Edebiyatın tarihsel gelişimine baktığımızda yazar ve okur arasındaki en kuvvetli bağın sözcükler olduğu aşikardır. Birbirlerini fiziken tanımayan yazar ve okurun sözcükler etrafında başlayan sohbetlerinde; okur, metinler arasında kendini bulabileceği eşsiz cümleleri aradı, kimi kahramanlarla özdeşleşti, zihinsel ve ruhsal kapasitesini fersah fersah artıracak değerli bilgileri öğrenmeye çalıştı.

Yazma ile birlikte var olan, hatta yazının var oluş sebebi olan “okur” kavramı günümüzde “nitelikli okur, ideal okur” gibi kavramlarla önemli bir dönüşüm geçirdi. Yayınevleri ve yazarlar tarafından azınlık olduğu düşünülen nitelikli okurun özellikleri, sınırları, özgürlükleri, yazarla ve metinle ilişkisi, kısaca tanımı konusunda görüş birliğine varmak da zor gibi görünüyor. Arjantinli yazar, çevirmen ve editör olarak uluslararası üne sahip Alberto Manguel “Okumanın Tarihi” kitabında bu konudaki görüşlerini oldukça kapsamlı bir şekilde belirtiyor.

Edebi metnin bir nevi tamamlayıcısı olan, okurun peşine düştüğümüzde, atölyemizin hazırladığı Pazartesi14.com dijital dergimizin sıkı takipçisi ve okuru, Altın Yayınlar eski genel müdürü, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Onursal üyesi, yayın evi sahibi Uğur Gergin’le okur-yazar birlikteliği, nitelikli-ideal okur kavramı, okuma alışkanlıkları, yayıncılık serüveni ve dostları üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik.

Uğur Bey, 2019 yılında, Okuyay Platformu’nun Konda Araştırma ve Danışmanlık ile sürdürdüğü, Türkiye Okuma Kültürü araştırması yapıldı.  2011 yılından sonra ilk kez bu kadar kapsamlı bir çalışma yapıldığı belirtiliyor. Bu çalışma ile Türkiye’nin okuma haritası ve okuma oranları çıkarıldı. Araştırmada yer alan 15 yaş ve üzerindeki katılımcılara göre; ülkemizde “kitap okuyorum” diyenlerin oranı  2008 yılında %30, 2019 yılında ise  %64 olarak tespit edilmiş. Yine aynı araştırmada hangi tür kitaplar okunuyor diye bakıldığında çıkan sonuçlar ise şöyle:

%42 kurgu, roman, şiir kitapları
%34 din- inanç kitapları
%19 eğitim kitapları (ders ve yardımcı kitaplar)
%15 araştırma-inceleme (kurgu dışı kitaplar)
%9 akademik kitaplar (üniversite kitapları)
%7 çocuk ve ilk gençlik kitapları

Bu araştırma sonuçlarını değerlendirebilir misiniz?

Aile yaşamında çoğu ebeveynlerin,  çocukların okul eğitimlerinin yanı sıra  gelecekte  aydın birer birey olabilmeleri yönünde,  iyi  örnek olamadıkları ne yazık ki  gerçek. Temel eğitimin ilk dört ve ikinci dört yılında çocuk kitaplarının satışlarının bir hayli olduğunu görüyor, diğer yayınlarla ilgili istatistiki verilere biraz şaşı bakıyorum. Daha doğrusu güvenmiyorum.

Özellikle temel eğitimin son basamaklarında, çocukların, edebiyat dünyasına duyacağı  merakı ve ilgiyi  uyandırmak, genelde  öğretmenlere bırakılmış. Ayrıca gerçek o ki, onların bu çabaları, en başta yetersiz içerikteki kitapları aşma gayretleri ile yol alabiliyor.

Edebi türlerin farklı farklı olması gibi okurlar da sınıflandırılabiliyor. Sürekli olarak gazete, dergi, kitap okuyan, okuma alışkanlığı olan kimselere nitelikli-ideal okur diyebilir miyiz?  Sizin nitelikli-ideal okur tanımınız nedir?

Önce okumanın önemini,  aksiyom olarak kabul edelim ve öyle ilerleyelim. Sonra bu alışkanlıktaki farklılıklara bakalım. Okurun ağırlıklı olarak ilgi alanlarına, sadece  gazete, sektörel dergi ve magazinsel  yayınlar giriyorsa, bu durumu, okuma alışkanlığı dediğimiz alanın dışında tutmak isterim.

Yerli, yabancı, farklı  türleri (roman, novella, öykü, şiir, bilimsel) seçip düzenli okur olanları, iyi okur olarak  nitelemek isterim. Burada anahtar tanım, “düzenli” sözcüğü. Yalnız şu kesin; belli bir eğitim almış okurların, edebiyatın temelini oluşturan dünya  edebiyatının baş yapıtlarının  önemli sayıdaki eserlerini  okumaları, onların  nitelikli okur katına  erişme  basamakları olacaktır diye düşünenlerdenim. Edebiyat ve sanat dergi okurlarının, genelde  “düzenli iyi okur” ve “nitelikli ideal okur” kümelerinden oluştuğu kanaatindeyim. Ama sanat ve edebiyatın esas alt yapısının kaynağı, tıpkı geçmişin “Tevhid-i Tedrîsât”ındaki (eğitim birliği) gibi okullarımız olmalıydı.

Okur Uğur Gergin, ağırlıklı olarak neler okur?  Okumanızı etkileyen şeyler nelerdir?

Okumalarımda, düzyazı metinler ya da yapıları gereği şiirler olsun, beni sarsacak cümleleri, derin  çağrışımlarıma  yönlendiren dizeleri  bulmaya  çalışırım. Hadi bir örnek vereyim; Sayın Nükhet Eren’in “Oksijen Tölaransı” şiirinden bir dize. “Çayır kokan Kuşlar” okuduğumda hayal dünyam, atağa kalkıvermişti.

Alın bir başkasını; Doç. Dr. Cengis T. Asiltürk’ün  “Suret” adlı romanından “Çocukken bir kelebeğim oldu benim.”   Gel de hayal dünyasında yol alma…

Gittim, gittim, gittim… Vardım Louis Aragon’un “Çalardı Bazel’in Çanlarına”, Atila  İlhan’ın çevirisi idi (1969) “Çucuk bu Guy” diye  başlıyordu. Sanırım hâlâ öyledir. Düşün Allah düşün. Sihirli birer giriş cümleleri. Okuyarak çözülecek bir bulmacanın ipuçları sanki.

Düzyazılarda, fazla devrik olmayan cümlelere de düşkünlüğüm var. Şiirlerde… En gemi azıya almışı bile makbulümdür. Başlıklardan da çok etkilendiğim olur. Mesela Melisa Kesmez’in Sait Faik ödülü aldığı öykünün ve kitabının başlığı “Nohut Oda”; bu kısası, uzunu da var. “Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz”. Bir de romanlarını zevkle okuduğum Orhan Pamuk’tan bir örnek vereyim. “Kırmızı Saçlı Kadın”dan. Romanın kadın kahramanlarından biri salaş bir tiyatronun oyuncusu. Tüm olumsuzluklarına karşın sadece ezberindeki bir repliği, her gece tekrarlamasının ona verdiği olağanüstü haz, o sahneye tutku ile bağlanma  nedeni olarak görüyor. Ne Kadar?…  Sonuna kadar.

Şüphesiz yayıncılık mesleği ve oradan hayatını kazanma yolunu seçmek edebiyatın içinde olmak demektir. Ancak biliyoruz ki sizin edebiyatla ilişkiniz sadece yayıncı olarak sınırlı değil.  Özel meraklarınız ve tutkularınızdan bahseder misiniz?

Edebiyat derinliğinin, ilgi duyma, sunulan çalışma şartları ve hayatına mali yönden ne katkı sağlayacağına dair  kabullenmelere bağlı  olduğu kanaatindeyim. Benim, edebiyat  ve sanat  alandaki hedefim, attığım taşın, sudaki sesinin çok uzun sürede  bana döneceği  kadar derin bir kuyu olması yerine, sığ ve  geniş bir göl biçiminde olması. Ne var ki, aksi yönde seçimini yapanları, elimden geldiğince desteklemek, onlara saygı duymak ve yüreklendirmeyi daima  önemsedim.

Divan Edebiyatını çok severim. Kusurum, Agah Sırrı Levend, Nihat Sami Banarlı gibi usta edebiyat yazarlarından ve  Alişan Reşit İnceoğluHilmi Soykut, Ahmet Bağışgil gibi hocalarımdan geliyor. Allah onlardan bin kere razı olsun. Yunus Emre ve Şeyh Galip’leri,  basımlarından önce okur, üzerinde tartışırken, ısrarla Abdülbaki Gölpınarlı hocamdan, risale bölümlerini de eklemesini rica ettiğimde beni kırmamıştı.  Bu sayede çok şeyi dağarcığıma kattım.

Mısra-ı berceste’nin  (seçkin dize) tutkunuyum. Aruz’un ses uyumu/tonlama  (intonation) içinde akışı beni çok heyecanlandırır. İşte bildik bir örnek;  Koca Ragıp Paşa’dan; “Eğer maksud eserse mısra-ı berceste kafidir.” Muazzam bir  taş yapı olan  Sedd-i İskender’in mimarına sataşma…Eğer maksadın eserse, seçkin bir dize yeterlidir (Vezne uygun yazılışı ile). Mealen; nedir yani, bunca taşı, taş üzerine taş koyup yaptığın?

Sosyal medyada zaman zaman anılarınızı kendinize özgü uslûbunuzla yazarak paylaşıyorsunuz. Benliğinizde kalan izleri kitaplaştırmayı düşündünüz mü?

Nazardan korkmuyorum ama başıma gelenin ne kadar eskiye gittiğini yazmayacağım.  Yaşadığım hastalığın  çok geçmeden metastaz yapabileceğini söylemişlerdi (hadi şimdi, bunun da gerçekleştiği notunu düşmüş olayım).  Bu gelecek endişesine bağlı olarak anılar köşemde, torunun Müge  için  yazdığım bir kitapçığım olsun istedim. Kararım ani oldu. Yattığım hastanenin penceresinden dalgın bakışlarımla  Çapa  durağından hareket eden tramvayı  kaçıran birkaç yolcunun beden dillerinden etkilenmiştim. Nasıl bir çağrışım yaptığı, ortada.

Arada bir karalamalara yelteniyor, Facebook hesabımla paylaşıyordum. Ama bu başka bir içerikte olmalıydı.  En baştan, torunum Müge’ye  bir  anı aktarımı olsun diye yola çıkmıştım.

O karalamalarım, şimdilerde ucu açık, son noktası konulmamış bir metin ve beni mutlu eden bir haldeler. Ömrüme bereket gelince, karalamalarıma devam etmede geri durmadım. Daha çok yaz tatillerimde yazıyorum. Kısa öykülerime  kurgu katmayı denedim. Bunlardan bir tanesini  Prof. Sırrı Bektaş Hocam okumuş.  Sanırım Taşlık’ta sözü edilmiş.  İlgi de görmüş. İyimser geri bildirimler gelince, daha bir cesaretlendim. Hatta biraz  azıttım. Yaşam ve çevre esinlenmelerim tabanlı, kurgu yoğunluklu olanlarına yelken açtım. İşte onlardan bazıları:

Avuç içi kadar Bodrum, avuç içi kadar anı  (Dostum Selim İleri’nin Bodrum’unda etkilendiğim bir öyküm)

Kolsun Ümmü ile Topal Ömer  (Bir sayfiye sitesinde çalışan, karı-kocanın  istismarının öyküsü)

Göbek Adları Medarı Maişet (Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru’na nazire)

Lanet olası 6-7 Eylül (Anı-Öykü)

Pembe Beygir  (Yazlıkta, eşimin,  benim tercihim üzerine ikinci  olarak aldığı ve  yaz sonunda onu  “Yılkı Atı” gibi salacağım pembe bir kız bisikleti üzerine kurgularım)

Marklin’in Son Yolculuğu (Gerçek hayatta genç yaşta intihar eden bir delikanlının, beni tanıdığı ve Marklin koleksiyoneri olduğumu  bildiği için, babası tarafından bana gönderilen oyuncak trenin, Sütlüce’deki  Rahmi Koç Sanayi Müzesi’nde son bulan yolculuğunun öyküsü)

Bir Sevda Masal (Marmara’nın mavi suları ile başlayan ve bozlaşan rengi ile biten bir sürecin öyküsü)

Fiyat Ödediğimizdir. Peki Değer?

Aslan Damat (Birbirine bağlı iki öykü. Talihsizlikler  içinde yaşam savaşı veren  bir anne-kız serüveni).

Madem henüz kitabınız yok,  oldukça güzel ve etkileyici olan yayıncılık hayatına başlama hikayenizi Pazartesi14’de okurlarla paylaşabilir misiniz? Torununuz Müge için  dergimiz arşivinde yer alması bizi mutlu edecektir.

İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken babamın, yünlü mensucat alanında fasona çalışan küçük çapta bir işletmesi vardı.  “Uğur  oğlum, ben bu işletmeyi iyi sayılacak bir düzeye  getirebildim çok şükür. İnşallah  yakın zamanda senin  de katılımınla çok daha gelişecek” der, ilave ederdi. “Bak oğlum, İngiltere’de bile, tıpkı bizim gibi, Avusturalya Tops’u  yün ipliklerle dokumalı  kupon kumaşlar üretiliyor. Üstelik bizim tezgâhlarımızdan daha eski modelleriyle. Bu meslek ölmez.” diyerek beni yüreklendirirdi. Çok değil, aradan iki buçuk, üç yıl geçmişti ki,  Carbon ve Hidrojen’in  sonsuz bileşimlerinden biri olan sentetik dokumalar, güzelim  yünlü mensucatın üzerine kâbus gibi çökünce geleceğim ile ilgili tüm umutlarım da gölgelendi. O günlerin modası, palto yerine imperteks, ceket yerine monttu artık. Babam, büyük bir ruhsal çöküntü  ve beraberinde mali darlığa  düştü. Ben de, bundan sonraki süreçte nasıl bir yol izlemeliyim diye kimi zaman umutla, kimi zaman karamsarlıkla, okulumu bitirmeye çalıştım. Okul bittikten sonra, hemen askerliği halledip kendime bir iş bulmalıydım, öyle de yaptım. Singer kumpanyasına müracaatım hemen kabul gördü. Beyazıt şubesinde stajyer olarak işe başladım. Ama  bu arada   Kanada’ya imigran olarak gitmek için mülakata  girdim, zorlanmadan geçtim. G.M’de çalışmam için, Pan Amerikan’dan 6 aylık, açık Toronto biletini  istediğin gün alabilirsin demişlerdi. Bunu şöyle algılamıştım. “6 ay düşünebilirsin, ama ondan sonrasını unut. Seninle daha fazla ilgilenemeyiz.”

O kadar çabuk ve kolay  olmuştu ki, şaşkınlıkla düşünmeye, oradaki muhtemel yaşam koşullarının  olumsuzlukları  üzerine  akıl aşındırmalarım ve acabalarım  başladı. Ne de olsa çok uzağımızda, kuzey yarımkürenin kuzeyinde ve oldukça soğuk bir yerdi. İşte tam da o aralar, bizim ailece tanıdığımız, ek iş olarak İngilizceden çeviriler  yapan Necmettin Arıkan Hoca’nın önerisi üzerine  Altın Kitaplardan bir teklif  geldi. İlk buluşmadaki muhatabım, sıcak, samimi, sevecen bir  Dr. Turhan Bozkurt  olmuştu. Bana Agatha Christie’nin “On Küçük Zenci”  kitabını uzattı. Sonra da “ Uğur , bu kitabın yeni baskısı yapılacak, bak bakalım  sana göre düzeltilecek yerleri var mı?” dedi. Kitabın çevirmeni, adını ilk kez elimdeki kitaptan okuduğum Adnan Semih Yazıcıoğlu idi. Hürriyet gazetesinde çalışıyormuş. O gün kitabı okudum. Takıldığım bazı noktalar vardı. Ertesi gün, nezaketsizlik olmasın diye çevirmeni ziyarete gidip, onları karşılıklı tartıştık. Büyük bir olgunluk göstermişti. Ne yalan söyleyeyim, bu cesaretim, sanırım, iş bulma imkânımın, o yıllarda  İstanbul Erkek Lisesi mezunları için  pek de zor olmadığı kanaatime  dayanıyordu. Bu olmaz ise, başka bir iş. Bu gelişme Dr. Turhan Bozkurt’un çok hoşuna gitmişti.  İlk  başta,  aylık 700 lira olarak teklif edilen maaşıma, daha ikinci günümde,  sanki  başlangıçtaki rakamda, hata yapmış olmanın kaygılı bakışı ile 50 lira zam yaparak,  aylığımı 750 liraya çıkardığını söylemişti.

Evet, otuz seneyi aşacak sihirli bir yolculuk böyle başlamıştı. Bu uzun yolculukta, yayıncılığa bazı ilkleri dahil edebilme şansım oldu. Dr. Turhan Bozkurt ise bana inanarak / güvenerek işimi kolaylaştırdığı gibi kısa sürede  şirketin üst yönetiminde bulunmamda da daima tek dayanağım olmuştu. Elbette nihayetinde birlikte matbaa projesini gerçekleştirmemizi de eklemiş olayım.

İçinde  olduğum sektörde, fikir ve sanat alanındaki yayıncılığı destekleyen, belli periyodlarla da  yenilenen  alan  ve insan gücü var. Elli yılı aşan bu yolculuğumda, hep kendimi yenileme gayretinde oldum. Bu sayede, ayrıntısına girmek istemediğim birçok ilkler bana nasip oldu.

Kendimi bu yönde şanslı sayarım. Aklıma yine başarı üzerine Dr. Turhan Bozkurt’un bir tekerlemesi geldi. “AHT, TAKT, BAHT” derdi.

Açılımı şöyle;  İyi akit yapacaksın (AHT),  iyi taktik kullanacaksın (TAKT),  bahtın da açık olacak (BAHT). Sanki benim yayın dünyamdaki serüvene uyuyor gibi.

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin “Onursal Üyesi” olmamın  ardında, bu yanımın da fark edilmesi olduğunu kabul ediyor  ve bunu düşünenlere  minnetlerimi tekrarlıyorum.

Taşlık Sahaf Kahve’de sizin de içerisinde bulunduğunuz bir grup okur-yazar ile birlikte çeşitli etkinlikler düzenliyorsunuz. Bize biraz Taşlık Sahaf ve etkinliklerinizden bahseder misiniz?

Taşlık Sahaf Kahve, Sayın Asuman Çakıroğlu’nun himayesinde, iki dostumuz Özkan Karayel ve eşi Saadet Karayel’in birlikte ve birbirlerini asiste ederek kurdukları bir mekân.

Tam bir edebiyat ve sanat odağı. Şimdi gelelim Taşlık Sahaf Kahve etkinliklerine: Edebiyatın bütün alanları, sanat ve klasik müzik etkinliklerimiz birlikteliğimizin odağını teşkil ediyor. 2019’un başlarında 500’üncü toplantımızı geride bıraktık. Özkan Bey’in plâk koleksiyonundan taş plaklar dinledik. Klasik Türk Musikisi üzerine koro çalışmalarımız  ve buna bağlı olarak  konserlerimiz oldu. Sunum rekortmeni Ahmet Özpınar Bey’in sayesinde  seçkin filmler seyrettik. Sarı bir koltuğumuz var, upuzun masanın en başında. Bütün meraklı bakışlara hakim noktada. Mücbir sebeplerin dışında o koltuk hiç boş kalmadı. Arada bir ben de yerleşirim o sarı koltuğa. Çoğu önceden  belirlenen tema/ konu üzerine,  çağrılı olanlardan ya da içimizden biri sunumunu yapar, sonra da  bir güzel  fikir alışverişi yapılır. Sunucunun,  anı defterine “bakalım ne yazmış” diye  merak eden öncülerimizden  küçük bir kuyruk, her toplantımızın değişmezidir. Ritmik katılımcılarımızın  arasında  çok sayıda yayınları olan yazarlar ve şair var. Örneğin; Prof Dr. Sırrı Bektaş Hocamız. Mesleki alanındaki sunumlarının yanı sıra, muhtelif aralıklarla  halk türküleri kaynağımızın en özlüleri ile bizlere dinletiler sunuyor. Hem de kendi sesi, kendi sazı ile.

Mehmet Serdar deneme türünde ödül almış bir dostumuz.  “Sözcükler” edebiyat dergisinin temel taşı. “Etkin Sağlık” dergisine edebiyat dünyasından aktarımları ile geniş bir kitleye ulaşması bizleri çok mutlu ediyor.

Doç Dr. Cengis Asiltürk, on parmağında on marifet. Sevgili dostumun, akademisyenliği ve  sinema sanatındaki enginliğinin üzerine değinmediğim için beni bağışlasın, lütfen. Ama  romancılıktaki üretkenliği ve başarısını, eserlerinin arka kapakları, başta Çetin Altan’ınki  olmak üzere, hepimizin tanıdığı bildiği edebiyat ünlülerimizin övgüleri ile dolu.

Gelelim şairimiz Dilek Gönül Hanımefendi’ye. O da on parmağında on marifeti olanlardan biri. Ama onun  ilk sıradaki tutkusu ve değişmezi şiir. Son kitabının adı “Kar Kadın”.

Her oturumumuzun açılışını,  Özkan Karayel’in yaptığı bu kültürel buluşmayı nasıl tarif etsem, yaşananın tam karşılığı olmayacağından eminim. Varın siz bu cümlemden bir etkinlik büyüsü çıkarın, lütfen.

En sevdiğiniz yazarlar ve önemli bulduğunuz anekdotlardan bazılarını bizimle paylaşır mısınız?

Yayın hayatımda sayısız ve sınırsız anekdotlardan  sadece birini paylaşmak kafi olacaktır.

Bir öğleden sonrası. Tarık Dursun K.’nın mutat ziyaretlerinden biriydi. Sohbet ediyoruz. Söz dolaştı geldi Yaşar Kemal’e. Tarık Dursun, Yaşar Kemal’e baba diye hitap ederdi.

“Bak Uğur Bey, sana  Baba ile  geçen bir anımı anlatayım. Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru yürüyordum. Dar yokuşa yaklaştığımda, yukarıdan gelen  Baba ile karşılaştım. Hâl hatır sormalarımızın ardında,  Baba elimdeki paketin, esericeditlerden (A4) oluştuğuna hükmedip sordu.

-Kitap mı?

-Evet Baba.

-Kime gidiyorsun?

-Kararsızım.

-Haydi rastgele, rastgele.

 Eyvallah deyip,  temennah çakıp yoluma devam ederken  birden seslendi.

Tarık!

Döndüm baktım. Buluştuğumuz noktada duruyor.

-Buyur Baba.

-Bak Tarık, kendini yazardan saydırmak istiyorsan, Remzi’den bir kitabın çıksın.”

Yaşar Kemal bence haksız değildi. Remzi Kitabevi’nin 1928 yılından bu yana  edebiyat üzerine gerçekten büyük hizmetleri olmuştu. O anda, benim bu söyleşiye bağlı olarak, yayınevimizin, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması nedeni ile  yayınladığımız  Mihail  Şolohov‘un Uyandırılmış Toprak  kitabı aklıma geliverdi. Peki niçin? Remzi Kitabevi o eseri ta 1937’de yayınlamıştı da ondan.

Başarınızı  bireysel almıyor ve bu konuda oldukça mütevazi bir tavır sergiliyorsunuz. Bu noktada; yayıncı, yazar, editör, çevirmen birlikteliğinizden bahseder misiniz?

Emeklerini cömertçe  kitaplarımıza veren bazı isimlerden söz edebilirim. Önce bana yeni bir dizinin ilhamını veren Nilgün Himmetoğlu’ndan söz etmek isterim. Abdi İpekçi’nin ölümü üzerine, yarı zamanlı çalışmakta olduğu Milliyet gazetesinde  kalmak istememesi üzerine, aile dostumuz Hasan Pulur ağabeyimiz aracılığı ile şirketimizde çalışmaya başlamıştı. Sevgili Nilgün, Prof.Dr. Mina Urgan hocanın talebesi olmuş, fakülte bitince de Londra’da İngiliz Edebiyatı üzerine eğitimini pekiştirmiş bir arkadaşımızdı. Müthiş bir editör ve redaktörlüğü vardı. Onun katılımı ile, çok arzu ettiğim bir alan olan ”Bilimsel Dizi”ye, ilki Prof.Dr. Özcan Köknel’in  “Kişilik”  adlı  kitabı ile başladık. Bu atılımımız ile o günlerin trendi olan Pembe Dizi’nin, “Barbara Cartland yayıncısı” diye küçümseyenlerin çanlarına ot tıkamıştık.  İşin ağırlığını  Nilgün taşıyordu. Ben, sadece katalizördüm.  Bitmez tükenmez enerjisi vardı. Bazen takıldığı yerler için, “… bunu şöyle çözmek istiyorum ne dersin” diye gece yarıları telefon açar sabahı bekleyemez, beni, uykusu dağılmış olan eşim Tezer’i  teskin etmekle yüz yüze bırakırdı. Genelde  bu konuşmalar, “Uğur bey, telefonu kapattıktan sonra bana istediğin küfrü edebilirsin, alınmam.” diye biterdi. Kapak tasarımlarını Nilgün’le tartışıp, ortak bir noktada buluştuktan sonra, bizzat ben yapardım. Bu  dizide, ressam ve  grafik sanatçısı M.C. Escher’den esinlenmelerim de var.

Bageti elimde sıkıca tuttuğum bir dönemi yaşamaktaydım. Nilgün, yayınevimize,  İpek Ongun ile başlayan “Gençlik Dizisi”ni de kazandırmıştı. İpek Hanım, her görüşmemizde  bana “Ben sizin sayenizde ünlü bir yazar oldum.” diyorsa da kendisine hep Nilgün’ü işaret ettim. Zira, İpek Hanım’ın Mersin’den bana  postaladığı “Mektup Arkadaşları” kitabının daktilo çıktılarını, “şunu bir oku, notunu ver” diye Nilgün’e  vermiştim.  “A4 çıktılar”,  çok kısa sürede gençlik dizimizin ilk kitabı olmuş, arkası da gelmişti.

Şimdi sıra diğer ünlülerde;

Örneğin; Salim Alpaslan, Ümit Kıvanç, Atila Özkırımlı, Aynur Sezer (Sennur Sezer’in kardeşi) Asım Bezirci, Afif Yesari ve daha niceleri. 

Okumalarımdan hiç kopmadım. Her gün mutlaka dört formaltmış dört(64 sayfa) okur, okurken de takıldığım yerleri kendimce doğrusunu araştırıp, ekiple  paslaşarak hallederdim. Bu ilkemi bütün çalışma hayatım boyunca  sürdürdüm. Tıpkı ilk günümdeki gibi. Asla “Ben yaptım oldu.” gibi davranmadım. Emek verdiğim kitaplarda, adımın zikredilmesini asla istemedim. Hasan Ali Ediz’in ve Nihal Yeğinobalı’nın  nerede ise bütün çevirileri üzerinde baştan sona redaksiyon çalışmam olmasına rağmen bu ilkemde  hep ısrarcı oldum.

Ablacığım, sevgilim, diye hitap ettiğim, o efsane yazar ve çevirmen Nihal Yeğinobalı’nın isteğine karşı gelemeyip,  Simone de Beavoir’in “Mandarinlar” çevirisinde, kitabı yayına hazırlayan olarak görünmem bir istisnadır. Nihal ablam ile hiç irtibatım kesilmedi. Son görüşmemiz,  kendilerinin de hayranı oldukları Taşlık Sahaf Kahve Kurucuları Sayın Saadet Karayel ve eşi Özkan Karayel, (Kitap Anne-Kitap Baba)  ile birlikte  Nişantaşı’ndaki evinde olmuştu. Eskileri yad edip, hasret gidermiştik. O gün çekilen fotoğraflar, emeğe saygının, okura  minnetin inanılmaz birer karesi olmuştu. Ne yazık ki kısa bir süre sonra sevgili Yeğinobalı’nın acısını yaşadık.

Yazar, çevirmen, yayıncı ve dağıtıcılar olarak pek çok dostunuzun olduğu aşikar.

Hepsinden söz etmem elbette mümkün değil ama bazılarından bahsedebilirim. Mesela, yazarlardan  Erdal Öz. Kendisi ile  Ankara’da,  Renkli Sinema Pasajı’nın asma katındaki  kitap ve plak satışı yaptığı şirin Sergi Kitabevi’nde tanışmıştım. Bu dostluk, İstanbul’da devam etti. Ne acı ki, Nişantaşı’ndaki  Amerikan Hastanesi’nde, Dr. Turhan Bozkurt ve  Erdal yan yana  iki odada birbirinden habersiz ve sadece iki gün ara ile  yaşamlarına veda ettiler.

Ay Büyürken Uyuyamam ile  başlayan Necati Cumalı ve Cumalı Sanat Galerisi’nin sahibi Aydın Cumalı dostluğum. Selim İleri, Aydın Boysan, Tarık Dursun K. , Gülten ve Gönül SuverenFaik Baysal, İpek OngunGülten Dayıoğlu, ve  özellikle  son iki yıldır, bir ara Taşlık Sahaf Kahve’de konuk ettiğimiz, Ayşe Sarısayın.

Özlem Budak