapmamıştık, dalga da geçmemiştik ölüyle… Acaba… Yoksa… O anda yan evdeki komşumuzun kızı geldi aklıma, sahi ya, nasıl da unutmuştuk onu… Dün de bir şok yaşamıştık… Yan komşumuzun kızı dün gece kendini arka bahçedeki kuyularının içine atmış, intihar etmişti, sabah sabah onun şokuyla uyanmıştık güne bir de…Acaba o gelmiş olabilir miydi? Sokağımızdaki evlerin arkası bahçeydi ve iki sokağın arka pencereleri bu bahçeye ve birbirlerine bakıyordu. Bizim odamız da arka bahçeye bakıyordu, bütün evler gibi. “Anneciğim” diye iyice kardeşime sokuldum…

“Alper, Bahise abla olmasın yoksa o sesi çıkaran, hani şu intihar eden kız”

“Belki de ailesini ziyarete gelmiştir, bize de gelemez mi yani”

Fısır fısır konuşmaktan ve korkudan sucuk gibi olmuştuk… Babaannem intihar eden ruhların huzursuz olduklarını, bu dünyaya takılıp kaldıklarını, geceleri gelip evini ziyaret ettiklerini, ağladıklarını falan anlatmıştı bir zamanlar… Onun korkusuna zaten dünden beri o çok sevdiğim ve bana eski evimizi hatırlatan arkadaki küçücük bahçeye bile bakamaz olmuştum…

“Anne ” diye bağırıverdim birden.

-Ne yapıyorsun!” dedi Alper, -Ya şimdi gelirse buraya, sus ya, duyacak!

-Ben dayanamayacağım, hadi o zaman birlikte bağıralım.

-….Anne….Baba….Baba….

Hırşşşşş, hırşşşş, hırşşşşşşşş

Baba, baba, Baba….

Ama yok, duyulmuyordu sesimiz, tabii ki duyulmazdı, çok marifetmiş gibi kapılar kapanıyordu geceleri, nasıl duysunlardı…. Artık ağlıyorduk utanmadan, sümüklerimizi çeke çeke….Neyse sonunda duydular sesimizi, bunda Alper’in tepinmesinin de yararı olmuştu elbet, tam tepelerinde yatıyorduk sonuçta….Kapıları güm güm vura vura bir sinirle geldi yukarıya babam.

Noluyor burda, ne bu gürültü?

Biz ikimizde canhıraş bir vaziyette yataktan fırlayıp gözlerimizde yaşlar, sarıldık can simidimize….İkimiz de bir ağızdan konuştukça uyku sersemi olan babam iyice sinirleniyordu bize….Sonunda bir bağırdı, pir bağırdı, aniden kendimize geldik, ışıkları açtı, biz de hıçkıra hıçkıra anlattık duyduğumuz sesi…

“Ödümüz patladı ama baba, hayalet geldi sandık, siz konuşurken duymuştuk, hani cesedini bulunmuş ya bir kadının, o zannettik ya da şu intihar eden komşu kızı…” İkimiz de bir ağızdan ardı ardına sıralıyorduk cümleleri…

“Ne hayaleti, ne intiharı, ne cesedi…Deli misiniz nesiniz, hay Allah, bunlar hep babannenizin uydurmaları, sizin kafanızı boş şeylerle dolduracağına, korkutacağına…Ah anne, ah”diye bastı kalayı….Hoş o da severdi annesinin hikayelerini ya, şimdi nedense pek bi kızmıştı.

-Hadi yatın bakayım, bir şey yok işte….

Ama bizi teskin etmek ne mümkün. “ Ya ne olur bekle baba, gitme, bak dinle

Allahtan tam da o sırada duyulmaz mı ses yine :

Hırşşşşş, hırşşşş, hırşşşşşşşş

Eskisi kadar kuvvetli olmasa da ses gene de vardı, baktı olmayacak, gitti bütün odaların ışığını yaktı babam, bir yandan da söyleniyordu, “gecenin yarısında bu ne ya!” diye, bizse tekrar yataklarımıza atlamış, yorganın altından ne çıkacak diye izliyorduk onu…. Aslında o da biraz tırsmıştı bence çünkü aslına bakarsanız o da korkardı böyle şeylerden. Bir keresinde annem mutfakta fare görüp de yakalaması için babamı çağırdığında korkudan masanın üzerine çıkmış, annemden onu süpürgeyle öldürmesini istemişti, o sahne gözümün önünden hiç gitmez. Neyse, korksa da yapacak bir şey yoktu tabii ki…Önce yattığımız oda kontrol edildi, yatağımızın altına bile bakıldı, sonra ön odaya gitti, oturma odasına,  mutfağa, hole, her yere baktı, kapılar açıldı, dolap kapıları açıldı kapandı, derken tok bir kahkaha  sesi duyuldu….Ne olduğunu anlamamıştık, alışık da değildik babamın kahkahasına….Sert adamdı doğrusu, korkardık ondan, zaten sabah işe akşam geç saatte eve gelip de bizi de erkenden yatırdıkları için pek temasımız olmuyordu babamızla…Üstüne üstlük babaannemlerden sonraki ikinci otoriteydi bizim için…Şaşırdık tabii ki….Niye gülüyordu ki!  Epey bir güldü ve sonra “Gelin bakayım buraya korkak fareler, gelin”  dedi….Ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığıyla odanın dışına çıkınca banyo kapısının önünde duran babamı gördük. Parmağını kaldırmış bize bir yeri işaret ediyordu…

O da ne! Biz de başladık gülmeye birlikte…Hem gülüyor, hem de gözlerimizdeki yaşı siliyorduk aynı anda…Manzara şuydu : Kapının içerisinde, yerde,  ilkokulda kalemtraşla kalemlerinizi açarsınız da çöpünü koyacak yer bulamazsınız ya, sonra  bir kağıt parçasını alıp iki yanına kaleminizi sıkıştırıp sonra büzerek geri çekip iki ucu büzgülü ortası çukur tas gibi bir şey yapar da içine çöpünüzü koyarsınız hani, biz de eve gelince yaptığımız dersten sonra kullandığımız ve çöpümüzü koyduğumuz o kağıdı yere koyup unutmuştuk doğrusu… Olabilir ne var bunda diyebilirsiniz de, işte komiklik bundan sonra başlıyor….Zavallı bir karafatma, bu bizim hazırladığımız o kağıttan tasa nerden girmişse girmiş, ama bir türlü çıkmayı başaramamış meğerse… Duyduğumuz o “Hırşşşşş, hırşşşş, hırşşşşşşşş” sesi zavallı karafatmanın kağıdın büzgülü yerine tırmanıp tırmanıp gerisin geriye ortaya düşmesinden sonra tekrar tekrar bu olayı denemesinden çıkmıyor muymuş….

E gecenin bir yarısı en ufak bir ses bile korkmaya meyilli insana çığlık gibi gelebilir elbette, hele de bizim gibi ecinni masallarıyla büyütülmüş olanlara…Babam “-Gördünüz mü bak, o korkacak bir şey yok,  hayalet mayalet yok, hem ölüden kimseye zarar gelmez. İyi ki anneniz görmedi, yoksa çok kızardı size, o demez mi hep, çöpünüzü işiniz bittikten sonra atın diye! Neyse haydi artık yatağa” dedi ve ışığı  söndürüp yavaşça aşağıya indi…İnerken gülümsediğini hala hissedebiliyorduk kardeşimle ve bu bizi mutlu etmişti ilk defa….

-İyi geceler abla!

-Sana da.

Artık korkmuyorduk, gecenin bir yarısı, ay ışığı sessizce doldururken odamızı pencereden usul usul rüzgarın etkisiyle havalanan delik işi perde de korkutmuyordu bizi… Her ne kadar perdenin hareketi odanın duvarlarında garip şekiller çizse de, ejderhalar, canavarlar görünse de arada bir, bahçedeki ağacın dalları cama tık, tık vurup bizi korkutsa da, duvarlarda sanki bize erişmek istermiş gibi kocaman kocaman parmaklarıyla işaretler etse de, arada bir merdivenlerden pıtır pıtır sesler gelse de, geceleri yatarken yataklarımızın altına bakmadan yatmıyorsak da artık korkmuyorduk…. Korkmak da neydi!

-Ayşen Cumhur Özkaya-

-Bir çocukluk hatırası- Fatih – 1964 : 1970-

Not : Paylaştığımız gif : https://tenor.com/view/inside-out-fear-scared-peeking-gif-5344494 adresinden alınmıştır.