-O aslında evlatlık…   

-Nasıl yani?   

Duyduklarından şok olmuş vaziyette olduğu yerde donup kaldı. Bunca yıldır kardeşi  bildiği Ahmet  nasıl evlatlık olurdu?

-Ama, ama… diye kekeledi.

-Evlatlık işte, bugüne kadar babanla benim sırrımızdı, şimdi sen de öğrendin işte!

Annesinin her an bayılacakmış gibi görünen rengi uçmuş çehresine baktı  ağlamaklı gözleri su yeşili olmuştu. Sesi gibi elleri de titriyordu konuşurken. Uzandı o minik elleri tuttu, onu her akşam pencerenin yanında babasıyla karşılıklı kahve içtikleri koltuğuna oturttu. Hoş kendisi de titriyordu, o da çöküverdi annesinin dibine.  Babası ise buzdan bir heykel gibi pencerenin önünde kala kalmıştı, odaya ilk girdiği andan bu yana hiç kıpırdamamış, konuşmamıştı. Nasıl olurdu, böyle bir şey nasıl saklanırdı, hem niye saklamışlardı, sorular, sorular. Annesi bu soru bombardımanı karşısında afallamış, çaresizce ne diyeceğini düşünüyor gibiydi. Kocasının suskun simasına baktı, kızına baktı, sonra :

-O bilmiyor ve asla bilmeyecek. Sen de bunu unutacaksın. Duymadın farz et. O hala senin kardeşin. Değişen bir şey yok.

-Nasıl olur, anne! Nasıl duymam, nasıl unuturum. O benim kardeşim değilse, kim? Ya o, duyunca nasıl da yıkılacak. Aman Allahım!

Yaşadığı şok yeni yeni etkisini gösteriyordu. Eline damlayan gözyaşına hayretle baktı, ne zaman ağlamıştı ki? Annesiyle babasının suratına baktı, cevap alamayacağını anlayınca salonun kapısını vurup çıktı. Arka taraftaki odasına girip kendini bir külçe gibi yatağa bıraktı. Keşke hiç duymasaydı bunları.

-N’oldu minik kuş! Bu gün şakımıyorsun, hayrola Karadeniz’de gemilerin mi battı?

Yatağın kenarından ayaklarını çekiştiren Ahmet’e ilk defa alıcı gözüyle baktı, kimdi bu karşısındaki?

-Ne o, beni ilk defa görüyormuş gibisin, kızım benim ben, senin yakışıklı kardeşin.

-Git başımdan!  Kimseyi görmek istemiyorum!

-Anne ne oldu bu kıza?

-Boş ver oğlum,  genç kızlık halleri, rahat bırak biraz, düzelir.

-Of ya! Ne güzel sinemaya götürecektim onu, şimdi tek başına çekilmez.

Ne çok severdi iki kardeş sinemaya gitmeyi, bir an kalkıp gidesi geldi, sonra bir yabancılık, bir tedirginlik hissetti, ne oluyordu ona, anlamadı. Bir türlü anlamıyordu, nasıl evlatlık olabilirdi ki? Ayrı yumurta ikiziydiler ve de birbirlerine çok düşkündüler. Ahmet onu hep korur, kollar, o da onu çok sever ve sayardı, abisi gibi hürmet ederdi ona. Peki şimdi?  Hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranabilecek miydi? Bazen hiçbir şey bilmemek, bilmekten daha iyi diye düşündü.  Bilince bildiğin şeyden sorumlu oluyorsun, oysa en rahatı bilmemek, dert yok, tasa yok. Şimdi düşün, dur. Keşke öğrenmeseydi, huzuru kaçmıştı. Ahmet’in anne babası kim, niye evlatlık verilmiş, nasıl bize gelmiş, neden bu güne kadar söylenmemiş?

Annesiyle babası da diken üstündeydi, onlarla birkaç kez konuşmaya yeltelenmiş ama aynı cevabı almıştı : Unut. İyi ki Ahmet duymamıştı. Duysaydı ne yapardı acaba? diye düşünmeden edemedi. Kardeşi son derece dirayetli, kuvvetli,  sağlam karakterli aynı zamanda da çok yardımsever, nazik, kibar ve duygulu biriydi. Okulda bir olay olduğu vakit arayı bulan, ortalığı sakinleştiren, zayıfları koruyan, kollayan, sahip çıkan hep o olurdu. Ama böyle bir durumda ne yapardı kestiremiyordu. Kendisinin başına böyle bir şey gelseydi yıkılırdı herhalde, onun gibi olmayı çok isterdi.  

-Güzellik, seni neyin var, neden böyle kendini kapattın, günlerdir benimle de konuşmuyorsun doğru dürüst. Annemlere söyleyemeyeceğin bir sorunun varsa bana güvenebilirsin, biliyorsun.

– Ahmet, bir gün  evlatlık olduğunu öğrensen ne yapardın? 

-Anlamadım? Ne alaka?

– Dediğim gibi, diyelim ki sen evlatlıksın, nasıl hissederdin?

-Ne o deli kız, kompozisyon mu yazacaksın, ödevin var da bana mı yaptıracaksın gene bakayım.

-Ne yapayım bir türlü işin içinden çıkamadım. Biraz yardım etsen. Dediğin gibi ödevim var ve de  iyi not alamazsam puanım düşecek, o yüzden de canım çok sıkkın. Hiçbir şey yazamadım hala.

-Tamam canım, tamam, hadi biraz kafa yoralım o zaman, ne de olsa istediğin fakülteye gitmen için puanının yüksek olması lazım. Şimdi gelelim soruna. Beni boş ver, sen evlatlık olsan ne hissederdin? Bir de böyle düşün bakalım.

-Ben mi? Yok canım niye ben, yani lafın gelişi dedik değil mi? Tamam tamam,  ben olsam delirirdim herhalde.

-Neden? Delirmen için ne gibi bir sebebin var?

-Nasıl yani Ahmet, insan bu güne kadar ana baba bildiği kişilerin aslında ana babası olmadığını öğrenirse delirmez mi? Güveni sarsılır, hayatı yıkılır, bunalımlara girer insan.

-Hoppala, kızım sen de amma abartıyorsun, ne yıkılması, ne bunalımı? Tamam, tamam düşürme yüzünü, diyelim ki ben evlatlığım, hımmm galiba ilk anda çok şaşırır ve kalakalırım herhalde. Beni bırakanlara öfke de duyabilirim ki hakkımdır.

– Eee sonra…

– Bilmem herhalde mantıklı düşünmeye çalışırdım, neden beni bıraktığını merak ederdim mesela. Hani annemle gözü yaşlı izliyorsunuz ya hep TV’lerde. Dur fırlatma yastığı! Ama doğru değil mi? Sonuçta her gün ana babasını arayanlar var ekranlarda. Her şey göründüğü gibi çıkmıyor, bazıları gerçekten de istemeden bırakıyor evladını. Arar mıydım? Galiba…

– Peki bizi bırakıp gider miydin?

– N’oluyoruz ya? Ne bu böyle? Alt tarafı bir ödev, hiç seni böyle ciddi görmemiştim. Nerde benim uç uç kelebeğim, güler yüzlü cimcimem. Tamam tamam, tabii ki gitmezdim, hem ben seni bırakıp nasıl gidebilirim, sonra ben kime abilik yapacağım.

……..

– Aaa…Ne oldu, ne o gözlerindeki yaşlar. Deli kız, sen iyice melankolik oldun çıktın başımıza. Hadi giyin, seni o çok sevdiğin filme götüreceğim, locadan yer aldım kaykıla kaykıla izleriz artık. Frigolar benden ama kokoşaleler senden ona göre, yok öyle bedavaya gezmek. Hadi ben aşağıya inip arabayı ısıtayım,  sen de sıkı sıkı giyin e mi? Artık dönünce yazarsın kompozisyonunu.

Anlattıkları içine su serpmiş, bir an için hissettiği o yabancılık yok olup gitmişti. O kardeşiydi, hiçbir şey değiştiremezdi bunu. Onun üzülmemesi için sessiz kalacak, konuyu unutacaktı. Aralarında kan bağı olmasa da gönül bağı vardı ne de olsa, hem de hiç kopmayacak bir bağ : Kardeşlik bağı.

Daha sonraları annesi  ölüm  döşeğinde anlatmıştı kendisine gerçeği.  Doğduğu gece annesiyle birlikte bir kızcağız da varmış doğum yapan, gariban, kimsesiz, sahipsiz.  “Fikriye” imiş adı. Aynı anda girmişler doğumhaneye de kızcağız görememiş bebeğini, masada kalmış doğururken. Baş hemşire Semra, teyzesinin kızıymış annesinin,  “bu yavrucak kimsesiz kaldı, siz sahiplenin bunu,  sevap işlersiniz hem de” deyince yıllarca çocuk özlemi  içinde kavrulmuş olan annesiyle babası kıyamamışlar onu terk etmeye ve kucaklarında iki çocukla dönmüşler evlerine o sabah.  Yıllarca gizli kalmış bu sır; ta ki onun, o gün arkadaşının evinden erken gelip sessizce eve girdiğinde duyduğu konuşmaya kadar.

-Sen merak etme anneciğim, sırrınızı asla ifşa etmedim, etmeyeceğim. Sen aramızdan ayrıldıktan sonra bile bu sırrı sakladım.  Ahmet’le beni sakın merak etme. Yattığın yerde rahat uyu.

-Şuna bak oğlum, nasıl da annesiyle içli içli dertleşiyor, toprağını severmiş gibi okşuyor.

-Evet babacığım, ne kadar da akıllı, duyarlı, iyi kalpli bir kız oldu değil mi?

-Onun bugünlere gelmesinde senin emeğinin,  hele hele  yaptığın fedakarlığın büyük rolü var. O meşum gün annenle konuşmamızı duymasaydı bütün bu yalanlara gerek kalmayacak, sen de bu  büyük sorumluluğu üstlenmeyecektin ama kader işte.

-Ne demek babacığım, o benim kardeşim, emanetim. Olması gerekeni yaptım sadece.

-Allah senden razı olsun oğlum. O kaldıramazdı gerçeği. Bu sır seninle benim aramda artık sonsuza dek.

-Elbette babacığım, içiniz müsterih olsun. Fikriye, hadi artık gidiyoruz, vedalaş annemle, daha sinemaya yetişeceğiz. Frigolar senden bu defa ona göre.

-Ayşen Cumhur Özkaya-