Garson kadın elinde tabakla masanın başında duruyor, sürekli bir şeyler söylüyor. İçinde yemeğim olan tabağı neden masaya koymadığını anlamıyorum. Cümleleri arka arkaya sıralayıp büyük tabağı elinde tuttuğuna göre kesinlikle benden bir şey yapmamı istiyor. İnce sesi olabildiğince kulağımda yankılanıyor. Şaşkın ve üzgün gözlerle gözlerine bakıyorum. Dediğini anlamıyorum. Gırtlağı ve dudaklarının oluşturduğu sesleri duyuyorum. Sesler hece diye tanımlanan hallere dönüşüyor, içlerinden birini tanıdım derken ardından geleni hiç bilmiyorum. Saçlarımın önce sağ tarafını sağ elimle sonra sol tarafını sol elimle kulaklarımın arkasına alıyorum. Kulak kepçelerim gelen heceleri daha iyi toplayacak. Üstelik diğer insanlara göre daha büyükler. Annemden gelen irsi özelliğim şimdi ne kadar işime yarayacak diye seviniyorum. Yanılmadığımı biliyordum, ilk kez ikinciyi de anladım. Doğa insanın yüzünü güldürüyor. İkinci heceyi net olarak duydum, birincisi… Onu unuttum. Bende zerre kadar his aramayın, böylesine büyük bir hayal kırıklığı ile hepsi yok oldu gitti.
Garson kadın vücudu eskisinden daha dik, gözleri gözlerimde daha sert elinde tabağıyla solumda duruyor. Tabağı eldivenle tuttuğunu fark ediyorum. Fırın eldivenine benziyor, mavi rengi hoşuma gitti. Beğendiğimi gösteren bakışlarım sesini yumuşatıyor, zarifleşiyor. Onun gösterdiği inceliğe yanıt vermek amacıyla bedenimi ona yakınlaştırıyorum. Nezaket peşinde koşmaktan ziyade dediğini anlamak için yaklaştığım aşikar. Yeni pozisyonumu kabullenip, tanıdık birine yeniden rastlamış edasıyla konuşmaya başlıyor. Kadının anlatma azmine hayran kalıyorum. Umudunu hiç kaybetmeden söylemeye devam ediyor, bu esnada vücudunu asla oynatmıyor, elindeki tabak bir milim yerinden kımıldamıyor. Sesleri benimle beraber anlamını yitiriyor. İçkin ve aşkın anlamsızlığın ortasında çaresizce bakıyorum.
Garson kadın öğrenilmiş umudun yüzyılımızdaki temsili gibi eldivenli sağ eliyle tuttuğu tabağa bir kez bile bakmıyor. Gözleri masamın üzerinde dudakları seslenmeye devam ediyor. Sonunda nedenini buldum galiba. Bulunduğumuz ortamdan dolayı anlamıyorum. Tavan çok yüksek neredeyse beş metre var, salon duvardan duvara on metre ile on beş metre kadar, arada masalarla bölünmüş olması sonucu değiştirmez. Konuşması büyük bir mabette dağılan sesler gibi parçalanıyor. İçeriyi dolduran hacimli hava sesleri yutuyor. Altyazısız Amerikan filmi izlemek için sinema salonuna girmiş gibiyim. Ekrandaki görüntüler, efektlerle filmin hikâyesini yakalıyorum. Görüntüyü zihnime kaydetmek için gözümü dikkatle yüzüne ve kıyafetlerine kaydırıyorum. Buraya geldiğinden beri değişmediğinden eminim. Dış görünüm tüm saflığıyla duruyor, söz ortada dönüp dolaşıyor. Beyaz gömlek üzerine siyah kravat takmış, belden aşağısında uzun siyah önlüğü görünüyor. Tekrarladıkları benim için yaratılmamış, benim kendi yolumu bulmam artık zorunlu.
Garson kadının giydiği lekesiz beyaz gömlek ve kravatın verdiği mesaj, cinsiyet ayrımı olmaksızın hizmetin kayıtsız şartsız sürdürüleceğini müjdeliyor. Kendi evinde, kendi dilinde egosunun tüm dayanıklılığını eldivenli eliyle tuttuğu balığa yüklemiş, üst üste gelen sesleri bana fırlatıyordu. Kulaklarımın sesleri anlamadaki hüzün veren başarısızlığını beynim telafi edebilirdi. Gelen seslerin titreşimlerini kayıtlarındaki binlerce sesle karşılaştırsın ve tepkisini göstersin. Birkaç saniyeliğine beynimi beklemekle hiçbir şey kaybolmaz. Ses dalgalarına bu duyarsızlık coğrafya ve tarih farkından kaynaklanıyor olabilir. Geçmiş zaman filozoflarından biri dilin gerçekte tarih olduğunu beyan etmişti. Garson kadın ağzının içinde dilini döndürdükçe döndürmüştü. Hamle sırası bende olmasına rağmen satranç tahtasındaki tek piyonu bile oynatmamıştım. Soğuk terler döküyorum, elim ayağım titriyor, sol tarafıma sancı giriyor. Garson kadın elinde tabakla masanın başında duruyor, sürekli bir şeyler söylüyor. İçinde yemeğim olan tabağı neden masaya koymadığını anlamıyorum. Kayboldum. Kardeşim yanında oturan arkadaşıyla konuşmasını kesiyor, bana dönüyor: Balık tabağı çok sıcakmış, dikkat etmeni istiyor.
Nükhet Eren