“Milletvekilinin oğluymuş.”

Kapıda duran küçük kız her gelene usulca fısıldadı. Misafirler içeri girince ayakkabıları saymaya başladı.

Bir, iki, üçü, dört… yirmi sekiz…

Milletvekilinin oğluymuş.

Otuz… kırk…

Saymakla bitiremedi. Yeniden. Baştan. Bir daha derken yorgun düştü. Öğle vaktinden sonra misafirler gelmeye başladı.

Her gelen evin babası Osman’ı sorguya çekiyordu.

“Kimlerdenmiş?”

“Milletvekilinin oğluymuş.”

“Hangi vekil?”

Osman kulaktan kulağa dolanan fısıltılara imkân vermek için “Hele herkes toplansın bir ağızdan anlatırım.” diyerek kaçtı

Tütünü kıvırıyor parmaklarının arasında topaklananları ayrıştırıyor, kağıdına sarıp yercesine çekiyordu. Ikına sıkına zor ayak babası geldi yanına.

“Kimmiş evlat?”

“Vekil. Niyazi, şehirde onun yanında şoför.”

“Vekil de vekil, hırlı mı hırsız mı arsız mı? Adamı gördün mü?”

“Görmedim. Zenginler. Adamla kadın yanıma geldi konuştu. Kadın bir içim su, vekil de yakışıklı adam”.

“E oğlan neciymiş?”

Osman babasının sorularından sıkıldı. Eve gelen her gelin çanta gibi anasıyla babasının yanında gelmişti.

“Aman baba bizler neciydik ki? Bir öküze, iki sabana, bir mevsimlik ekine hepsine bir şeyler biçip alıp karılarımızı getirmedin mi?”

“O eskidendi evlat.”

“Ne eskisi be baba Kâmil iki sene önce evlendi. O da karısını bizim gibi gerdekte gördü.”

“Torun başkaymış. Hele ki göz bebeğimiz.”

“Aman baba boş ver onu bunu, senin tüm gelinlere verdiğin başlık parasını bunlar benim tek kızıma verecekler.”

“Yine de adamları araştırsaydın. Alıp götürecekler kızı. Biz evimiz aynı toprağın içindeyiz.”

Osman sıkıntıyla kalktı. Tüm hevesi kaçmış, içine bir huzursuzluk çöreklenmişti. Babasına el edip uzaklaştı. Adam arkasından seslendi.

“Herkesi çağırdın mı? Daha kimler gelecek.”

“Hepsine telgraf çektim, gelirler. Gelmeyene de mektup yazar anlatırız.”

Vekille ailesinden önce aracılar geldi. Aracı Niyazi, karısı Sıdıka, çocukları… İkinci baş köşeye onları oturttular. Görücüler kadar kıymetliydi. Sıdıka, Gelin kızı gördü.

“Vah yavrum pek de güzelmiş. Yazık.”

Niyazi karısını koluyla dürttü. Sus işareti yaptı.

“Ne yazığı hanım, başına talih kuşu kondu, talih,” diyerek uzattı, ballandırdı, vekille karısını anlata anlata sığdıramadı.

Babaanne atıldı hemen. Torununu öptü kokladı. Saçlarını sevdi. Genç bir kız değil de kedi yavrusu gibiydi. Kızın, severken yüzü değişti, hali tavrı yumuşadı. Dede girdi içeri. Biraz da o sevdi kızı.

Aracılar şaşkınca bakıyorlardı. Köy yerinde kız çocuğu allı pullu candan sevilir mi? Sıdıka düşündü kendi çocukluğunu, gençliğini. Babası annesine “Gitse de bir lokma azalsa, hem azıcık elimiz para görür” diyerek küçücük yaşında evlendirmeye çalışmamış mıydı? Ablalarım daha on beşine girmeden koca koynuna girmedi mi? diye geçirdi aklının içinden. Sırf babası mutlu olmasın diye Niyazi’ye kaçmıştı. Şansı yaver gitmiş, kocası şehirde iş bulmuştu.

Dede sorgusuz sualsiz lafa daldı. Niyazi’ye torununu anlatmaya başladı.

“Yedi oğlum var. Kızımız olmadı hasret kaldık. Gelinler aldık. Gelin başka, kız başka. Dördüncü oğlan tutturdu kızı. Bu ay parçası doğdu. Bundan önce sekiz erkek torun oldu. Anası da sekiz kız kardeş, tohumları kızdan yana bol diye diğer bacılarını da kalan oğlanlara aldım.”

Niyazi hı hı, hı hı diyerek, kafa sallayarak dinliyordu adamı. Sıdıka, kızın kerametini anlamış, gıptayla biraz da acıyan gözlerle bakıyordu. Kızın sarı saçlarına takıldı gözleri. Niyazi akıl etse bizim oğlana alırdık, diye geçirdi içinden. Yosun yeşili gözleri, incecik beli, doğuştan alınmış kaşlarından alamıyordu gözlerini. Hanım hanımcık kız, ben de rahat ederdim.

Tüm misafirler geniş salonda toplanmış, Vekille karısını, damat adayını dört gözle bekliyorlardı. Gelen giden yoktu, evdeki coşku, mutluluk havası mateme dönmeye başlarken dedenin erkek kardeşi havayı bozdu.

“Yollar hafif buzlanmıştır. Ondan yavaş geliyorlardır.”

Tabi tabi, diyerek onaylayan kafalar sallandı.

“Ben de hanımı almaya giderken beş gün denizde gittim.”

“He he beni almaya gelmişti.”

Bir anda ortalıkta bir kahkaha koptu. Sıdıka kahkahalara eşlik etti. Sonra da merakına yenildi.

“Çok mu âşıktın dede?”

“Aşk ne kızım? Görücü usulü bizimki annemle babam görmüşler pek beğenmişler. O zamanlar ben Zonguldak’ta maden de çalışıyorum. Hanım Artvin’de. İstemeye gidecekler beni bekliyorlar. İşler uzadı, deniz bulandı. Vardım annem de surat sirke satıyor, babam kıçıma tekme yerleştiriyor. Meğer gördükleri kızı ben gelene kadar başkasına vermişler. Beş gün dile kolay bir de geri dönmesi var. Boş mu döneyim, herkese hanımla geleceğim demişim, işte neneni söyledi komşular, hemen gittik istedik, aldık. E deniz aşırı gelmiş, elinde başlığı sağlam bir adam var. Hiç ikiletmeden verdiler o gece, hemen imam nikâhını kıydık.”

Önce bir sessizlik oldu. Kadınların içine ağır bir hüzün çöktü. Adamlar şen kahkahalarına geçmişti, çok uzatamadı kadınlar. Başladılar gülmeye. En büyük amca lafa girdi.

“Benim hanımı da babam görmüş. Kayınpederin ineği ölmüş. Tek geçim kaynağı, ağlayıp sızlarken babama denk gelmiş. E kolayı var komşu, ben oğlana kız arıyordum sen onu ver ben de ineğin birini demiş. Almış gelmiş. Neyse ki Haticem, gönlü güzel çıktı. Beni hiç üzmedi.”

Tek tek anlattı herkes. Adamlar mutluluk kahkahaları atarken, kadınların içi sızladı. Küçük yangınlar koptu kalplerinde. Sıdıka’nın sözleri buz gibi yaptı içlerini.

“Sen kaç paraya aldın Niyazi?”

“Ben kaçtım, bedava yani” dedi Sıdıka, ortalık süt liman oldu. Büyükler dillerini yuttu. Çocuklar başladı konuşmaya.

Yandaki odada oturuyorlardı, üst üste sıkış tıkış. Niyazi’nin kızı gelin olacak kızı görememiş, merakla sordu çocuklara. Kapıda ayakkabıları sayan küçük kardeş anlattı ablasını kıza,

“Saçlarını sardı yengem. Sarı saçları lüle lüle açılınca hayranlıkla izledim onu. Ablam çok güzel. Altın taneleri gibi dökülür her teli. Işıklanır insanın gözünü alır. Dişleri bembeyaz. Gülerken için ferahlar. Gelsin görürsün. Gözleri yosun yeşili baktığında içine dalıp yüzmek istersin. Konuşurken narin, yürürken zarif.”

Niyazi’nin kızı daha büyüktü konuşan kızdan, aklı başındaydı. Konuşulanları iç geçirerek dinliyordu.

“O kadar güzel ha.”

“Hem de nasıl.”

“Ama Murat abi biraz şey…”

Kız lafını tamamlayamadan kapı çaldı. Ev ahalisi toparlanıp kalktı. Misafirlere yer açmak için herkes ayakta bir köşeye yerleşti. Dede, baba kapıya doğru ilerledi. Kız diğer odadaydı, gelenleri ilk anda görmesi yasaktı. Zaten her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Şehirli aile istemeye geldi. Köy yerinde olsalar kız çoktan nikâhlanmıştı.

Baba omuzlarını topladı, boğazındaki gıcığı temizledi. En misafirperver, en kibar ses tonuyla hoş geldiniz, demeye hazırlandı. Kapıyı açtı. İçeri yakışıklı bir adam, güzel bir kadın zengin kıyafetli iki kişi girdi. Arkalarında kocaman çiçeğin ardında görünmeyen damat adayı vardı.

Damat, köylülerin geçen sene yakaladığı katil ayıya benziyordu. Merhaba derken kükreyen, el sıkarken kemik kıran, çocukların saçını okşarken tellerini koparan, yürüdüğünde ortalığı sarsan bir ayı. Küçük kız kardeş titremeye başladı. Ağlayarak diğer odaya kaçtı. Herkes durakladı aslında ama bozuntuya vermediler. Osman hala mutluydu. Küçükler durmadan ağlıyordu. Anne, kızı odanın içine doğru aldı. Erkek çocuklar öne doğru çıktılar. Osman heyecanla atıldı. İstemeci babayı sıkı sıkı sardı. Damadın sırtını sıvazladı.

Kızın annesi korkuyla Osman’a yaklaştı. Kimseye hissettirmeden ardından ilerledi.

“Ne yapacağız bey, bu olmaz, asla olmaz.”

“Oldu artık, kaporayı yedik bile.”

Zeynep Pınarbaşı