Kanadımı kesiyorlar
İsim veriyorlar
Buyuruyorlar
Etimi koparıp çiğniyorlar
Bitmeyen bir iştahla
Lilitu
O gün, her zaman olduğu gibi erkenden uyanmış, peynir yapım odasındaki bakır kazanın başına geçmişti. Güğümden kazana süt dolduruyor, boş kabı ağıla götürüp dolusuyla kazanın başına geri dönüyordu. Son güğümü de boşaltmak için kaldırdığında, içinde iki sıçanın yüzdüğünü gördü. Sıçanlar ateşin üzerindeki kazandan çıkmak için, sıçramaya çalışıyor, sütün yüzeyinde anaforlar oluşturuyor, ağızlarını açıp incecik, iç gıcıklayıcı sesler çıkarıyorlardı. Zana, babasının olanları görmesinden çok korkmuştu, titremeye başladı. Odaya girip çıkarken kapıyı açık unuttuğu için babası tarafından azarlanacağını, dayak yiyeceğini, onun sıçanları kuyruklarından tuttuğu gibi kazandan dışarı atıp, bir köşede ezeceğini ve sütü peynir yapıp kasabada satacağını adı gibi biliyordu. Kulpundan tuttuğu kazanı tüm gücüyle ittirdi, devrilmiş, sıçanlar içinden çıkıp gitmişti. Birden, geçen gün şatodan gelen atlının verdiği, bir köşede unuttuğu davetiye aklına geldi. Davet edildiği o koyu gri kasvetli yapının içini, balo salonunu bir gün olsun görme isteği duymamıştı. Yanlışlıkla gelmiş olmalı bu davetiye diye düşünmüştü, adresler karışmıştır ya da isim benzerliğidir. O aristokrat züppelerin arasında ne işi olabilirdi, Sütçüler Köyü’nün sütçü kızının süt satmaktan başka. Devirdiği kazanı, yol yol akan sütü görünce baloya gitmeye karar verdi, babasına bugün görünmese iyi olacaktı.
Zana, asma köprüyü geçip giriş kapısına gelinceye dek, oradaki kalabalığı fark etmemişti. Şatonun ana giriş kapısı kapalıydı, onu dış dünyaya bağlayan açılır kapanır tahta köprünün gıcırtılar çıkararak ayağının altında oynayışı başını döndürdü. Çağıldayarak akan derenin köpüklü beyaz suyuna bakmayı bıraktığında gördü diğer kızları, yaşıtı sayılırlardı, on üç, on dört, en fazla on beşindeydiler. Köprüyü geçti, kapının önüne doğru yürüdü, kalabalığa karışmadan, az ötelerinde, görünmez olmayı dileyerek bekledi. Onların yanında, gri yün yeleği, uzun beyaz gömleği, siyah pantolonu ve kasketiyle erkek çocuğundan farksızdı. Üzerindeki giysiler arasında gösterişli sayılabilecek yegane şey, davetiyeyi almak için odaya girdiğinde aceleyle eşya yığınının arasından seçtiği gömleğinin yakasındaki fırfırlardı. Hiç elbisesi olmamıştı, yığının içinden arasa da bulamazdı.
Kızlar onun aksine canlı renklerden oluşan, kabarık etekli, göğüs dekolteli saten elbiseler giymişlerdi. Kapının önünde bekleyen görevli elindeki deftere bir şeyler yazıyordu. Kırmızı şeritli üniforması ve şapkasının altında belli belirsiz görünen yüzü ürkütücüydü. Kapının önünde bekleşen kızların hiçbiri tanıdık gelmemişti, uzak köylerden ya da kasabadan olmalıydılar. Halleri tavırları rahattı, işveli cilveli cıvıl cıvıldılar, etrafa göz süzüyorlar, birbirlerine dans figürlerini, reveranslarını göstererek hem baloya hazırlanıyorlar, hem de eğleniyorlardı. Bekleyiş süresi uzadıkça huzursuzlamaya başladı, bu halimle, buradaki tek köylü, kaba saba, gösterişsiz albenisiz tek insan galiba benim diye düşündü. Utanmış, kalabalığın artan uğultusundan, devasa demir kapının rutubetli soğuk gölgesinden, ne kadar süreceği belli olmayan bu tekinsiz bekleyişten sıkılmıştı. Kaçıp gitme isteği içinde giderek büyüyordu. Kızlardan birine yaklaştı ve neden bekletildiklerini sordu. O da bilmiyordu ama konuşmaya devam etti, kontun özel davetiyle geldiğini anlattı gururlanarak. Okuma yazması yoktu, yine de davetiyede isminin yazıldığını biliyordu. İşte diyordu, el yazılı etrafı çiceklerle süslenmiş isminin harflerini göstererek, Emma yazıyor burada, bana özel hazırlanmış. Hepsinin ellerinde isimleri yazan davetiyeler olmasına rağmen, kapı önünde titreşerek bekletiliyorlardı. Zana bu tuhaf duruma daha fazla dayanamayacağını düşündü, oradan ayrılmak için bir kaç adım atmıştı ki, nöbetçilerden biri önünü kesti, sonra diğer görevliler etrafını sardı. O sırada kapı açılmıştı. İçeriden yayılan müzik eşliğinde kont ve misafirleri, kimisi rahvan, kimisi ağır aksak yürüyen iri saf kan atları ve av köpekleriyle göründüler, atlarını önce yavaşlattılar, kalabalığın yakınına geldiklerinde de durdurdular. Elinde borazan olan görevli eğlencenin ormanda olacağını duyurdu. Kızlar önden gideceklerdi, ancak hava daha fazla kararmadan partinin başlaması için koşarak gitmeleri istendi kendilerinden. Onlar gözden kaybolduklarında da atlılar peşlerinden süreceklerdi atlarını ve av köpeklerini.
Söylenenleri duyan kızların gülen yüzleri, seslerindeki coşku bir anda kayboldu. Işıltılı balo salonu, yakışıklı kavalye, zengin soylu biriyle evlilik hayalleri saniyeler içinde sabun köpüğü gibi söndü. Süslü davetiyeleri ve en güzel giysileriyle ile adeta uçarak gelmişlerdi buraya. Ne kadar da saf ve cahilmişiz, nasıl da kandık diye, zalimliğin bu denlisine inanamayan faltaşı gibi açılmış gözleriyle etrafı tarayarak dövünüyorlardı. Yaban domuzları, tavşanlar, geyikler dolaşıyordu göz bebeklerinde. Her biri kendini bir av hayvanına benzetti. İnsan bedeninde av olmayı tuhaf bulmuş, kendilerine yakıştıramamışlardı, ondandı bu benzetiş. Tavşan gibi zıplamaya, domuz gibi sesler çıkarmaya, geyik gibi seke seke koşmaya çalıştı kızlardan bir kaçı. Altına kabarık dursun diye tel çemberler taktıkları ağır kıyafetleri ile değil koşmak, yürüyememelerine tanık olmak üzücüydü. Eteklerine basıp düşüyorlar, sonra kalkıp birkaç adım atamadan yine düşüyorlardı. Yaşadıkları şokun etkisiyle, yerde patlayan maytaplar gibi hoplayıp zıplıyorlar, titreyerek, sarsılarak ağlıyorlar, atlıların önünde diz çöküp yerlere kapaklanıyorlar, acı yakarışlarla efendilerden merhamet diliyorlardı. O sırada Zana çoktan asma köprüyü aşmış, ormana yaklaşmıştı. Arkasına baktığında, kontun misafirlerinden, altın sırma işlemeli, mavi ceketli olanın da atını sürdüğünü gördü, av köpeği yanına değildi, bu iyiye işaretti, kalabalık ise hâlâ oradan ayrılmamıştı. Doru at düzlükte Zana’ya kolayca yetişebilirdi ama ormanda işler değişirdi. Orman avcıların olduğu kadar Zana’nındı da. Ardından gelen toynak seslerinin sahibinden kurtulmak için durup dinlenmeksizin kaçıyordu.
Ormanlık alanın kuzey ucundan çıktı, yemyeşil hafif eğimli vadide yokuş aşağı hızla inmeye başladı. Kısrağın nefesi, gırtlağından çıkan, kalın korkunç homurtulu sesler ensesindeydi sanki. Korku bacaklarını çözmüştü ama o düşmüyordu, kanatlanıp uçuruyormuş gibi hafiflediğini hissetti. Mavi bulutlar nihayet göründü, son nefesini aldı, gözlerini kapadı, bulutlar göz kapaklarının altında parlak mavi yıldızlar gibi yanıp sönmeye başlamıştı. Uçurumdan atladı.
Sert bir iniş sayılmazdı, uzandığı yerden mavi göğü seyretti. Sağ kolunun desteğiyle kalkmak için yana döndüğünde ağzından tiz bir çığlık çıktı. Peşindeki atlı, orada boylu boyunca uzanmış, baygın halde yatıyordu. Gözlerini kısarak parıldayan kristal kum denizinin en uzak noktasına dek ufku taradı, görünürde ne at ne de başka bir canlı vardı. Yerde yatanın yüzünde, ellerinde en ufak çizik, yara bere, giysisinde küçük bir yırtık bile yoktu. Kılıcı ve tüfeği ortalıkta görünmüyordu. Zana eğildi, ürpererek avcısına yakından baktı. Sarışındı, biçimli ince uzun bir yüzü vardı, burnu kemerliydi, burnunun ve elmacık kemiklerinin üzerinde güneşten olsa gerek, pembe çiller oluşmuştu, beyaz tenine çiller yakışmış diye düşündü. ”Ne kadar genç, çocuk sayılır daha, oysa bu masum görüntüsünün altında korkunç bir cellat yatıyor” diye geçirdi içinden, sonra kalktı, üstündeki beyaz kristal tozları silkeledi, oradan uzaklaştı.
Önünde asma bir köprü uzanıyordu, altında ise çağıldayarak akan berrak bir nehir. Kontun şatosunun önünde olduğunu düşündü bir an, irkildi. Ancak yakından bakınca köprünün daha önce gördüklerine benzemediğini fark etti. Ne köşe taşı ne kilit taşı ne de yollarına döşenmiş başka bir taş vardı köprüde. Pembe beyaz şekerlerin uç uca eklenmesi ile yapılmış görünüyordu. Kapısında dev bir puhu bekliyor, önü sıra yürüyen pembe sarı turuncu, bazısı alacalı inekleri, koyunları durdurup, ağızlarından aldığı şeyi gagasıyla deldikten sonra kapıyı açıp geçmelerine izin veriyordu. Sıra kendisine geldiğinde kalbi güm güm atmaya başladı Zana’nın. Kekeleyerek, ”şey, benim biletim yok” diyebildi. Puhu dik dik bakıp, tepeden tırnağa süzdü onu. ”Hımmm bak sen şu işe, bir insan! Uzun zamandır düşen yoktu sizin oralardan.” Sonra gagasıyla cebini işaretledi. Zana elini cebine attığında, orada bulduğu kâğıt parçasını şaşkınlıkla çıkardı, baktı, üzerinde göl resmi vardı, resmin altında Süt Gölü, yan tarafında da Kristal Gezegen, bilet, giriş, tek yöndür, beş perus yazıları bulunuyordu. Zana biletini uzattı, Puhu gagaladı ve geri verdi, kanadıyla onu ileri doğru savurarak sıradakine yer açarken, bir yandan da kendi kendine söyleniyordu, ”bir günde on yedi koyun, beş inek, iki tavuk düşer mi yahu, ha bir de insan, şu iş bitse de yuvamıza gitsek artık.”
Zana yarım saat önce soğuktan ve korkudan tir tir titrerken şimdi onu sarıp sarmalayan, ısıtan bahar havasını, kristal kumları, şirin inekleri ve bundan sonra burada göreceği her şeyi hoşgörü ile karşılayıp onları sevmek için kendisine söz verdi. Köprüdeki inekler gülüşüp şakalaşarak şimdi de önü sıra çubuk şekerler gibi renkli şeritleri olan yolda yürüyorlardı. Bacaklarının yanı sıra gövdelerinin iki yanında da kolları vardı ve bu kollarda birer hasır çanta asılıydı. Bir süre sonra küçük yuvarlak saman evlere dağıldılar. Herkes gözden kaybolmuş, o yine yapayalnız kalmıştı. Meydanda pembe taşların üzerine oturdu, uzun bir süre bekledi. Ağır ağır, sallanarak, sağa sola yalpalayarak yürüyen birinin kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. İyice yakınına geldiğinde, tanımıştı onu, peşindeki mavi ceketliydi, bitkin görünüyordu. Zana’nın eline geçirdiği bir söğüt dalını sopa gibi tuttuğunu gören mavi ceketli, kollarını kaldırarak, herhalde silahsızım demek istiyor diye düşündü Zana, yolun diğer tarafındaki duvarın dibine gitti ve çöktü oraya. Sıcak ve susuzluktan boğazı kurumuş, dudakları çatlamıştı, kesik kesik çıkıyordu sesi, Zana’nın işitebileceği kadar yüksek çıkması için boğazını temizledi, ses tellerini zorlayarak konuşmaya başladı.
-Size istesem de zarar veremem, beni olduğumdan cüsseli, büyük gösteren, korkutucu kılan nem varsa yok artık, çıplak bir adamım onlarsız, sizin kadar korumasız.
-Çıplak mı? Kibrinden, merhametsizliğinden ve ruhsuzluğundan soyunmayana çıplak mı denir bayım. Uzak durun benden, yaklaşmayın yanıma yöreme bir adım bile. Daha birkaç saat önce ırzıma geçip sonra da öldürmek değil miydi niyetiniz? Tanrım ben kiminle konuşuyorum, siz de tıpkı diğerleri gibi tecavüzcü, katil birisiniz, yaklaşmayın sakın.
-Bağışlayın beni, bugün yaşadıklarımız kâbus gibiydi. Babam zorladı gitmem için oraya sonra kont salonda topladı bizi etrafına. Avlarınızı sizin için seçtik, itiraz kabul etmem dedi. Tartıştılar, bazıları avlarını beğenmedi, değiştirmek istedi, bana da siz düşmüştünüz. Dedim ya sizinle ne yapacağımı o anlarda bile anlamamış, dalga geçerler diye kimseye soramamıştım.
-Anlamamış mıydınız, çocuk musunuz siz, nasıl anlamazsınız?
-İnanmak sizin bileceğiniz iş. Ama demir kapının önündeki diğer kızlardan uzakta, tek başınıza beklerken görünce sizi, koşup yanınıza gelmek, anlatmak istedim ortalıkta dönen tuhaf şeyleri. Yanınıza gelemedim ama, verdim kararımı o an, ortağı olmayacaktım bu vahşetin, sizi diğerlerinden uzaklaştırıp, köyünüze dönmenize yardım edecektim. Seslendim arkanızdan, o kadar hızlı koşuyordunuz ki duymadınız beni. Sonra atladınız hiç korkmadan, bir an bile tereddüt etmeden. Oysa ben atlayamazdım kolay kolay, düşmeseydim eğer.
-Söyledikleriniz bu sabah bir katil olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Kılıcınızı kuşandınız ve yola çıktınız. Babanıza karşı çıkabilirdiniz, yolunuzu değiştirip başka bir yöne gidebilirdiniz, bu korkunç kıyıma engel olmak için ölümü bile göze alırdınız gerçek bir şövalye olsaydınız. O zavallı kızlar için savaşabilirdiniz, hiçbirini yapmadınız.
Zana Leon’dan hoşlanmıştı, onun söylediklerine, masum olduğuna aslında inanmıştı. Buradayken kendisine zarar veremeyeceğini de biliyordu, ama birkaç saat önce yaşananları, onun avcı kendisinin av olduğu, buraya onun yüzünden düştüğü gerçeğini nasıl unutabilirdi? Leon’la birlikte olması imkânsızdı.
İnekler birer ikiser evlerinden çıkmaya başladılar. Zana kalktı, onların peşi sıra yürüdü. Leon yalnız kalmıştı, onu gözden kaybolana dek izledi, bu birbirlerini son görüşleri olacaktı. İnce uzun tek katlı bir yapının kapısına doğru akın akın yürüyen yüzlerce inek sırayla içeri giriyordu. Zana da peşlerinden koştu, içeri adımını attığı anda duyduğu dur ikazıyla irkildi. Kapıda Mavi bir inek bekliyordu, elini istemsizce cebine attı, bu kez bulduğu bozuk para büyüklüğündeki metali parmaklarının arasında sıktı. Mavi İneğin yardımıyla jetonu turnikedeki deliğe soktu, kapı açıldı. İnek, orta çağdan gelenlerin teknolojiden bihaber olmasının işini zorlaştırdığından yakınıyordu yanındakine. Duymuştu hakkında konuşulanları, aldırmadı, zamanla öğrenirdi nasılsa. İçerde hummalı bir çalışma vardı. Biraz önce salına salına yürüyen inekler, şimdi de sağılma bantlarına doğru koşturuyorlardı. Bir süre sonra ortalık sakinleşti, uğultu kesildi, sağım makinelerinin sesi dışında çıt çıkmıyordu. Zana orta yerde kalakalmıştı, elini kolunu nereye koyacağını bilemeden bekledi. Bir süre sonra binanın camlı bölmesinden homurtulu bir ses duydu, oraya doğru yöneldi. ”Tamam” diyordu ses, elindeki ahizeye, ”süt gölümüz dolu, rezervimiz bütün bir yıl size yeter de artar bile. Bebekleriniz kışa doğru iyice semirir”. Kapıyı tıklattı, içeriden gelen gir sesini duyana dek bekledi. Masanın başında koltuğuna yayılarak oturan, adı Patron’du, çoban köpekleri Akbaş’a ne çok benziyordu. Patron, yüz ifadesine bakılacak olursa Zana’yı gördüğüne pek memnun olmamış gibiydi. ”İnsanlarla aramızın iyi olmadığını saklamayacağım senden” diye söze başladı. ”Sizin tarafta, hele senin çağında, insan soyundan çok da iyi muamele görmedi bizimkiler, sen değil belki ama büyük çoğunluğunuz zalimce davrandınız, dövdünüz, işinize yaramadığımızda vurup öldürdünüz.” Zana, haklısın anlamında başıyla onayladı onu, ardından hemen ekledi, ”bana da iş verin, ne iş olsa yaparım.” Patron burun kıvırarak ”gerçekten mi, ne işe yararsın sen, söyle bakalım, memelerin dolu mu?” Derken bir yandan da Zana’nın göğüslerini süzüyordu. ”Hımm, evet senin için uygun bir iş biliyorum” dedi sonra. ”Bok temizlemek.”
Zana bir süre sessizce bakakaldı, sonra kendisini toparladı. ”Tamam, kabul ediyorum, o da bir iş sonuçta, sorabilir miyim, kimin boku?” Patron sivri burnuyla uzun uzun soluk alıp verdi. Zana, bu koca oğlanın kendisinin yaydığı kokuları, sonra da tüm varlığını emip onu tüketeceği duygusuna kapılmıştı. ”Kimin mi?” dedi Patron. Görüyorsun ki buradaki tüm canlılar öz temizlik ihtiyacını kendileri karşılar. İneklerin değil elbette, ruh satıcılarının pisliklerini temizleyeceksin. Tek bir bedende sabit kalmıyorlar, sürekli dönüştükleri ve bunun için epeyce enerji harcadıkları için pislikleri de çok oluyor, hem öyle bir koku bırakıyor ki, maskesiz yanlarında durmak dayanılır gibi değil. İnek sütüne başladıkları günden beri iyice arttı koku. Eskiden inek sütü içebildiklerini bilmiyorduk. Bir gün bir ruh satıcısı, kucağında taşıdığı yeni doğmuş bebeğini süt gölümüze düşürdü, bebek sütün tadını alınca çok sevdi ve o günden sonra bu tattan vazgeçemedi. Sonra diğerleri de başladı süt içmeye. O gün bu gündür her işimizi bıraktık, sadece onlara hizmet ediyoruz.”
Zana pembe ineklerin evine yerleşti. Zaman hızla akıp gitti. Kristal Gezegen takvimiyle tam dört yıl geçmişti. Leon şimdi neredeydi, unutmaya çalıştıkça daha sık aklına geliyordu. Son günlerde içini kemiren kararsızla boğuşup duruyordu Zana. Ne anaç ineklerle neşeli sohbetler, ne Puhu ve Baykuşun zengin söz dağarcıkları ile süsledikleri edebi konuşmalar ne de Patron’un biri bitmeden diğerini omuzlarına yüklediği ardı arkası gelmeyen işler, içindeki insan özlemini bastırmasına yetmiyordu. Leon’un pembe çilli yanaklarını, güneşte kırıştırdığı burnunu, çatlamış dudaklarını her gün daha çok özlüyordu.
Ruh satıcıları iyice azıtmıştı. Gün geçtikçe daha çok çiftleşiyorlar, daha fazla doğuruyorlardı. Bu da ineklerin çalışma saatlerinin uzaması demekti. Dahası süt miktarının artması için, amuda kalkmak, meme egzersizleri yapmak gibi akla hayale gelmeyecek yöntemlere, ruh satıcıları tarafından her gün yenisi keşfedilen süt artırıcı ilaçlar içmeye zorlanıyorlardı. Hâlâ biraraya geldiklerinde eğlenip tozutuyorlar, çektikleri sıkıntıları bir anda unutuyorlardı. Dünyayı umursamama, boşverme hali onların doğasında vardı. Ancak günbegün tükendiklerinin farkında olmuyorlardı. Kemikleri hızla eriyordu, bu yüzden de ufacık, önemsiz bir hastalık bile kocaman cüsselerini bir anda tepetaklak ediyordu. Zana pislik temizleme işinden Patron’un asistanlığına terfi etmişti ama arkasında bıraktığı dünyaya, Leon’a kavuşma umudu hiç solmuyordu. Burada geçen dört yılın dünyadaki karşılığından da emin olamıyordu. Dört gün, dört saat de olabilirdi, kırk yıl da. Bunları düşündüğünde içi ürperiyor, kalbi küt küt atıyor, göğsü daralıyor, nefes alamıyordu sanki.
Bir gün Patron’dan kendisini ruh satıcılarının şefine götürmesini istedi. Sivri bir kayanın üzerine kurulmuştu Şef Patso’nun home ofisi, şehre tepeden bakıyordu. Salonun manzaralı cephesinin tamamı boydan boya cam kaplıydı. Patso, Süt Gölü’nde yüzen çocuklarını izliyordu keyifle. Misafirlerini görünce onlara doğru yöneldi, daha doğrusu süzüldü. O gün denizyıldızı formuna girmişti. Ruh satıcıları istedikleri şekle girebildikleri gibi, istedikleri zaman maddenin hallerinden birine dönüşebiliyorlardı. Zana, jöle kıvamındaki denizyıldızı Şef Patso’yla görüşmekteydi o gün. Patso altın sarısı renge bürünmüştü, ışıltılıydı, yanıp sönüyordu her yeri.
Zana Süt Gölü’den bakışlarını güçlükle ayırabildi, Dünya’daki son gününün sabahını hatırlatmıştı göle batıp çıkan şefin çocukları. Belki de her şey sıçanların suçuydu, kazana düşmeselerdi başına bunlar gelmeyecekti. Şefe gülümseyerek baktı ve sözü fazla uzatmadan esas meseleye girdi. Leon’u yıllardır görmüyordu, neredeydi Leon? Bir de öteki konu, dünyaya dönme konusu vardı, onu da sonra soracaktı. Patso gözlerini, yani denizyıldızı formunun üst sağ ve solundaki sivri uçlarını kıvırarak muzip muzip güldü. Salona girer girmez içten pazarlıklı biriyle karşılastığı hissine kapılmıştı Zana, bu gülüşten de hoşlanmadı. Patso, ”sözü fazla uzatmayacağım evladım, kapımda görüşmek için bekleyenler var. Leon ruhunu bana sattı, sonra da çekip gitti buralardan. Biliyorsun, burada çok yalnız kaldı, senin gibi değil o. Girdiği her işten aynı gün kovuldu, diğer canlıları küçümsedi, tepeden baktı, anlaşamadı onlarla. Arada bir yanıma gelirdi ama benim sohbetim de kısa zamanda sıktı sanırım onu, işin özü insansız yapamadı, delirmek üzereydi. Uzun zamandır buraya insan düşmüyor, Ruhsuzlar Gezegeni’yse dolup taşmış diyorlar. Umarım Leon orada mutludur,” diyordu. Zana’nın başı dönmeye başlamıştı, kendini burada kaybetmemeliydi, güçlükle toparlandı. Patso’nun onu dağlayan sözleri artık uzaklardan, görünmez bir perdenin ardından geliyor gibiydi. Dünyaya dönmek mi dedin yavrum, o imkânsız işte, burada biletler hep tek yöndür, geliş yazar üzerlerinde, sözlerini duymadı Zana, çoktan dışarı çıkmış, kristal tozların içine atmıştı kendini, parmaklarının arasından beyaz toz zerreciklerinin kayıp gidişini izliyordu.
Oya Kaya