“33 yılda 27 yere sürgün edilen bir eğitimci”
“Bugün, burada, Atatürk’ün gerçekten Başöğretmen olarak ulusal bağımsızlıktan uluslaşmaya giden çetin yolda, Türk ulusunun yürüdüğü gelişme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşaleyi yurdun dört bucağına taşımış, o meşalenin alevinde kuşakları özveriyle aydınlatmış birine Başöğretmen ödülünü vermiş olmamızın, benim açımdan, Başöğretmen olmaktan daha büyük bir anlamı var: Yazarı çizeri, tüm aydınıyla, bilim adamıyla, sanatı ve sanatçısıyla, bugün yere atılmış ve çiğnenmiş Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden Çankaya’ya paspas yapılmış Mustafa Kemal Atatürk öğretisini, o artık kendisi olduğumuz, ‘müspet ilim’ meşalesini, bağımsızlık ve özgürlük meşalesini, düşürüldüğü yerden kaldırmak, laik ve gerçekten demokratik Türkiye’nin bağrında yeniden tutuşturmak için buradayız. Çünkü Vecihi Timuroğlu, a,b,c’nin ışığında, aklın ve ilimin aydınlığında Başöğretmenin öğretmenidir ve binlerce öğrencinin başöğretmendir. Vecihi Timuroğlu […] öğretmenlerin öğretmeni olarak özgürlük savaşçısı, başöğretmenlerimizden biridir. O, gericiliğin faşizmle el ele, okulları kuşattığı günlerin özgürlük kavgacısı, adı yazılmamış kahramanıdır.”-Muzaffer İlhan Erdost-

VECİHİ TİMUROĞLU
Öğretmen, Araştırmacı, Şair, Yazar
29 Ekim 1927’de Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı gün Sivas’a bağlı Kangal ilçesinin Yellice Köyü’nde doğar Vecihi Timuroğlu. Ona, dedesinin adı olan Sadun ve ikinci ad olarak Vecihi verildi, ancak nüfus memurunun yanlış yazması sonucunda nüfusa Sadık Vecihi Timuroğlu olarak kaydedilir. Vecihi Timuroğlu’nun eski nüfus kaydında, “Munzurzade Sadık Vecihi” yazmaktadır. Timuroğlu soyadı ise babasının bilinen en eski soyu olan “Temür”den gelmektedir. Annesi Akile Timuroğlu ve kardeşi Sinan Timuroğlu’nu küçük yaşta kaybeden Vecihi Timuroğlu’nun babası Hüseyin Timuroğlu’nun yaptığı ikinci evlilikten altısı erkek biri kız olmak üzere yedi kardeşi olur.
Kökeni Dersim’in Ovacık İlçesine bağlı olan Ziyaret köyüne dayanmaktadır. Maksudan Aşireti’ndendir. Soyu Munzur Baba’ya dayanmaktadır, bu nedenle aile lakapları Munzuroğulları’dır. Maksudan Aşireti, 1902’de Müşir İzzet Paşa’nın birlikleriyle savaştı. Maksudan Aşireti yenilgiye uğrayınca, Sivas’ın Kangal ilçesine sürüldüler ve Yellice Köyü’ne yerleşirler. Soyadı yasası çıktığında Timuroğlu’nun babası Hüseyin Bey, Munzuroğulları soyadını almak ister, ancak nüfus memuru ağa, bey, paşa gibi kökleri olanlara bu türden soyadı verilemeyeceğini söylediğinden alamaz. Vecihi Timuroğlu, bunun için: “Munzuroğulları soyundan gelenlerin kökleri zenginliğe dayanmamaktadır. Toprakları yoktur emekçidirler ve eşkıyalıktan geçinirlerdi.” der.
Cumhuriyet’in toplumsal başarısı için yaşamı boyunca çalışmış ve çocuklarını da o doğrultuda yetiştirmiş bir adamın oğlu olmak, Timuroğlu’nun karakterine yön verir. Cumhuriyet aşkı, halk için çalışma, halkın sorunlarına çözüm bulma, toplumsal olaylara tepki verme ve çözüm üretme, devrimci kişilik ve davranış gibi özellikleri, küçük yaşta kazanır.
Babası Hüseyin Bey’in Vecihi beş yaşındayken Diyarbakır’ın Çermik İlçesine Özel İdare Memuru olarak atanmasından dolayı Timuroğlu ilkokula Diyarbakır’da başlar. Vecihi, 3. sınıftayken “Babam Topçu Ben Ateş” şiirini kürsüde okuyup, ardından program dışı özgün bir şekilde konuşmaya devam edince kaymakam tarafından kürsüden indirilmesini emredilir. Ancak öğretmeni buna engel olur, engel olunca da başka bir yere sürülür. Yerine gelen Raziye Hanım da veremden ölünce okula gitmek istemeyen oğlunu, babası Elazığ’da yaşayan halasının yanına gönderir.
Elazığ Atatürk İlkokulu’nda üçüncü sınıfta okumaya başlayan Vecihi, aynı yıl okullarına gelen ve onların sınıfına, matematik dersine giren Atatürk’ün sorduğu dört işlem problemini; bu sorunun üçüncü sınıf öğrencilerinin düzeyinin üstünde olduğunu ve bu nedenle cevaplayamayacaklarını söyleyen öğretmenine karşın parmak kaldırarak “ben çözerim” der. Timuroğlu’ndan tahtaya gelip problemi çözmesini isteyen Atatürk, problemi çözmesi üzerine başını okşayıp “aferin” der. Daha sonra, onu öğretmenler odasına çağırttırarak ailesini soran Atatürk, “ne olmak istiyorsun?” sorusuna “‘Âşık’ Paşam” cevabını alınca, odada bulunanların gülmesine aldırmadan, “yani şair olacaksın”, Timuroğlu da başını sallayarak “evet” deyince “sen iyi bir mühendis ol, bize yollar köprüler yap, şiir gene yazarsın” der.
Bir hafta sonra Diyarbakır’a atanan babasıyla Diyarbakır’a giden Vecihi için, dördüncü sınıfı okurken bakanlıktan bir yazı gelir; Atatürk, Vecihi’yi unutmamıştır ve böylece Ankara’da parasız yatılı okur. Ankara Gazi Lisesi’nde öğretimine devam ederken, Gazi Lisesi’nin ortaokul kısmı kaldırılınca, parasız yatılı olduğu için Diyarbakır parasız yatılıya gönderilir. Lise son sınıfa kadar Diyarbakır’da okur. Diyarbakır’da lise birinci sınıfta okurken arkadaşı Veli Dolu Kasımoğlu ile vali konağının bahçesinden elma çaldıkları gerekçesiyle tutuklanıp nezarete atılırlar. Savcı bunların komünist ve kürt olduklarını, devlet malına bilerek zarar verdiklerini ileri sürerek tutuklanmalarını ister. Ancak, hâkim davanın sonunda, bunun çocuk işi olduğuna karar vererek, onları serbest bırakır ve Vecihi Timuroğlu böylece liseyi Erzurum’da bitirir.
İlk siyasal amaçlı tutuklanmasını Erzurum’da yaşayan Vecihi Timuroğlu, felsefe öğretmeni Muzaffer Faik Amaç’ı arkadaşı Fetih Naci ile yolcu etmeye gider. Öğretmenleri, komünist olduğu gerekçesiyle sürgün edildiğinden ve onlar da öğretmenlerini yolcu ettiklerinden, ikisine de komünist damgası vurulur.
1945’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde felsefe okur ve mezun olur, aynı zamanda ek dal olarak da edebiyat okur. Birçok kaynakta Edebiyat Bölümü mezunu olduğu yer alsa da, asıl alanı felsefe, ikinci alanı edebiyattır.
1950’de üniversiteden mezun olan Vecihi Timuroğlu, Pertev Naili Boratav, Orhan Burian, Behice Boran, Niyazi Berkes, Nusret Hızır, Alfred Rode, H. Kunt gibi tanınmış hocalardan ders aldı ve hocası Prof. Dr. Pertev Naili Boratav’ın asistanı oldu. Ancak Boratav’ın kürsüsü komünistlik yapıyor suçlamalarıyla 1952’de kapatılınca zorunlu olarak görevden ayrıldı. Vecihi Timuroğlu’nun hayatında hocası Boratav’ın çok önemli bir yeri vardır. Kendisi hocası için şunları söylemektedir: “Mühendis olmayı düşünürken, karşıma Pertev Naili Boratav gibi bir dev çıktı.”
Vecihi Timuroğlu, büyük saygı duyduğu hocası Boratav ile hiçbir zaman ilişkisini koparmaz. Kürsüsünün kapatılmasından dolayı Fransa’ya giden Pertev Naili Boratav, öğrencisi Vecihi Timuroğlu’nu da götürmek ister ancak Boratav, maddi imkanlardan dolayı kendine güvenemediğinden gitmez. “Sonradan, çok pişman oldum ama iş işten geçti. Başka bir yönden de çok mutlu oldum. Anadolu’da gezmediğim yer kalmadı. Her yeri gezdim.”
Timuroğlu, yıllar sonra hocasına duyduğu saygıyı ifade etmek için bir anısını şöyle dile getirir: “Öğrencilik yıllarımda, Pertev Naili Boratav, yaz tatillerinde boş durmamamız için masal, mani, türkü vb. toplamamızı isterdi. Kuşkusuz, derlemeyi nasıl yapacağımızı da belletirdi. Derlediğim masallardan on birini geri verdi. ‘Bunları ilerde yeniden yazarsın. Bunlar çok güzel masallar, sanatsal öğeleri var. Anderson gibi yazarsın sonra.’ dedi. Bunlardan birini yitirmişim. Nasıl oldu bilmiyorum. On tanesini, yıllar sonra yazdım ve ‘Fırat’a Masallar’ adıyla yayımladım. Belki, tümünü yitirecektim. Pertev Naili öğretmenim, bir yaz Türkiye’ye gelmişti. […] Son görüşmemizde masalları sordu. Yazamadığımı söyledim ama bütün bedenimi ter bastı. Kesinlikle yazmamı istedi, ben de oturup yazdım.”
Hocasının kürsüsü kapatılınca, işsiz kalan Vecihi Timuroğlu, atanmak için Milli Eğitim’e başvurur, ancak ona üniversitedeki işinden atıldığından dolayı atanamayacağı söylenir. Mahkemeye başvuran Timuroğlu, davanın sonuçlanmasını beklerken on ay süreyle Sivas Belediyesi’nde Elektrik İşleri Müdürlüğü’nde abone memuru olarak çalışır, davayı kazanır ve Sivas Lisesi’ne atanır, ancak bir milletvekillinin oğlunu sınıfta bıraktığı için Hekimhan’a sürülür. Hekimhan’daki dokuz öğrencisi olan okulu için köylerden öğrenci toplar. 1956’da Elazığ’a atanır. Üç yıl içerisinde Elazığ Lisesi’nin kitaplığına beş bin kitap kazandırır.
1957’de Elazığ Lisesi’nin fen şubelerinden on sekiz öğrenci mezun ederler ve bu öğrenciler Avrupa ve devlet sınavlarına girmeye hak kazanır. Birincisinden on dördüncüye kadar kazananlar, bu okulun öğrencileridirler. Bu başarıyı duyan Vehbi Koç, ödül olarak para teklif eder ancak Vecihi Timuroğlu ve arkadaşı bunu ret ederler. Oradan Bitlis’e sürülen Vecihi Timuroğlu, Bitlis’te koyunları merinoslaştırır, böylece orada yaşayan insanların daha fazla para kazanmasını sağlar. Bitlis’den de Urfa’ya oradan da Silifke’ye atanır. Baştan aşağı harabe halinde olan okulu, velilerle işbirliği yaparak onarır, gereken öğretmenleri Ankara’dan talep eder ve aynı yıl on yedi öğrenciyi üniversiteye gönderir. Oradan Aydın’a atanır ancak gitmez, istifa eder. Malatya’da iki yatırımcının desteği ile istediği özel okulu açar.
Malatya’dan sonra Ankara’ya dönen Vecihi Timuroğlu bakan danışmanı olarak çalışır. Tam o dönemde Artvin Lisesi’nin Müdürü öldürülünce, onun yerine atanır. Artvin’de, 1968 yılı 10 Kasım töreninde, kürsüde Atatürk’ün Toprak Reformu’ndan söz ederken “Sen ne diyorsun in aşağıya” diyen valiye “Asıl senin Atatürk’ü dinlemeye hakkın yok çık dışarı” diye karşılık verip, valiyi dışarı çıkarttırır ve bahçede kovalar. Derken Kaman’a atanır. 1969’da Sinop’a gidip oradan Kastamonu’ya geçer, yine istifa edip Ankara’ya gider. Gazetelerde çalışır ve çeviri yapar. Sonra, devlet tarafından Konya’ya atanır. (Tümen Kurmay Başkanı Şinasi Orel Konya’ya gitmiştir ve oradaki lisede gördükleri onu korkutur ve Timuroğlu’ndan burayı düzene koymasını ister). Aynı şekilde, oradan da Beyşehir’e atanır. Beyşehir’in her yerinden su akmasına rağmen, evlerde su yoktur. Hemen “Beyşehir’e Su Getirme Derneği”ni kurar. Evlere su getirtir. Bunun dışında çok kısa süre kaldığı Nusaybin, Cizre, Diyarbakır gibi yerlerin liselerinde de görev yapar. 1972’de yeniden Sivas’a atanır.
Bülent Ecevit’in içinde kurşunlandığı, her gün birilerinin yaralandığı ve öldürüldüğü, yedi bin öğrencili Atatürk Lisesi Okul Müdürlüğü’ne atandığında yıl 1974’tür. Timuroğlu, okula gittikten iki saat sonra silahlı saldırıya uğrar. Bir gece de iki yüz kırk üç öğretmeni görevden alır. Bu okuldan mezun ettiği öğrencilerinden biri de Can Dündar ve İbrahim Akıncı’dır.
Yönetici olarak sert olduğu ve özellikle öğretmenlere karşı sert olduğunu söyleyen Vecihi Timuroğlu, bunun nedeninin öğretmenlerimizin eğitim ve öğretim yasalarını bilmemesi olduğunu vurgular. Zümre toplantılarının önemli olduğunu çünkü her dersin özel öğretim yöntembilim olduğunu, bu yüzden, aynı dersi veren öğretmenlerin bir araya gelerek ve hangi konuyu, nasıl öğreteceklerini tartışmaları gerektiğini söyler. Böylelikle sınıflar arasında denge kurulacak ve farklı öğretmenlerin aynı dersi vermelerinin de bir önemi kalmayacaktır. Çünkü bütün sınıflar o dersi aynı yöntemle, aynı düzeyde öğreneceklerdir, öğretimde farklılık oluşmayacak ve veliler de tek bir öğretmeni istemeyeceklerdir.
Öğretmen öğrenci ilişkisinde de öğretmenin, öğrencinin onurunu kırmamasına önem verir. Sınıfta meydana gelen bir durumda öğretmen haksız ise müdür olarak uyarır. Vecihi bey “Öğrenci adalet duygusuyla yetişmelidir.” bilinciyle hareket eder ancak, öğrenci de, terbiyesizlik, hakaret, sahtekârlık ve yalan gibi konularda bağışlanmayacağını da bilmelidir. Vecihi Timuroğlu’na göre, eğitim özgür olmalıdır. Tabii bu özgürlük anlayışı, öğretmenle uğraşmak anlamında değil, eğitimde özgürce soru sorma, sorgulama, düşüncesini söyleme olanağının yaratılması biçimindedir. Ona göre, öğretmen-öğrenci-yönetici ilişkisinde yalan olmamalıdır. Ayrıca haksızlığa karşı çıkamayan öğrenciyi de eğitilmemiş saymaktadır. Ona göre gençler, üretici güçler durumuna getirilmelidir. Zihinsel olarak da üretime dönük insanlar yetiştirilmelidir.
Timuroğlu, bir söyleşisinde eğitim için şunları dile getirmektedir:
“Eğitim, insanı yeniden yaratmaktır. İnsanı insan için yeniden yaratmak, sanırım bir insanın yaşamını kurtarmak kadar önemlidir. Belki de daha önemli. İnsanı yadsımayan, toplumuna yabancılaşmayan, haksızlıkları bilinçle kavrayan ve onlarla savaşan, salt gerçekliği, doğruyu, iyiyi, güzeli arayan bir insanı yetiştirmenin verdiği hazzı, hiçbir insani duyguyla ölçemezsiniz. Bir de, insanı, kabak gibi yetiştiremiyorsunuz. Çok uzun bir süreç gerekiyor. Bu süreçte, size en uzak kültürlerden gelmiş insanlarla bütünleşiyorsunuz. Siz de, yeniden yaratılmış oluyorsunuz. Yani, insanı eğitirken, kendinizi de eğitiyorsunuz. İşte önemli olan bu. Kuşkusuz, çağdaş gelişmeleri izlemezseniz, eğitici olamazsınız. Kendinizi yineleyen birisi olarak kalırsınız. Giderek, toplumun en gerisindeki insan olursunuz. Eğitimci, çocuğu, ne çocuk için, ne toplum için sever. Çocuğu, eğitmek için sever. Onu doğanın ve toplumun yasalarını bilen, öğrendiğini yaşama geçiren, doğayı ve toplumu değiştirmeyi ve dönüştürmeyi düşünen duruma getirir. Kısası, eğitimci, insanı yetiştirmeyi sever. Öğretmensiz insan yetiştirilemez. Eğitimin temel öğesi öğretmendir. ‘İnsanı yetiştirmek, salt onlara örnek olmakla olanaklıdır’, diye düşünülürse, eğitim sorunu kalmaz.”
“Bizde alana yönelik özel yöntem dersleri vardı, örneğin yabancı dil nasıl öğretilir. Şimdi şu da var, 1974 yılında öğretmen okullarını da, eğitim enstitülerini de, yüksek öğretmenliği de kapattılar. Eğitim fakültelerinde şimdi sınıf öğretmeni yetiştiriyorlar, bu bence mesleği tam kavratmaya yetmiyor. Örneğin yedi ile on yaş arası öğrencilerine tarih dersi, Türkçe dersi nasıl verilir? Bunların dil kapsamları nedir? Sözcük ekonomileri nedir? Kitaplar buna göre nasıl düzenlenir? Bunların hiç biri okutulmuyor. Bizim dönemimizde ilkokul öğretmenleri, öğretmen okullarında yetiştirilirdi. Ortaokul öğretmenleri, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde yetiştirilirdi. O zaman iki tane eğitim enstitüsü vardı, sonradan üçüncüsü açıldı. Ankara Gazi Enstitüsü, İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü, Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü. Bir de yüksek öğretmenlik vardı, biri İstanbul’da diğeri Ankara’da. Yüksek öğretmenler lise için eğitilirlerdi.”
“Biz birinci sınıftan başlayarak, her sene şubat ayı tatilinde bir okula gidip stajyerlik yapardık. Şubat ayları tabii liselerde, ortaokullarda tatil değildi. Bizi her sene bir okula stajyer olarak gönderirlerdi. Dört yıllık eğitim süresince gittik. Fakültelilerden farkımızın biri de buydu. Fakülteli staja gitmezdi. Biz zorunlu olarak giderdik, çünkü Milli Eğitim Bakanlığı’nın hesabına okuyorduk. Örneğin bir sene ilkokulda, bir sene meslek okullarında, bir sene de liselerde. Hangi branştaysanız, gittiğiniz okulda, o branştaki en kıdemli öğretmenle birlikte derslere girerdiniz. O, size değerlendirmeyi, soru sormayı, ders vermeyi öğretirdi. Örneğin anlatmanız için bir konu verirdi, o geçer arkada otururdu, dersi dinlerdi, dersten sonra ders işleyiş şeklini değerlendirirdi. Yanlışı nerede yaptın, sınıf ortalamasını nerede aştın, nerede düştün, bunlar çok önemlidir. Bize matematik, fizik, edebiyat vb. nasıl öğretilir, onları öğretiyorlardı. Örneğin matematik eğitiminde şunu temel alırlardı, bugün bu yok, biz bir matematik probleminin nasıl çözüleceğini önemsemezdik, o hiç önemli değildi, önemli olan matematiksel düşünce nasıl verilirdi, yani çocuğun önüne siz bir problemi koyduğunuz zaman, çocuk bunu nasıl çözebileceğini hangi yöntemlerle çözebileceğini düşünebilmeliydi.”
Titiz bir edebiyatçıdır Timuroğlu. Ele aldığı konuyu tüm yönüyle, ayrıntısıyla inceler, her türlü kaynağa başvurur. Bulabildiği en eski kaynağa kadar gider ve o kaynağı yazıldığı dilde okumak istermiş. Diyelim ki kaynağın dili İngilizcedir, onu İngilizce okur, kaynak, kendisinin bilmediği bir dilde yazılmışsa çevirilerine bakarmış. Örneğin kaynağın aslı Almanca ise İngilizce, Fransızca ve Türkçe çevirilerine bakar, çevirilerde bir farklılık yoksa güvenirliğini ortaya koymuş demektir deyip çalışmaya başlar ancak farklılık varsa o dili bilen birinden yardım alırmış. Hiçbir kaynağı da dışlamadığından, doğru sonuca ulaşırmış. Aşağıdaki sözleri bir zamanlar ülkemizde verilen eğitimin ne kadar doğru olduğunu ispatlar niteliktedir :
“Birçok araştırmayı beğenmiyorum, çünkü araştırmalarının kaynak çalışmalarını eksik görüyorum. Araştırmacı kesinlikle ilk elden beslenmelidir. Kullanacağı belgenin doğrudan görücüsü olacaktır. Böyle bir olanağı yoksa güveneceği bir kaynağı seçmelidir. Bunu da açıkça belirtmelidir. Diyelim, ben ‘masal’ üzerine çalışıyorum. Bütün dünya masallarının ‘biçimbilimi’ni, konu dağılımını, yerel ve evrensel tiplerini, tipleme yöntemlerini bilmem gerekli. Kuşkusuz bütün dünya dillerini öğrenmem ve tüm masalları ilk elden incelemem olanaksız. Öncelikle, kendi dilimin masallarını fişlerim, sonra bildiğim dillerdeki masalları fişlemeye başlarım. Biçimbilim açısından ortak yanları belirlerim. İkinci aşamada, abecesel diziye göre ülkeleri sıralarım. Masal konusunda yapılmış araştırmaları belirlerim. Tümünü belirledikten sonra, bunların arasından, biçimbilimle ilgili olanları ayırırım. Başlarım onları okumaya. Diyelim, masalın biçimbilimi üzerine en eski kaynak, ünlü Rus halkbilimcisi Viladimir Propp’un ‘Morfologiya Sakzki’ adlı yapıtı olsun. Ben, Rusça bilmediğime göre, bu yapıtın Türkçe çevirisi olup olmadığını araştırırım. Mehmet Rifat, Sema Rifat ikilisinin bir çalışmasına rastlarım. Hemen o yapıtı incelemeye başlarım. Görürüm ki, bu iki değerli bilim adamı, V. Propp’un yapıtı üzerine, değerli çalışmalar yapmışlar. Onların bulgularını ve saptamalarını fişlerim. Ancak, bu iki değerli bilgin, yapıtı çevirmemişler. Çalışmalarında, yapıtın Fransızca çevirisi olduğunu duymuşlar. Kaynağında, kendileri de, bu çeviriden yararlanmışlar. Hemen o çeviriyi bulurum: ‘Morfologie du conte, Paris Seuil, 1970, çeviren: Marguerite Derrida.” İngilizcesi varsa, onu da ararım. Karşılaştırma olanağı bulurum. Kısası, ayağımı sağlam basarım yere. Bu işi bitirince, diyelim masalların temel ıraları olan ‘olağanüstülük’ öğelerini ararım. Çinliler, olağanüstü öğesini hangi örgelerle (motif), Hintliler hangi örgelerle, Araplar hangi örgelerle sağlıyorlar? Ortak ya da özgün yanları nelerdir? Rastladığım her öğeyi fişlerim. Fiş çıkarmayı bilirsiniz. Önce çalıştığın konuyu yazarsın, sonra bulduğun belgeyi belirtir ve sahibini, bulunduğu yeri gösterirsin, daha sonra, o belgedeki bilgileri not edersin, anlatılarını yaparsın, cildini, sayfasını belirtirsin, yazarken bunları değerlendirirsin. Ele geçirdiğin her kaynağın doğru olduğunu düşünemezsin, her zaman kuşkuların olacaktır. Belgeler çoğaldıkça ayıklama olanağı bulunacaktır.”
Arapça, Farsça, Osmanlıca, İngilizce ve Fransızca bilen Vecihi Timuroğlu, yazdığı eserlerin “sanat” ve “yazın” amaçlı olmasına dikkat eder. Toplumsalcı gerçekçi sanatı tercih eder. Temel biçimi “deneme”dir. Genelde “toplumsal konular” ve “sanat kuramları” üzerine yazar. “Deneme, felsefenin yazındaki türüdür. Denemeci, eskileri yinelemez, eskileri eleştirerek yeniden düşünmeyi amaçlamaktadır.” der.
Edebiyatın şiir, deneme, hikâye ve masal türlerinde eserler veren Vecihi Timuroğlu’nun ilk yazısı Diyarbakır’da çıkarılan Dicle gazetesinde (1940), ilk şiiri Varlık dergisinde (1942), ilk denemesi ise 1948’de Yücel dergisinde yer almıştır. 1973’de Evrim dergisini çıkarttı. 1975’te Türk Dil Kurumu’nda birçok arkadaşıyla birlikte ortaöğretimde okutulan kitapları inceleyip raporladı. 1977’de Cemal Süreya, Ragıp Gelencik ve Ahmet Say’la birlikte Türkiye Yazıları dergisini çıkarttı. Sayısız konferanslara katıldı, birçok semineler verdi, Çoğunlukla gönüllü hizmet verdi. İşçi Edebiyatı öykü yarışmalarında komisyon üyeliği yaptı. Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurucu üyesi olan deneme türünün ustası Vecihi Timuroğlu; ayrıca öyküler, şiirler yazdı, derlemeler ve incelemeler yaptı, roman ve öykü düzeltmeleri ile uğraştı. Bir çok dergide yazdı, dergiler çıkarttı. Bir çok ödüller aldı. Yazılarında “Sadık Munzuroğlu, Mehmet Kürşat, Hüseyin Hakir, Dr. Ali Hakir” isimlerini kullandı.
“Kitaplarına girmemiş birçok yazısı olduğunu da eklemeliyim. Ayrıca, Timuroğlu adsız bir yazar olarak da çalışmıştır. Örneğin, Ismarlama Ders Kitapları Üzerine Bir Rapor (TDK yayını, Ankara, 1979) adlı kitabın Felsefe, Yazın, Din Dersleri, Psikoloji bölümleri onun kaleminden çıkmıştır.” – Öner Ragıp Gelencik ÜNALAN – Yazar-Çevirmen
Vecihi Timuroğlu üç evlat sahibi olmuş ancak oğlu Kürşat Timuroğlu otuz üç yaşında Almanya’da vurularak öldürülmüş, kızı Simin Timuroğlu da 12 Eylül döneminde hapishanede gördüğü işkenceler sonucu yakalandığı böbrek yetmezliğinden yaşamını yitirmiş. Bir tek küçük kızı, fizik mühendisi, fizik öğretmeni Zerrin Timuroğlu hayatta. Çocuklarının annesinden yirmi altı yıllık bir evlilikten sonra ayrılan ve hayatının son yıllarını üçüncü eşi Aysel Uğur Çakır Timuroğlu ile geçiren Vecihi Timuroğlu, 23 Ekim 2014 yılında Ankara’nın Kazan ilçesinde kalp yetmezliğinden yaşama gözlerini yumdu.

Vefatından sonra Timuroğlu’nun arşivi, aldığı ödüller ve plaketler Munzur dergisine bağışlandı. Yaklaşık on bin kitap, dergi, fotoğraf, başlayıp da bitiremediği çalışmaları, kendisine yazılan mektuplar, Munzur dergisi tarafından alınarak tasnifi yapıldıktan sonra dergi bünyesinde “Vecihi Timuroğlu Arşivi” oluşturuldu. 2016 yılında Munzur (Dersim Etnografya Dergisi) sahibi araştırmacı yazar Mesut Özcan tarafından kurulan Vecihi Timuroğlu Kütüphanesi; Ceyhun Atuf Kansu, Cemal Süreya, Behçet Necatigil, Edip Cansever, Cahit Külebi ve daha pek çok şaire ait bine yakın notun ve belgenin eklenmesiyle bir müze haline getirildi.
“Vecihi Timuroğlu’nu en iyi tanımlayacak sıfat Aydınlanma aydını, Cumhuriyet aydını olmalı. İsimsiz kahramanların ordusunda rütbesiz nefer olmayı ve kalmayı göze almış bir aydın. Hiçbir kişisel onurun, hiçbir kişisel başarının toplumsal onur ve başarıdan daha değerli olmayacağını bilen ve sonuna kadar bu bilincin peşinde giden bir irade.” – Özdemir İnce –
“Türk yazınında, felsefe yapmasını bilen tek yazar” – Melih Cevdet Anday –
Vecihi Timuroğlu’nu vefatının altıncı yılında sevgi ve saygıyla anıyoruz.
– AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA –

YAZDIĞI DERGİLER :
Adam Sanat Dergisi – Afrodisyas Dergisi – Berfin Bahar Dergisi – Beşparmak Dergisi – Bilim ve Sanat Dergisi – Cumhuriyet Dergisi – Damar Dergisi – Dost Dergisi – Edebiyat ve Eleştiri Dergisi – Ekin Dergisi – Evrim Dergisi – Gökyüzü Akademi Dergisi – Kar Dergisi – Munzur Dergisi – Oluşum Dergisi – Özgür İnsan Dergisi – Özün Dergisi – Sanat Rehberi Dergisi – Sesimiz Dergisi – Türkçe Dergisi – Türk Dili Dergisi – Türkiye Yazıları Dergisi – Varlık Dergisi – Yarın Dergisi – Yazın Sanat Dergisi – Yazko Edebiyat Dergisi – Yeditepe Dergisi – Yeni Edebiyat Dergisi – Yonca Dergisi – Yücel Dergisi
ALDIĞI ÖDÜLLER :
• 1998 Edebiyatçılar Derneği “Onur ödülü Altın Madalyası”
• Barış Gazetesi “Cumhuriyet’in 50.Yılı Şiir Ödülü”
• Spor Toto “Atatürk’ün 100. Doğum Yılı Ödülü”
• 2004 Eskişehir Sanat Derneği “Yunus Emre Araştırma Ödülü”
• 2007 Anadolu Eğitim Sendikası “Başöğretmen Ödülü”


ESERLERİ :
1976 Göz Göz Olmak
1976 Ismarlama Ders Kitapları Üzerine Rapor
1978 Bura Yemendir
1978 Ceyhun Atuf Kansu I-II
1979 Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin ve Vâridât
1980 Ulusal Kurtuluş Savaşçısı Atatürk
1980 Tut Beni Sevda Çağırır
1983 Bir Sürgünün Ezgileri
1984 Minnacık Kadın
1987 Ahmet Kutsi Tecer, Kişiliği Sanat Anlayışı ve Tüm Şiirleri
1988 Atatürk ve Kuva-i Milliye Şiirleri
1990 Fırat’a Masallar
1991 Dersim Tarihi
1991 İnançları Uğuruna Öldürülenler
1991 Türk – İslam Sentezi
1991 Yazınımızdan Portreler
1992 Ahmet Arif Hayatı, Sanatı, Şiirleri
1993 Merhaba Oğlum
1993 Yazınımızdan Başkalarının da Okuyacağı Mektuplar
1994 Aşk Üzerine
1994 Bülbülleri Ne Yaptılar?
1994 Melih Cevdet Bilge ve Duyarlı (Kürşat’la Söyleşi)
1994 Şiirin Büyücü Kızı: İmge
1995 Cahit Külebi/Hırçın ve Lirik
1995 Mevlana
1995 Orhan Kemal
1996 İslam’ın Akla Bakışı Üzerine Bir Deneme
1997 Siyah Bir Güldür Ölüm
1998 Kardaşım Oğul
1998 Nasrettin Hoca’nın Düşünce Dünyası
1999 Büyü
1999 Noktalama İşaretleri
2000 Atatürk Şiirleri
2002 Hoşgörü, Dostluk ve Dayanışma içeren Atasözleri
2002 Söylev (Nutuk) Seçmeler
2004 Alevilik, Bektaşilik, Şiilik, Kızılbaşlık
2004 Dursun Akçam’ı Anmak
2004 Yunus Emre Üzerine Bir Deneme
2006 Pazarlanan Ülkem
2006 Tarih Felsefesi Açısından Gençler için Atatürk
2007 İlköğretim öğrencileri için Atatürk
2007 İnsan Hakları Sözlüğü
2007 Söylev (Nutuk)
2009 Ahmet Arif’in Türk Şiirindeki Yeri Üzerine Bir Deneme
2009 İlhan Selçuk
2010 Hallâc-ı Mansûr’dan Nesimi’ye Değin Doğu’da ve Batı’da Düşünsel Gelişme Üzerine Söylev
2012 Muzaffer İlhan Erdost
2013 Estetik