Yazan : Alejo Carpentier

Çeviri : Ayşegül Ayman

-VIII-

Eşyalar büyüdü. Kollarını yemek masasının kenarında tutmak giderek zorlaştı. Oyma pervazlı dolapların ön yüzleri genişledi. Bedenlerini esneterek, merdivenlerdeki Moorlar9 fenerlerini sahanlıktaki parmaklıklara tuttular. Koltuklar daha derindi ve sallanan sandalyeler geriye doğru devrilmeye eğilimliydi. Mermer ayaklı banyo küvetinin içine uzandığı zaman bacaklarını kıvırması gerekmiyordu artık.

Bir sabah, ahlaksız bir kitap okurken Marcial birden bire tahta kutularında duran kurşun askerlerle oynamak istedi. Kitabı yine lavabonun altına sakladı ve örümcek ağlarıyla kaplanmış bir çekmeceyi açtı. Çalışma masası bu kadar çok kişinin sığması için uygun değildi. Marcial yere oturdu. Piyadeleri sekizli sıralar halinde dizdi, sonra atlı süvariler, sancaktarın etrafında toplananlar ve arkada toplarıyla topçular. Arkadakileri öne sürünce, flütler, timballer ve davulculardan oluşan muhafız alayı geldi. Havan topları, bir metre uzaklıktan cam bilyeleri fırlatacak yayla donatılmıştı.

Dan! Dan! Dan!

Atlar düştü, sancaktarlar düştü, davullar düştü. Ellerini yıkayıp yemek odasına inmek üzere kafasını toplaması için Zenci Eligio tarafından 3 kez çağırılması gerekti.

Bundan sonra Marcial, seramik yer döşemesinin üzerinde oturma alışkanlığını korudu. Avantajlarını anladığında bunu daha önce düşünmemiş olduğuna şaşırdı. Kadife yastıklara tutkunlukları ile yetişkinler çok fazla terlerler. Bazısı noter gibi kokar –Don Abundio gibi-, çünkü üzerine boylu boyunca uzanıldığında mermerin serinliği hakkında (sıcaklık ne olursa olsun) hiçbir şey bilmezler. Bir odanın tüm açıları ve perspektifleri tam olarak yalnızca zemininden değerlendirilebilir. Yetişkin insan boyundan görünemeyecek tahtanın güzellikleri, gizemli böcek yolları, gölgeli köşeler vardır. Yağmur yağdığında Marcial orgun altına saklanırdı. Her gök gürültüsü kutuyu titretirdi ve tüm notalar çalardı. Gökten doğaçlama dolu bir mağara yaratan yıldırımlar düşerdi- bir orgun çıkardığı sesler, rüzgarda bir çam koruluğu, bir cırcır böceğinin mandolini.

-IX-

O sabah, onu odasına kapattılar. Evin her tarafından fısıldaşmalar duydu ve ona verdikleri öğle yemeği hafta içi bir gün için çok eğlenceliydi. Pazar günleri ayinden sonra sadece iki tane yenebilen, parktaki şekerci dükkanından alınmış keklerden altı tane vardı. Kapıların altından yükselerek gelen vızıltı, panjurların arasından dışarıya bakmasına yol açana kadar kendisini seyahat gravürlerine bakarak eğlendirdi. Bronz saplı bir kutu taşıyan siyah giyimli adamlar geliyordu. Ağlamak üzereydi ki, tam o sırada, gıcırdayan botlarının üzerinden dişlek bir gülümsemeyle arabacı Melchor ortaya çıktı. Satranç oynamaya başladılar. Melchor At’tı. O Şah’dı. Yer döşemelerini satranç tahtası yapıp, o her seferinde bir kez ilerleyebiliyorken Melchor bir öne iki yana- ya da tam tersi- sıçrayabiliyordu. Oyun, Ticaret Odası İtfaiyesi geçip akşam olana kadar sürdü.

Uyandığında, hasta yatağındaki babasının elini öpmeye gitti. Marki kendisini daha iyi hissediyordu ve oğluyla normal cümleleri ve tavırlarıyla konuştu. “Evet, baba” ve “Hayır, baba” cevapları, ayindeki yardımcının cevapları gibi sorular tespihindeki tanelerin arasına yerleşiyordu. Marcial Marki’ye saygı gösteriyordu, ama hiç kimsenin tahmin edemeyeceği sebeplerden. Ona çok uzun boyu yüzünden saygı gösteriyordu ve balo geceleri göğsünün üzerinde parıldayan süslemelerle ortaya çıktığı için saygı gösteriyordu; kılıcına ve askeri apoletlerine imrendiği için, Noel’de iddia üzerine bademler ve üzümlerle doldurulmuş koca bir hindiyi yediği için; bir keresinde, belki de onu dövmek istediğinden, yuvarlak avluyu süpüren melez kızlardan birini tutup kucağında kendi odasına taşıdığı için. Perdenin arkasına saklanan Marcial, kızın kısa bir süre sonra ağlayarak ve elbisesinin düğmeleri açılmış olarak çıktığını gördü ve cezalandırıldığına sevindi, çünkü bu, kilere konan reçel kavanozlarını her zaman boşaltan kızdı.

Babası, Tanrıdan sonra ilk olarak sevmesi gereken dehşetli, soylu bir varlıktı. Marcial onun Tanrıdan daha Tanrı olduğunu hissetti, çünkü armağanları günlük ve elle tutulurdu. Ama ona daha az müdahale ettiği için cennetin Tanrısını tercih ederdi.

-X-

Eşyalar büyüdüğünde ve Marcial, yatakların, dolapların ve yazı masalarının altında neler olduğunu herkesten daha iyi bildiğinde, büyük bir sırrı oldu; hayatın arabacı Melchor dışında hiçbir cazibesi yoktu. Ne Tanrı ne babası ne de Corpus törenlerindeki sırmalı Piskopos, Melchor kadar önemliydi.

Melchor çok uzaktan gelmişti. Fethedilen prenslerin oğluydu. Onun krallığında, filler, hipopotamlar, kaplanlar ve zürafalar vardı. Orada insanlar, Don Abundio gibi, parşömenlerle dolu karanlık odalarda çalışmıyorlardı. Hayvanlardan daha akıllı olarak hayatta kalıyorlardı. Bir tanesi,  mavi bir gölde kocaman bir timsahı, kızartılmış 12 kazın sıkıca paketlenmiş gövdelerine gizlenmiş bir kanca ile parçalayarak yakalamıştı. Melchor öğrenmesi kolay şarkılar biliyordu, çünkü sözcükler anlamsızdı ve bol bol tekrar ediliyordu. Mutfaktan şeker çaldı, ahır kapısından gece dışarıya çıktı ve bir keresinde polise taş atıp Amargura caddesinin kuytularında gözden kayboldu.

Yağmurlu günlerde, Melchor’un botları kurusun diye mutfaktaki ateşin önüne konurdu. Marcial, o botları dolduracak ayaklara sahip olmayı arzu ederdi. Sağdakinin adı Calambin idi. Soldakinin adı ise Calamban. Sadece parmakları ile dudaklarına dokunarak vahşi atları ehlileştiren adam, uzun şapkalar giyen bu mahmuz ve kadife lordu da mermer zeminin yazları ne kadar serin olduğunu biliyordu ve mobilyaların altına büyük salona gitmekte olan tepsilerden aşırılan bir meyve ya da keki saklardı. Marcial ve Melchor’un, meyve ve bademlerle dolu ve birbirini anlayan gülüşlerle Uri, uri, ura diye çağırdıkları gizli bir dükkanları vardı. Her ikisi de evi baştan aşağı keşfetmişlerdi ve ahırların altındaki Hollanda mataralarıyla dolu küçük bodrum ile hizmetçi odalarının üzerindeki kullanılmayan çatı katında bulunan kırık cam bir kavanozdaki kanatlarını kaybetmiş on iki tane tozlu kelebeği bilen yegâne kişilerdi.

 -XI-

Marcial bir şeyleri kırma huyunu edindiğinde Melchor’u unuttu ve köpeklerle yakınlaştı. Evde bir çok köpek vardı. Çizgili, büyük bir tane vardı, memeleri sarkan bir av köpeği, oynamak için çok yaşlı bir tazı ve diğerlerinin zaman zaman kovaladığı ve hizmetçilerin kapatmak zorunda kaldıkları tüylü bir köpek.

Marcial en çok Canelo’yu seviyordu, çünkü o yatak odalarından ayakkabıları çalıyor ve bahçedeki gül tarhlarını eşeliyordu. Her zaman ya kömürden kapkara olur ya da kırmızı toprakla kaplanır, diğer köpeklerin yemeklerini yutar, sebepsiz yere sızlanır ve çeşmenin oraya çalınmış kemikler saklardı. Arada bir, ağızlığının çevik bir kaldıraç hareketiyle tavuğu havaya uçurduktan sonra yeni yumurtlanmış bir yumurtanın işini bitirirdi. Herkes Canelo’yu tekmelerdi. Ama onu götürdüklerinde Marcial hasta oldu. Köpek, Charity Hastanesi’nin öte tarafına terk edildikten sonra zafer neşesiyle kuyruğunu sallayarak geri döndü ve evde diğer köpeklerin avdaki yetenekleri ya da bekçi köpeği olarak uyanıklıkları ile işgal edemedikleri bir mertebe kazandı.

Canelo ve Marcial birlikte çiş yaparlardı. Bazen oturma odasındaki İran halısını seçerlerdi ve yün yığının üstüne yavaşça büyüyen bulut şekilleri çizerlerdi. Bunun için kayışla cezalandırılırlardı. Ama kötek, yetişkinlerin düşündüğü kadar acıtmazdı. Aksine, bir ulumalar konseri vermek ve komşuların sempatisini kazanmak için mükemmel bir sebep olurdu. Çatıdaki şaşı kadın babasına “vahşi” dediği zaman Marcial Canelo’ya baktı ve gözleriyle güldü. Bisküvi almak için biraz daha ağladılar ve sonra hepsi unutuldu. İkisi de toprak yiyor, güneşte yuvarlanıyor, balık havuzundan su içiyor, tatlı fesleğenin altında gölge ve güzel koku arıyorlardı. En sıcak saatlerde nemli kaldırım taşları kalabalık olurdu. Eğri bacaklarının arasından sarkan torbayla gri bir kaz, çıplak kıçıyla yaşlı tavuk, vıraklayan ve boğazından pembe bir kravat gibi sarkan pembe dilini içeriye çeken bir kertenkele; şehirde doğmuş, dişileri olmayan bir juba10 yılanı ve deliğini çalı tohumlarıyla örmüş bir fare. Bir gün Marcial’a bir köpek gösterdiler.

“Hav, hav” dedi.

Kendine ait bir dili konuşuyordu. En yüksek özgürlüğe erişmişti. Ellerinin erişemeyeceği şeylere bile elleriyle erişmek istiyordu.

-XII-

Acıkma, susama, sıcak, acı, soğuk. Marcial algısını bu zaruri gerçeklere indirgediğinde artık onun için dıştan gelen bir unsur olan ışıkla ilişkisini kesti. Kendi adını bilmiyordu.  Sevimsiz tuzuyla vaftiz ondan geri alınmıştı ve şimdi koku, işitme ve görmeye ihtiyacı yoktu. Elleri hoş biçimlere değiyordu. Tamamıyla sezgisel ve dokunmayla hisseden bir varlıktı. Evren tüm gözeneklerinden nüfuz ediyordu. Sonra, sadece dumanlı devler algılayan gözlerini kapattı ve içinde öldüğü, gölgelerle dolu, ılık, nemli bir vücuda girdi. Vücut, onun kendi cismine büründüğünü hissedince, hayata doğru savruldu.

Ama şimdi zaman daha çabuk hızlandı ve son saatlerini azalttı. Dakikalar, bir kumarbazın baş parmağının altından kayan kartlar gibi ses çıkarıyordu.

Kuşlar, bir tüy akını içinde yumurtalarına geri döndüler Balıklar, havuzun dibinde pullardan bir tipi bırakarak balık yumurtasına pıhtılaştılar. Palmiyeler iğneli yapraklarını katladılar ve kapanmış bir yelpaze gibi toprağın içinde yok oldular. Bitki sapları yapraklarını emdi ve toprak ona ait olan her şeyi içine çekti. Gök gürültüsü koridorlarda yeniden duyuldu. Eldivenlerin süetlerinde tüyler büyüdü. Örgü şallar renklerini kaybetti ve uzak koyunların postunda ortaya çıkıverdi. Dolaplar, yazı masaları, yataklar, haçlar, masalar, panjurlar, ormanlarda kadim köklerini arayarak gecenin içinde uçtular. İçinde çiviler olan her şey dağıldı. Demirli duran (tanrı bilir nerede) iki direkli bir gemi,  yer döşemelerinin mermerlerini ve çeşmeyi aceleyle İtalya’ya geri götürdü. Silah koleksiyonu, demir eşyalar, anahtarlar, bakır kaplar, ahırdaki gemler, çatısız suyollarından toprağın içine doğru akan metal nehrini büyüterek eridi. Her şey biçim değiştirdi ve ilkel durumuna geri döndü. Kil, bir evin yerine çöl bırakarak yeniden kil oldu.

-XIII-

İşçiler şafak vakti yıkıma devam etmek için geldiklerinde, işlerini bitmiş buldular. Birisi, önceki gün bir antikacıya satılan Ceres heykelini alıp götürmüştü. Sendikaya şikayette bulunduktan sonra adamlar gittiler ve şehir parkının banklarına oturdular. Sonra aralarından bir tanesi, bir Mayıs öğleden sonrası Almendares nilüferleri arasında boğulan bir Capellanias Markizi hakkındaki şüpheli hikayeyi hatırladı. Ama hiç kimse bu hikâyeye dikkat etmedi, güneş doğudan batıya doğru ilerliyordu ve saatlerin sağ tarafında büyüyen zamanlar tembellikten daha da uzamalıydı, çünkü onlar kesinlikle ölüme götürenlerdi.

Notlar:

9 Moorlar: Arap ve Berberi asıllı Afrika’da yaşayan Müslümanlar.

10 Juba: Afrika’da bir şehir. 2011 yılında bağımsızlığını kazanan Güney Sudan Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.